Öykü

Çiğ Süt

Ayakları tıngırdayan iskemleye oturup, pazen geceliğimin, göğüslerimin üzerinde sallanan ipini çözdüm. Süt dolu damarları sızlayan memelerim, açığa çıktı. Bebeğimin dudaklarını aralayıp, sağ meme ucumu, henüz doğru düzgün ememeyen ağzına dayadım. Gözlerini aralamadan reflekslerini uyandırdı. Mememin kahverengi kısmını kavrayıp, emmeye çabaladı.

Sırtımı soğuk duvara dayayıp, yüzünü elimin tersiyle sevdim. Avuçlarını sıkıp, gerindi. Süt kokusunun sızdığı saçlarını kokladım. Hissetmişçesine gülümsedi.

Soğuğu büsbütün içeri üfleyen pencere kenarlıklarına baktım. Yatağa doğru kolumu uzatıp, pötikareli battaniyeyi aldım ve bebeğimin sırtını kapattım. Isındıkça uyku isteği çoğaldı. Emmeyi bırakıp, uykuya daldı. Ayaklarının altını okşadım, çenesi yeniden çalıştı.

Yüzümü pencereye çevirip, gecenin gri-siyah karanlığını izledim. Gündüzleri bahçeyi gölgeleyen, geceleri evin üzerini bir Tanrı misali örten, dalları birbirine karışan ağaca baktım. Kayın, rüzgârı sırtına alıp, dallarını hareketlendirdi. Sanki selam vermiş gibi, penceredeki manzaram titredi.

Neden sonra, gece, ıssızlığından birkaç hayvanın sesi ile sıyrıldı. Bir keçinin acı içindeki çığlığına, atların kişneyişleri karıştı.

İskemleden kalkıp, ağaçların ardından dans edercesine yükselen renklere baktım. Ve gördüm… Geceyi parlatan ateşi, komşu çiftlik evinin alev giyinmiş zırhını gördüm. Yangın, bütün arazinin çevresindeydi.

Bebeğime sarılıp, pencereye yüzümü dayadım. Tenim, camın soğukluğuna değdi. Biraz geri çekilip, soluğumu dinledim. Sanki varlığımdan, bir düşün ortasında olmadığımdan emin olmaya çalışıyordum. Cam, nefesim ile buğulandı. Sol elimi kaldırıp, geceliğin kol ucuyla buğuyu sildim.

Hayvanların acı dolu seslerine, insanların bağırışları karıştı. Korkuyla, hâlâ mememi emen bebeğime baktım. Göz kapakları sımsıkı kapalıydı.

Sonra, aymaya başlayan günün ışığında, evin önündeki toprağa bir gölge düştü. Birkaç taş sekti. Kayının dalları salındı.

Yangından kaçan bir hayvan, benim bahçeme sığınmış olabilirdi. Umarım öyleydi…

Bebeği mememden ayırıp, yüzünü omzuma verdim. Geceliğin önünü çekiştirip, düzelttim. İpi bağlayamadığım için, memelerim yeniden açığa çıktı. Umurumda değildi. Dışarıda kimin olduğunu, daha önce pek girilmemiş bahçeme kimin sızdığını bilmek istiyordum. Korku, her duygunun üzerinde, iliklerimde hızla geziniyordu. Mutfağa doğru koşup, boyası aşınmış pembe çekmeceyi çektim. Uzun zamandır bilemediğim, paslı, eski bir bıçağı kavrayıp, yeniden aynı pencerenin önüne döndüm. Dışarıdaki tıkırtılar çoğaldı. Ağır aksak adım sesleri, kulaklarıma çarptı.

Ve sonra… Çalıların, ağaçların ve yangının orta yerinde, pencerenin hemen dışında, kızıl sakallı bir adamın, koyu mavi gözleri belirdi.

