Öykü

Çok Önemli Bir Toplantı

Ne olduysa o toplantıda oldu. Birazdan anlatacağım. Açıkçası benim de hep hayal ettiğim bir şeydi Tulup’un yaptıkları. Ama o yaptı, ben yapamadım. Henüz yapamadım. İleride benim de yapacağım zamanlar olacaktır şüphesiz. İnsan sırasını beklemeyi bilmeli. Ama bizim Tulup insan değil ki… Gerçi ben, ben de insan değilim. Neyse fazla kafa karıştırmak istemiyorum. İnsanlıktan çıktığım o toplantıyı anlatacaktım. Ben çıkmadım gerçi Tulup çıktı, ama artık beraberiz. O gün onun yaptıklarını yapamadıysam da ilerde bir gün yapacağımdan eminim. Buradaki herkes buna inanıyor.

 

O gün, yani her çarşamba yaptığımız yazı kurulu toplantısında, diğer toplantılardan farklı bir hava yoktu. Masamdaki yerimi çoktan almıştım. Toplantı başladıktan sonra içeri girmeyi adet edinmiş Felsefe Bölümü yazarı ile onun uzatmalı sevgilisi yani bizim derginin Kültür-Sanat Bölümünden sorumlu yazarı arka arkaya geldiler. Çok sinir bozucu bir durumdu. Ayrıca yine toplantı başladıktan sonra gelmeyi meziyet sanan bizim derginin yazı kurulu şefi ortada yoktu henüz. Herkes aralarında bir şeyler konuşuyordu ama kimse dergiden, bu ayki yazılardan bahsetmiyordu. Doğrusu bu durum sinirimi bozuyordu. Demek ki kimse bu işi ciddiye almıyor diye düşünüyordum. Ayrıca yazı kurulu şefinin de hala toplantı salonuna gelmemesi beni kat be kat geren başka bir durumdu. Nihayet yazarlardan biri akıl edip “Toplantıyı açıyorum,” diyebildi. Biraz sonra da yazı kurulu şefi bir başka deyişle derginin sahibinin oğlu içeriye girdi. Çenesinden tel tel dökülen sakallarında ellerini gezdirerek, sanki o geç kalmakla ayıp etmemiş de biz erken gelip toplantıyı açmakla kusur etmişiz gibi kabaca hepimizin üzerinde cansız gözlerini gezdirip “Merhaba,” dedi.

Yazı kurulu şefi içeri girip başköşedeki iskemlesine kurulana kadar sessizlik hâkimdi. Boynunda oldukça biçimsiz duran kırmızı fularını çıkartıp masanın üstüne koyarak, “Haydi bakalım, nerede kalmıştınız?” dedi. Bu arada yanımdaki güzel gözlü, derginin yeni yazarlarından, yanılmıyorsam Çocuk Masalları Bölümü yazarı kız, yüzünde abartılı bir gülümsemeyle yazı kurulu şefini süzüyordu. Ne aptalca bakışlar diyordum içimden. Bu sırada toplantıyı açan ve yazı kurulu şefi içeri girdiğinden beri tek kelime konuşmayan, yine derginin yeni yazarlarından Gerilim Bölümü yazarı konuşmaya başladı:

“Evet, geçen ay en çok satan dergi olmuşuz. Bu harika! Lakin bu fevkaladelik derginin yeni sayısını hazırlarken eksik gördüğümüz, daha önce de konuşup eksiliklerinde mutabık olduğumuz bazı noktaları düzeltmeyeceğimiz anlamına gelmez.”

Söylenenler hoşuma gitmişti. Ben de derginin Hukuk Bölümü yazarı olarak, son zamanlarda iyice bayağılaşan ve piyasadaki popülist yayınların içinde bolca yer alan ve alelacele yazıldığı çok belli bazı yazılardan duyduğum rahatsızlığı dile getirecektim ki, şef araya girdi. Hem de oldukça kaba ve toplantı kurallarını çiğneyen bir tavırla:

“Dostum, konu nerden buraya geldi bilemiyorum ama toplantının birinci gündemi bu mu olmalıydı Allah aşkına?”

Ya ne olmalıydı Bay Ego? Bir kere senin yaptığın, daha geçen toplantıda konuşup üzerinde ortaklaştığımız sırayla konuşma usulüne aykırı…

“Şef, toplantı gündemlerini siz gelmeden belirlemiştik; arkadaşımız ilk gündem maddesi üzerinde konuşuyor.”