* * *

Evin içini geri geri adımlarken, parmaklarımın arasındaki bıçağın sapını her saniye daha çok kavradım. Sanki, tırnaklarımı tahtasına geçirip, onu bedenime ait bir parçaya dönüştürmeye çabalıyordum.

Kızıl saçlı, mavi gözlü adam, sol elini havaya kaldırdı. Parmaklarının arasında, külleri salınan bir sarmalı tütün vardı. Ağzında gevelediği dumanı üfleyip, pencerenin dışına birkaç kez tıkladı. Kuşku dolu gözlerle önce etrafa, sonra geceliğimden sızan göğüslerime baktı. Ve ağzını cama dayayıp, fısıldadı.

“Yalnız mısın?”

Ensemden kuyruk sokumuma, soğuk birkaç damla ter indi. Avuçlarım uyuştu, bacaklarım karıncalandı. Sanki, aramızda cam yokmuşçasına, uçsuz bucaksız bir korku iliklerime sızdı. Ben titreyen dudaklarımı aralamaya çabalarken, o başıyla bebeğimi işaret etti.

“Babası nerede? Evde mi?”

Bıçağı, bebeğimi kavradığım elime geçirdim. Geceliğin ipini, titreyerek, tek elimle bağlayıp, bağırdım.

“Birazdan burada olur, gitsen iyi edersin!”

Yalan söylediğimi anlamışçasına, tütünü dişlerinin arasına sıkıştırıp gülümsedi. Çirkin gülümsemesine rağmen gördüğüm en yakışıklı adam olduğunu fark ettim. Korku ve utanç arasında savrulurken, yeniden yükselen sesi ile kendime geldim.

“Sadece yiyecek bir şeyler istiyorum. Ne sana ne de kucağındaki sabiye bir şey yapmayacağım. Beni doyur da gideyim!”

Güvende olup olmadığımdan emin değildim. Başımı sağ tarafa çevirip, dış kapısının süngüsünü yokladım, çekiliydi. Yangın, adamın ardında büyürken, bedeni ateşe bürünen bir kuzunun, bize doğru koşturmasını gördüm. Yanan etinin kokusunu alamıyor; ancak acısını tüm bedenimde hissediyordum.

Adam biraz geri çekilip, sırtını kayına dayadı. Eskimiş pantolonunun cebinden çıkardığı tütünü sarıp, kibritin barutlu ucuyla ateşe verip, tutuşturdu. Ciğerlerini nefes yerine, dumanla doldurup, yeniden gülümsedi.

“Yangının buraya varmayacağını nereden biliyorsun? Neden bu köhne evde, kucağındaki ile tütmeyi bekliyorsun?”

Düşünmediğim bu ihtimal, güvenli sandığım sığınağımı bir anda, kafamın içinde bir cehenneme çevirdi. Ama bu, kapıyı açmam ya da dışarı çıkmam için söylediği bir şey olabilirdi. Gardımı giyinip yeniden bağırdım.

“Çiftlik buraya çok uzak. Birazdan tüm köy orada toplanmış ve yangını söndürmüş olur! Biz burada ehemmiyetteyiz…”

Başını iki yana sallayıp, az önce evin yakınından geçen ve şimdi, bir ağacın altında can veren kuzuyu gösterdi.

“O, eğer ölmek için, şu sırtımı dayadığım ağacı seçseydi, alevi buraya sıçrar ve yangının yeni yeri senin bahçen olurdu.” Sigarayı içine çekip, dumanı kayına üfledi. “Sigaramdaki ateş, ağacının dallarına düşseydi peki? Ya da…” Ağır aksak adımları ile yeniden pencerenin önüne geldi. “Ben bu evi büsbütün ateşe verseydim…”

Tüm bedenim, istemediğim bir gerçeğe uyandı. Titredim. Ölüm, diri bir ceset gibi kapımda bekleyen adamın, elinde tuttuğu ateş kadar yakındı.

Korkunun tadı damağımda gezinirken, dudaklarını, dişlerinin arasına aldı.