Kadın Bölümü yazarının bu araya girişi yerindeydi. İçimden, hay ağzına sağlık be, dedim. Her ne kadar yazılarını sevmesem de, hele ki cinsellik temalı yazılarında konuyu salt kadın bedeninin arzusuna indirgeyerek meseleyi ele almanı yersiz bulsam da şu yazı kurulu şefini bozdun ya, helal olsun!

“Bak canım, birincisi ben toplantı gündemlerini sırasıyla takip edip etmediğinizi sormadım, hani ilk gündem maddesi bu olur mu dedim. Bunu şunun için söylüyorum; dergimiz önemli bir başarı kazandı. Hani şöyle diyeyim, geçen yılın tam beş ayında birinci sırada yer almışız. İnsan bu hayatta kendini motive edecek bir şey buldu mu, ondan yararlanmayı, bu sayede daha iyisini üretmenin zeminini oluşturmayı ihmal etmemeli. Ah sıkıcı insanlar… Burada kendimizi yüceltmeyi, başarılarımızla övünmeyi de; daha iyi olmak için elimizden geleni yapmayı ihmal etmemeyi de bileceğiz. Şimdi bu kardeşimiz gibi, isim neydi pardon,…, tamam teşekkür ederim, hani eğer M. gibi bu mutlu günümüzde önümüze yeni ve tam da şuan için çok gerekli olmayan sıkıcı görevleri yığarsak motivasyonumuzu zedeleriz. Onun için diyorum neden ilk gündem maddesi olarak bunu aldınız, anlaşıldı mı?”

Şef konuşurken, özellikle de sağ eliyle yanaklarını kavrayıp top top duran sakallarını ütülerken acayip sinir oluyordum. İçim içimi yiyordu. Adam saçma sapan bir şey söylüyordu; sonra da o saçma şeyi mantıklı ve kabul edilebilir hale getirmek için daha yüzlerce saçma şeyle süslüyordu. Konuşurken bolca “hani” diyordu. Ve o anlattıkça herkesin kafası bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Onaylıyorduk yani söylediklerini. Yanımdaki güzel gözlü, onaylamanın da ötesinde sen ne dersen doğrudur, zaten sen yanlış bir şey söylemezsin der gibi bakıyordu adama. Adamın ağzından dökülen her kelimeyi kimseye kaptırmadan yakalıyor beynine, gönlüne bir nakış gibi işliyordu. Adam herhangi bir vahim meseleyi, mesela güzel gözlünün babasının öldüğünü şöyle hafifçe tebessüm ederek söylese, herhalde güzel gözlü cilveli cilveli gülerek ayıkamazdı söylenen şeyin vahametine.

Şef iyice toplantının kontrolünü eline almış geçen ayki satışların başarısından söz edip duruyor; geçen ay dergide yazıları yayımlananlara sululuk yapıp toplantının ciddiyetini bulandırıyordu. Bir ara gözlerinin bana odaklandığını hissettim. Hissettim çünkü ona değil onun yanındaki, şefin bir numaralı yalakası olan, kemikli suratı ve her an kafasından düşecekmiş gibi duran gözlükleriyle şef neşeli konuştuğunda habire sırıtan, şef ciddileşince de çok önemli bir devlet sırrını dinliyormuş gibi dikkat kesilen, Ekonomi Bölümü yazarına bakıyordum. Böyle adamların diyordum zerre kadar kendilerine ait bir fikirleri yoktur bu hayatta. Eğer efendisi şemsiye kullanımının saçma olduğuna dair bir iki laf etse, yağmurlu havada yanlarına şemsiye almak gerektiğini bile sorgularlar. Yalnız bu çirkin adamda dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı. Adamın çenesi keseli yırtıcı bir etobur hayvan gibi aşağı sarkıyordu. Gözlerimi kapatıp tekrar bakıyordum, evet öyleydi. Şefin sesiyle irkildim:

“Geçen ay sizin yazınız var mıydı dergide?”

“Benim mi?”

Şuna bak! Bana sorduğu soruya bak! Gel de sinirlenme…

“Vardı ya hani, hani siz de beğendiğinizi söylemiştiniz.”

Ah salak kafam, böyle ezik ezik cevap vermekten ne zaman kurtulacağım, üstelik ben de “hani” diyorum.

“Anladım, bu ay ne üzerine yazıyorsunuz?”