“Şimdi beni doyur. Biraz aş, işimi görür. Sonra, yangın eğer sönmezse, seni ve kucağındakini korurum.”

Bıçağı daha sıkı tutup, “Olmaz,” dedim, “Yangın söndüğünde, köylüler sana yemek verir. Bizi bırak, bizi rahat bırak!”

Sigarayı yere atıp, kundurasının ucu ile ezdi. Tütün, toprağa karışırken, mavi gözlerini, gözbebeklerime çevirdi. Nasırlı parmaklarını camın yüzeyinde gezdirip, tebessüm etti.

“O yangın sence neden çıktı? Hiç ateşe teslim olmayan ağıl, sakince göğe bakan korkuluk, hayvanları saklayan kümes neden yandı? Şimdi çek süngüyü, kapıyı hemen arala. Beni içeri al ve karnımı doyur. Yoksa, biraz önce yanan koyunun yavrusunun yerinde senin yavrun olur!”

Gözyaşlarım bir hışımla salındı. Bıçağı elimden yere fırlatıp, bebeğime daha sıkı sarıldım. Bir gün önce çimlerde koşturan, şimdi az ileride ölüme yanan kuzuya baktım. Ciğerlerim nefes yerine hıçkırıkla doldu. Uyuştum. Çaresizce, ahşap kapıya doğru yürüdüm. Kumral saçlarım, gözyaşlarımla ıslanırken, süngüyü çektim.

Adam, kunduralarını toprağa sürüyüp, eşikten geçti. Kapıyı ardından kapatıp, “Yemek,” dedi, “Önce bana yemek ver.”

Başımı iki yana salladım. “Yemek yok.”

Gülümsedi. Bebeğimin sırtını sıvazlayıp, yüzünü buruşturdu. “Onu nasıl doyuruyorsun öyleyse…” Bakışları, pazenin altındaki memelerime kaydı. “Çocuğu bırak ve gel,” dedi, “Şimdi beni doyuracaksın…”

* * *

Adam iştahla dudaklarını araladı. Sol mememi sızlatan sütü, hızla emdi. Bakışlarında ne bir şehvet ne de tutku vardı. Ona bunu yaptıran, karnını çukurlaştıran açlığından başka bir şey değildi.

Bedenini yatağa bırakıp, kollarını iki yana açtı. Bakışları bebeğimdeydi. “Eğer yemeğin yoksa, aç kalacak olan ben değil, o olacak, biliyorsun değil mi,” dedi.

Önce, eski, ahşap beşikte uyuyan bebeğime baktım. Ardından, yüzümü cama çevirdim. Yangını söndürmeye çabalayan köylüleri gördüm. “Buraya bakacaklar,” diye fısıldadım, “seni yakalayacaklar.”

“Bu senin olmasını istediğin şey,” dedi, “oysa benimki bunun tam tersi. Sence Tanrı hangimizi daha çok dinliyordur?”

İstavroz çıkarıp, korkuyla yatağın diğer ucuna oturdum. Ben konuşmayınca, o yeniden söz aldı.

“Tanrı bizim içimizde,” dedi, “ve ikimizin de dileğini gerçekleştirmenin bir yolunu bulacaktır.”

“Artık git,” dedim fısıltıyla, “bebek uyanacak, ağlayacak, seni görünce bir yabancı olduğunu kavrayacak. Köylüler de çok geçmeden gelip buraya bakacaklar.”

“Neden baksınlar,” dedi, “yangının neden çıktığına değil, yangına hayıflanacaklar.”

“Bakarlar,” dedim özgüveni eksik bir ses tonuyla, “iyi miyim diye bakarlar. O zaman senin kim olduğunu sorarlar.”

“Kocam dersin,” dedi pis bir sırıtışla, “burada kimsenin kocanı tanımadığına eminim… Hatta bir kocan olmadığına da.”

Dalları salınan kayın ağacına baktım. Yapraklarının gölgesini bahçeye vermişti. İçimden incecik bir sızı akıp geçti. Yeniden ona döndüm.

“Bu seni ilgilendirmez.” Derin bir nefes aldım. “Yangını sen mi çıkardın?”

Bana baktı. Evin içine girdiğinden beri, ilk kez gözlerimin içine baktı. “Bu da,” dedi, “seni hiç ilgilendirmez.” Ayağa kalkıp, üzerindeki gömleği soyundu. Birkaç kuru saman dalı yere düştü. Çırılçıplak gövdesini, yeniden döşeğe gömdü. “Beni doyurmandan ve uyumama izin vermenden başka bir şey istemiyorum senden.”

Yerde uzanan gömleğe baktım. Geceliğin eteğinden sızan bacaklarımı, pötikareli battaniyenin altına sakladım. Saklanma isteğimi fark etti; ancak umursamadı. Beni bir kadın olarak bile görmediği aşikârdı. Yerinen gururum, dudaklarımı titretti.

Aklımın odalarında bir soru gezindi. Neydim ben? Sadece çiğ bir süt mü?

Düşüncelerimi sezmişçesine gerindi. Gizli bir özür cümlesi döküldü dudaklarından ya da bana öyle geldi.

“Suyla, yemekle kavuşmayalı günler olmuştu. Teşekkür ederim,” dedi, “biraz uyuyacağım. Gözlerimi araladığımda, karnımı doyuracak bir şeyler olsun.”

Kuşkuyla gözlerimi kıstım. “Seni yakalatmayacağımı nereden biliyorsun?”

Ardına dönüp, bana uzandı. Elini battaniyenin altına sokup, bacaklarımı okşadı. “Yakalatmayacaksın. Çünkü senin de bana ihtiyacın var.”

* * *

Adını bilmediğim adam, saatlerdir, benim döşeğimde, kirli pantolonu ile uyuyordu. Kızıl saçlarından, ölü birkaç tanesi, çarşafın üzerine düşmüştü.

Yangın sönmüştü. Ölü hayvanların leşleri ve ölü insanların durgun bedenleri, kamyon kasasında taşınıyordu.

Ve tam da onun söylediği gibi, bahçeme girip, kapımı tıklatan olmamıştı.

Bebeğimin ağlaması ile düşüncelerimden sıyrıldım. Onu kucağıma alıp, yeniden bir önce geceki iskemleye çöktüm. Sütle dolan mememi açıp, ağzına götürdüm. Ardından, emmeye başlayan dudaklarını okşadım.

Adam çarşafa karışan yüzünü kaldırdı. Bize bakıp, sakince gerindi. “Hava hâlâ aydınlık. Akşam bize dönmedi mi?”

Bebeğimi göğsüme daha çok bastırdım. “Henüz değil,” dedim.

“Ne yiyeceğiz peki?” Bakışları yeniden memelerime kaydı. “Umarım benim için yemeğin vardır…”

Odanın solunda uzanan, derme çatma mutfağı gösterdim. “Borş pişirdim, bahçedeki ekinlerden topladıklarımdan ancak o çıktı.”

“Bol sebzeli Rus çorbası,” dedi ellerini birbirine çarparak. “Tam olarak ihtiyacım olan şey.” Doğrulup, pencereden dışarı baktı. “Şu sabah ölen kuzu, hâlâ orada mı? Onu da yesek mi?”

Kuzunun can çekişen hali gözlerimin önüne geldi. İçime yeniden sabahki sıkıntı saplandı. “Gitti,” dedim, “alıp götürdüler onu.”

Yerinden doğrulup, pantolonunu düzeltti. Belindeki kuşağı açıp, hafifçe aşağı düşen pantolonunu yeniden yukarı çekti ve belinden düğümledi. Yerden gömleğini alıp, sırtına geçirdi. Düğmelerini iliklemeden yanı başıma geldi. Ben içimde dizginleyemediğim bir kadınlık duygusunun kuyusuna çekilirken, o bebeğin yüzünü okşayıp, mutfağa doğru yürüdü.

“Ekmek,” dedi, “ekmek pişirdin mi?”

“Var, tezgâhın üzerinde.”

Bir kap çorbayı, eğrilmiş bir kaşığı ve ekmeği kucaklanıp geldi. Başka bir iskemleye çöküp, tahta masanın üzerinde, yemeğini yemeye koyuldu. Dudaklarına sevimsiz bir gülümseme oturdu. Birkaç dakika sonra, nihayet sordu. “Bu kadar sebze çıkaracak bahçen vardı madem, ne diye emzirdin beni?”

Bebeği, sütü biten mememden ayırıp, diğer mememe aldım. “Seni ben emzirmedim!” dedim, “sen bunu zorla yaptın!”

Başını sallayıp, yeni bir kaşık borşu, ağzına boca etti. “Üzgünüm… Ama sende, başka bir seçeneğim olduğunu söylemedin bana. Bu, seni de duruma razı kılar.”

Yeniden konuşacak oldum, sözü ağzıma tıkadı.

“Adın ne?”

Önemsendiğimi hissederek, omuzlarımı dikleştirdim. “Lidiya,” dedim, “peki seninki ne?”

“Seyyah diyebilirsin. Daha fazlası gerekmez sana.”

Başımı salladım. Benliğim yeniden üşüdü. Bana adını bile söylemeye layık görmeyen bir adamın evimde ne işi vardı? Sanrılar arasında gidip gelirken, yeniden konuştu.

“Peki bu sabi, onun adı ne?”

“Boş ver,” dedim, “bilmene gerek yok.”

Yeniden ayaklanıp, mutfağa gitti. Bir tabak daha çorba alıp geri döndü. Elindeki çorbayı masaya koyacakken, ayağı kaydı, tüm çorba yere boca oldu. Yere eğilip, kâseyi ve kaşığı aldı. Bakışları yeniden bebeğime kaydı.

“Bu bebek duymuyor mu?”

Yüzümü yerden kaldırıp, ona baktım. “Ne?”

“Sabahta böyle sakinceydi. Ev inledi şimdi, yüzünü çevirip bakmadı. Hali, pek hallice gelmedi bana…”

Yerdeki çorbaya basmadan, yanımıza sokuldu. Metal kaşığı, hızla kâseye vurdu. Ben yerimden sıçradım, bebeğim benim sıçrayışıma anlam veremeyip, ağzından kurtulan meme ucunu yeniden yakaladı.

Seyyah, başını sallayıp, bu kez bana sezdirerek, kaşık ve kâseyi çarptırdı. Ses, kulaklarımda inledi. Kucağımdaki yavrum, duymadı, titremedi, hiçbir şey hissetmedi.

* * *

Kaç gün, aynı kaptan yedik, aynı yatağın farklı köşelerinde uyuduk saymadım. Ama, geceleri pencere kenarlıklarına vuran rüzgâr dinmişti. Mevsim, yüzünü yaza dönmüştü. Bebeğim bir nebze daha büyümüştü.

Seyyah bana hiç sokulmadı. Taş banyoda yıkanıp, yanına geldiğimde dönüp bakmadı. Kızıl yüzü, yüzüme değmedi. Ben bir kadın değilmişim gibi, bedenime hiç dokunmadı.

Nihayet bir akşamüstü, artık duymadığından emin olduğum bebeğimi emzirip uyuttum. Seyyahın beni ilk gördüğü gün üzerimde olan pazen geceliği giydim. Onun yanına sokulup, yüzümü pencereden gölgesi düşen kayına verdim.

“Bebeğimin babası en çok kayın ağacını severdi,” dedim, “bir gün gölgesinde uyuyacağını hayal ederek almıştı fidesini. Ekti, büyüttü. Gölgesine sığınacak gün geldiğinde, son kez nefes alıp verdi. Bizi bırakıp gitti.”

Seyyah, tütünü sarıp, dudaklarının arasında ıslattı. Islaklığının bulaştığı sigarayı bana uzattı. “İç sen de bir tane.”

Sigarayı alıp, barutun tutuşması için nefeslendim. Sanki dudaklarım, onun dudakları ile ıslanmışçasına gülümsedim.

Bacaklarımı araladım. Nasırlı elini tutup, bedenimde gezdirdim. Parmak uçları kadınlığıma değdi, gülümsedim. “Seni bekliyorum, senin için bekliyorum,” dedim fısıltıyla.

Diğer elinde tuttuğu tütünü fırlattı. Yatağa uzanıp, bacaklarımı araladım. Avuçlarının içinde, sütsüz memelerim un ufak oldu. Parmaklarını, parmaklarımı geçirip, çoktan sırılsıklam olmuş bedenimin üzerine serildi. O içime her girip çıktığında, ben inledim. Gözleri gözlerime değmedi. Dudakları, dudaklarımı öpmedi. Boşlukta savrulur, hiçliğe ulaşır gibi, sadece gidip geldi.

Sonunda bittiğinde, avuçlarını ayalarımdan çekti. Masaya yeniden dönüp, tütünü sarmaya devam etti.

Saatlerce ben yatağın üzerinde, o iskemlenin köşesinde kalakaldık. Sonunda, “Acıktın mı?” diye sorabildim. Sanki her şey normalmiş gibi, bana, girip çıkabileceği bir boşluktan fazlası değilmişim gibi davranan adama, bunu sorabildim.

Başını iki yana salladı. “Değilim,” dedi.

“Peki başka bir şey ister misin? Su ısıtayım mı, banyo yapacak mısın?”

“Hayır.”

Nihayet ardına dönüp bana baktı. “Ben senin kocan değilim, biliyorsun değil mi Lidiya? Beni onun yerine koymaya çabalamıyorsun değil mi?”

Ellerimi yumruk yapıp, titreyen dudaklarımı sakinleştirdim. “Neden böyle düşünüyorsun?”

“Aylar oldu Lidiya… Aylardır buradayım. Kapını çalan, nasılsın diye soran olmadı sana. Kendi sebzeni ektin, kendi ekmeğini yaptın, kendi tavuğunu kestin. Yangının yanı başında, çocuklu bir kadını kimse önemsemedi. Neden Lidiya? Neden bu kadar görünmezsin?”

Ağlamaya başladım. Konuşmaya devam etti.

“Sen bu bahçeye girecek herhangi birine kapını aralardın değil mi? Çünkü öylesi kimsesizsin.” Tütünü dudaklarına götürüp, başını salladı. “Biliyor musun, orayı ben yakmadım. Birkaç çocuk ateşe verdi orayı. Ben ağılda, hayvanların koynuna sığınan evsizden başka bir şey değildim. Evet evsizdim. Bir seyyahtan, kimliksize evirildim. Yangından kaçtım. Bahçene geldim. Karnımı doyurmaktan, saman yerine döşeğe serilmekten başka bir şey dilemedim.” Yeniden dumanı içlenip devam etti. “Birkaç saat önce seni becerdim. Sevdiğim kadınlara yaptığım gibi saçlarını okşamadım. Dudaklarımı bedeninde gezdirmedim, kulağına neler hissettiğimi fısıldamadım. Sadece, öylesine, o kadar berbat bir hisle becerdim ki seni… Kendimden utanır hâle geldim. Ben senin kocan değilim Lidiya. Ben senin kimsesizliğinin kimsesi değilim.”

Ayağa kalkıp, bebeğimin yanına geldi. “Sen ondan daha sağırsın biliyor musun? İnsanların senin hakkında konuştuklarını duymaya korktuğun için sokağa çıkmıyorsun. Tüm dünya sana sağır, sen onlara sağırsın.” Sigarayı içine çekip, bir nefes daha çekip, tablaya söndürdü. “Gideceğim Lidiya. Kendimi iyice toparladım. Artık burada kalamam. Seni herhangi bir umuda bürüdüysem, beni affet.”

Başımı sallayıp ayağa kalktım. Pazen geceliğime dökülen dölleri kurumuştu. Üzerimi değiştirip, geceliği kirli hâliyle dolaba koydum.

“Ne zaman peki,” dedim, “Ne zaman gideceksin?”

“Bu gece son… Sabaha yola çıkarım.”

“Benim için bir şey yapar mısın peki?”

Başını salladı. “Ne istiyorsun?”

“Hangi ağacı seversin?”

Dudaklarını büzdü. “Hiç düşünmedim. Belki kavak, belki çınar. Neden sordun?”

“Yarın sabah pazar kuruluyor. Hangisini seviyorsan, onun fidesini alır mısın? Burada, bahçemde, senden bir yadigâr olarak büyüsün. Sonra gidersin. Olur mu?”

Gömleğini soyunup, yatağa girdi. Sırtını bana dönüp, gözlerini kapadı. Uyuduğunu sandığım anda fısıldadı. “Olur…”

* * *

Bahçenin katılaşmış toprağını ısladım. Kayının biraz ilerisini hafifçe kazdım. Güneş, yüzümü döverken, ılık ılık ağladım. Birazdan yeniden, aynı, çıplak, sağır, sakin yalnızlığıma gömülecektim.

“Hey!” diyen sesle irkildim.

Elinde tuttuğu fideyle Seyyah’ı gördüm. “Bir kavak aldım,” dedi, “Belki bir gün dönüp, nasıl büyüdüğünü görürüm.”

Gülümsedim. “Arka bahçeden biraz domates toplar mısın? Kahvaltı masasını kurayım, sonra ekeriz kayının yanına kavağı.”

Tereddütle olduğu yerde durdu. İlk defa arka bahçeye gitmesini istediğimi fark etmişti. Mavi gözleri, yüzümde gezindi. Sonunda başını sallayıp, “Peki,” dedi.

Elimde sürüdüğüm kazma ile peşi sıra gittim. O domatese eğildi, ben kazmanın sapını kavradım. Ve boynuna, öpmeyi düşlediğim tenine savurdum.

Kanları, ekinlerin üzerine düştü. Bedeni toprağa devrildi. Elindeki kavak fidesi, savrulup ayakucuma geldi.

Gözleri büsbütün büyüdü Seyyah’ın. Dudakları son kez aralandı. “Neden,” dedi, “ned…”

“Ölmeni, gitmene yeğlerim,” dedim, “tıpkı, beni gebe hâlimle terk edeceği gün öldürdüğüm, şimdi kayının dibinde yatan kocam gibi…”

Ölü bedenini sürüyüp, kayının yanına gömdüm. Üzerine kavağı ekip, kocamın cesedinin yanında büyümeye koydum.

Toprağını okşayarak, mırıldandım. “Beni herkes duydu, bir sen duyamadın. Benim kim olduğumu, neler yapabileceğimi herkes bildi, sen bilemedin. Bu hikâyedeki asıl sağır sendin…”

Gaye Keskin

Çizerek geçen hayatımdaki rotayı, kaleme kırdığımdan beri yazıyorum. Resim yapmak, öykü yazmak ve bu iki ebedi arkadaşımı sonsuzluğuma kadar yanımda tutmak; en büyük amacım. Belki bir gün ikisini birleştirir, tablolarıma ait öykülerimi yazarım ve sergimi birlikte süslerler. Henüz basılmamış bir kitabım ve içimde doğumunu bekleyen hikâyelerim var. Bu kadarım. Ne daha fazla ne daha az…

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Ziya Ziya says:

    Güzel ve sürpriz finalli öyküyü heyacanla okudum. Sözcükleriniz bol olsun.

  2. Öyküleri dişi erkek diye ayırmak ne kadar doğru bilemem. Doğru olmasa bile bunu yapacağım ve bu öyküyü dişi bir öykü diye tanımlayacağım. Buram buram bir kadın öyküsü. Bir kadının nasıl hallere düşebileceğini, nelerden medet umabileceğini, onu terk edenlere neler neler yapabileceğini öyle güzel anlatmışsın ki Gaye. Hele bebeğini. Hangi toplum olursa olsun, dünyanın neresinde olursa olsun bir kadının yalnız başına elinde bir bebekle kalması, bir başına ve çaresiz kalması ne kadar zor. Sakın yanlış anlaşılmasın, öyküyü erkekler anlamaz gibilerinden konuşmuyorum. Cinsiyet önemli olmaksızın erkek, kadın, diğer olmak üzere empati kurabilen herkes anlayabilir, hissedebilir bu öyküdeki kadın kahramanın yaşadıklarını. İçimdeki akortsuz tele dokunduğun için teşekkür mü etsem ne yapsam bilemiyorum sana Gaye. Bir kedi yavrusu zannedilen güçsüz bir karakterden bir kaplan yaratmışsın. Acıtıldığında, yalnız bırakıldığında karşındakini parçalayan bir kaplan. Evet teşekkür ediyorum. Çok hem de! Gerçeklerden neden hoşlanmadığımı anlatan nadide bir öykü daha. Kalemin daim olsun benim güzel arkadaşım. İlhamın bol olsun.

  3. Çok teşekkür ederim, sağ olun.

  4. Canım Merve💕 Nasıl mutlu oldum yorumunla anlatamam. Bütününü okuyamadan, bir kez bile üzerinden geçemeden gönderdim ama bu güzel yorumun sayesinde, öyküye çok daha fazla güvendim. İyi ki varsın, iyi ki varız. Okuman, yorumlaman çok kıymetli. Daim olalım💕

  5. Selam Gaye. Yine çok başarılı bir öykü. Soğuk topraklarda yoğrulmuş yakıcı bir öykü. :+1:

    Başından sonuna kadar ufaktan bir merak bana eşlik etti. Ben daha dini bir son bekliyordum. Özellikle yanarak koşan kuzu metaforu böyle bir sonu işaret ediyordu. O kuzunun Seyyah’ı temsil ettiğini öykünün sonunda anladım. Beklemediğim bir ters köşe ile sonunda beni yakalayan bir öykü oldu. Kalemine sağlık.

    Yalnız bir cümle çok içime oturdu.

    Keşke bu kısmı kesseydin. Bu cümle olmadan öykü çok daha değerli hale geliyor bence. Zaten Lidiya gidip kayının başına oturuyor, her şey anlaşılıyor. Hatta bir tık öteye taşıyıp kaynının başına da oturtmayabilirdin. Ben o çapa indiği anda her şeyi anladım ve çok yüksek bir tatmin duygusu doldu içime. Çünkü yazar bana hiçbir şey dayatmadan ben Lidiya’nın kocasını da öldürdüğünü anlamıştım ve gardım çok düşükken yakalanmıştım. Ama bir sonraki cümlede hepsi birden eriyiverdi.

    Yine de çok başarılı bir öyküydü. Ä°çimden bir ses o çapa inene kadar senin de bilmediğini söyledi. Bilmiyorum ne kadar doğru söyledi. Ama bu durum mükemmel bir son yaratmış öyküye. Bahsettiğim cümle dışında. :sweat_smile: Kalemine sağlık. Görüşürüz. :+1:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

26 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for gayekcelik Avatar for merveriii Avatar for MuratBarisSari Avatar for pcd Avatar for Kitsune Avatar for realta Avatar for efsenay Avatar for Zeynep_Cakir_Taskin Avatar for Muge_Kocak Avatar for Gonul Avatar for Ziya Avatar for ulu.kasvet Avatar for B_Hotan