Bu soru hoşuma gitmişti. Zaten konuşmak istediğim birkaç konu vardı. İyi oldu diye düşünmüştüm. Hem tam bu anda herkesin gözü üzerimdeydi. Ben kaçamak bakışlarla yanımdaki güzel gözlünün de bana bakıp bakmadığını yokladım. Evet, meraklı meraklı bakıyordu. Hoşuma gitmişti. Biraz sonra yapacağım konuşmayla zaten güzel gözlünün yörüngesinin merkezine oturacağımdan emindim.

“Bu ayki yazıma geçmeden önce genel bir değerlendirme yapmak istiyoru…”

“Dostum boş ver şimdi genel değerlendirmeyi, onu yaparız daha sonra. Nasıl bir yazı hazırlıyorsun, kısaca bahsedersen sevinirim. Seviniriz hatta değil mi?”

Bu ukalaca araya giriş değil de milletin bu kabalığı olumlaması canımı çok sıkmıştı. Hele güzel gözlüye ne demeli… Küstahlığa bu kadar prim veriyorsun da benim ne hakkında konuşacağımı biliyor musun? Belki de konuşacağım şey senin daracık dünyanı aydınlatacak, ama nerde sende o düşünce…

“Tabi haklısınız, genel değerlendirme değil de ben yazımdan bahsedeyim. Şöyle bir saniye notlarımı da çıkarayım… Affedersiniz… Hay Allah az önce burdalardı…”

Lanet notlar bir türlü çıkmak bilmeyince ben konuya giremedim. Şef ise gayet mat bakışlarla, üstelik bu bakışların çok karizmatik olduğunun düşüncesine saplanmış gibi çenesinden tel tel düşen aptal sakallarıyla oynuyor, bazen sakallarını yukarı doğru kıvırıp ağzının içine alıyordu.

“Neyse dostum, sana daha sonra döneceğim. Belli ki uğraşmışsın epey…”

Son cümlede pis bir kinaye vardı; bazı gülüşmelere sebep olmuştu zira. Notlarımı çıkartıp bu ay ne üzerine yazdığımı anlatmak için kendimi hazırladıktan sonra şiddetle söz almak istiyordum. Ama sıra bana bir türlü gelmiyordu. Geçen ayki yazımın değiştirilerek yayımlanmasının çok büyük bir saygısızlık olduğunu da ilan etmek istiyordum ayrıca. Bir taraftan da bu sefer bu ayki yazımın yayımlanmama tehlikesi oluşur diye bu fikirden cayıyordum. Sabırsız bir şekilde tekrar söz sırasının bana gelmesini beklerken kulağımda ilk defa art arda güzel cümleler yankılandı. Aylardır bu toplantı salonunda hiç duymadığım kadar güzel…

“….İkincisi, tavrınız yanlış… Siz burada çok ehliyetli, her konuda bilgili bir insan olduğunuz için şeflik yapmıyorsunuz. Babanızın varlığı sayesinde bu işi yapıyorsunuz. Felsefe konusundaki bilgisizliğini tartışmak bile istemiyorum. Ama nasıl olur da Spinoza Felsefesi ile ilgili makalemin son paragrafını yayımlamazsınız? Felsefe ile ilgili bir makalede değil bir paragraf bir noktalama işaretinin bile onlarca anlamı vardır. Üçüncüsü…”

Birincisini tam duyamamıştım, üçüncüsüne ise şef izin vermemişti.

“Dostum, benim ağzımdan ben felsefeyi senden iyi bilirim diye bir şey çıktı mı? Şunu anlamıyorum, hani babamdan dolayı bazılarınız bana doluyor, hani bir şey yapabileceğiniz yok da… Hani madem öyle, sizin için bu işkenceye dönen yazı işinden ayrılın gidin kardeşim. Biz de başka alternatiflere yönelelim. Bakalım bu dergiye yazacak daha kaç felsefe yazarı, daha kaç hukuk yazarı çıkacak görelim hani…”

Bir daha “hani” derse şunun alnının çatına kafayı yapıştırayım diyordum. Saygısız, üstelik kara cahil! Bir insan yazı işçisine, mermer işçisi muamelesi yapar mı? İşte bu yapar!

“…anlıyorum, çoğunuzun akranıyım belki sizlerden daha gencim. Bunu sindiremiyorsunuz. Hani şöyle diyeyim; benim bu kadar erken bu dergiyi yönetmemi, fiyakasından yanına yaklaşılmayan gururunuza yediremiyorsunuz. Ha ha ha…”

“Hani” dedi yine, dayanamıyorum.

“Off… olmaz ki ama böyle.. Saygısızlık bu!”

Bir anda kalabalık yüksek sesli bu lakırdıların çıktığı kişiye, yani bana baktı. Evet, çok sinirlenmiştim ama bu saçma lafları edince derin bir pişmanlık duydum. Şef gayet soğukkanlı;

“Bir şey mi dediniz?” dedi.

“Hayır… yani size değil. Bir mesaj geldi de telefonuma, ona sinirlendim. Özür dilerim.”

Gerçek bir aptalım ben. Böyle bir geri vites yoktur herhâlde.

“Peki, bu gerilimi sevmedim. Sıkıldım. Bitirmek istiyorum toplantıyı. Bu ay bir değişiklik yapacağız; hukuk ve felsefe yazıları yerine çocuk masalları ve yağlı güreşlerin tarihçesi ile ilgili yazılar olacak. Hani bunu tartışmak istiyordum ama toplantıdaki atmosferi beğenmedim. Başka zamana artık…”

Şefin bu sözleri bardağı taşıran son damlaydı. Benim yüzümde aptalca bir memnuniyet vardı. Dergideki yazılarımın sonlandırılmasını nasıl böyle dinginlikle karşılıyordum anlam veremedim. Ama işte o… işte Tulup sahneye çıkınca her şey istediğim gibi oldu.

 

Az önce yok yalakadır, yok kendine ait fikri yoktur diye atıp tuttuğum, bizim bu zamana kadar Ekonomi Bölümü yazarı Bay S. olarak bildiğimiz adam bir anda o an ayrımsayamadığım ama şuan çok iyi bildiğim Tazmanya Canavarına dönüşmüştü. Normal bir Tazmanya Hayvanı değil ama… Öyle bir boy attı ki toplantı salonunun tavanını yaran tüylü kafasını sadece yemini ağzına götürmek için salona doğru eğerken görüyorduk. Önce yazı kurulu şefini yuttu. Hem de neresinden tutup yuttu dersiniz; o gıcık sakallarından! Daha sonra diğer yalaka tayfasını tek tek yuttu. Sıra güzel gözlüye gelince ben hiç umursamadım. Ama Tulup güzel gözlüyü pembe pabucundan tutup yutarken nedense bana baktı. Salonda benden başka kimse kalmamıştı. Doğrusu ben de onun o devasa çenesinden cehenneme yollanmak için heyecanlanıyordum. Benim gibi birine bu son yakışırdı. Hem sevmediklerim benden önce gitti ya, bu bana yeterdi. Ama canavar bana bakıp geniş ağzını daha da gererek göz bebeklerini küçültünce Tulup’un güldüğünü anladım. Sonra o mükemmel canavar yerini tekrardan bizim Ekonomi Bölümü yazarı Bay S.’ye bıraktı.

O ana kadar her şeyi tuhaf bir normallikle karşılayan ben, şimdi şaşırdığımı hissediyordum. Beni de yemeliydi o Tazmanya Canavarı, beni de… Bu haksızlıktı. S. yüzüme baktı;

“Senle, Felsefe Bölümü yazarı arasında kararsız kaldım. Evet, o da memnuniyetsizdi ama onunki çok tekildi. Sendeki memnuniyetsizlik işimize yarayabilir diye düşündüm.” dedi.

“Anlamadım,” demeye çalıştım ama tam olarak bu kelimeyi ağzımdan çıkartıp çıkartamadığımı bilmiyorum.

“Seni,” dedi, “yanımıza almak istiyorum. Sende bir cevher var. Canavarlaşma eğilimin üst safhada. Sana bu şansı vermek istiyorum.”

O gün bugündür beraberiz. Daha canavarlaşamadım. Ortamlara girip çıkıyorum. İş toplantılarına, sinemalara, maçlara, kütüphanelere gidiyorum. Kalabalıklarda dolanıyorum. İşim bu. Onun adı Tulup’muş. Benim ki daha belli değil. İlk nerede canavarlaşırsam oranın adı verilecekmiş. Bazen dayanamayıp Tulup’a; “Ne zaman?” diyorum, “Daha sırası var.” diyor.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for hilay hilay says:

    merhaba, öncelikle öykünüzü çok beğendim. sanki toplantıda bulunan görünmez bir karakter gibiydim.sonu hiç tahmin edemeyeceğim bir şekilde bitti ve üstelik çok hoştu.söylemeden geçmeyeceğim devrik cümleler kullanmanız hikayeye farklı ve hoş bir tat katmış hani :sweat_smile: kaleminize sağlık

  2. bu güzel değerlendirmeniz için teşekkür ederim…

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for hilay Avatar for uzunorcun

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *