Öykü

Daktilo Ayini

Ben bir modelim. Uzun bacaklarım ve iri memişlerim var. Bir de tabi karınca kadar da bir midem. Açım çünkü. Çok açım. Sürekli açım ve sürekli sinirliyim. Bu yüzden bunu kendime her zaman itiraf edemesem de kaprisli bir modelim.

Mesela makyöz yanlışlıkla dudağıma sürdüğü ruju taşırdığı zaman sinir krizi geçiriyorum. Bağırıyorum, kızıyorum. Sonra da özür dilemeye utanıyorum ve kaprisli bir model olarak insanların gözünde askılık görevi yapmaya devam ediyorum.

Hatta bazen de o kadar kaprisli oluyorum ki üzerime asılan çarşafa bile karışır hale geliyorum. Aslında tek yapmam gereken sadece o çarşafla uygun bir yerde vücudumu olduğundan daha seksi gösterecek bir şekilde durmak. Ama ben aç olduğum için durmuyorum. Sadece sinirleniyorum ve bağırıyorum.

Yaklaşık bir beş yıldır bu işin içindeyim ve yaklaşık bir beş yıldır açım.

Bu arada bağlı olduğum ajans sayesinde iyi para kazanıyorum. Çünkü her hafta çekime gidiyorum. İşte kıyafet çekimi, aksesuar çekimi ya da kozmetik çekimi falan. Genelde dağ başı, deniz kenarı, muhteşem manzaralı yerler oluyor çekim yerleri. Geçen hafta dışında tabi.

Geçen hafta gittiğimiz yer Urfa da bir restorandı. Ama sıra gecesi yapılan bir restoran ve ben de tabi ki çiğ köfte yapıp, şarkı söyleyen ve aynı zamanda ellerindeki müzik aletleriyle müzik yapan insanların önünde poz verecektim. (Bu arada kostüm ve makyajdan önce ilk başta mekanı geziyoruz. Herkes için uygunsa çekim başlıyor. Ben gezerken restoran boştu ve sıra gecesi ekibinde, çiğ köfte yoğuran adam dışında hiç kimse bir şey yapmıyordu. Bana söylenen tek şey de çekim başladığı zaman sıra gecesininde başlayacağıydı. Bir de bunun bir kıyafet çekimi olduğu. Bana bunları da stajyer kız söylemişti.)

Evet, gerçekten bunu yapmam gerekiyordu. Ama bunu nasıl yapabilirdim ki? Düşünsenize, bir model sıra gecesi yapan adamlarla beraber poz verecek.

Adamlar Delalım’ı çalarken ben seksi poz mu verecektim? Alnı ter içinde kalmış adam çiğ köfte yoğururken ben üzerimde ki kıyafeti güzel mi gösterecektim? Ne yapmamı bekliyorlardı? Gidip bağlama çalan adamın boynuna mı sarılacaktım? Ya da çiğ köfte yoğuran adama yardım mı edecektim? Nasıl pozlar vermemi bekliyorlardı ki?

Zaten açtım ve kaprisliyim. Bu yüzden sinirlendim tabi. Olmaz diye bağırdım. Yapmam ben bu işi. Yedek modelde gelmemişti. Bu yüzden ısrar ettiler. Hem de bayağı. Ama ben çok sinirliydim. Bu yüzden gidip ayağımla çiğ köfte yoğuran adamın önündeki çiğ köfte yoğurduğu tepsiyi ittim. Biliyorum, çok yanlış. Üzerinde yemek var sonuçta. Ki aç olan birinin böyle yapması daha yanlış. Ama ne yapayım? Ben aç ve sinirli olunca aç bile olduğumu unutabiliyorum.

Tepsiyi devirdikten sonra bir de altından ne çıksa beğenirsiniz? Daktilo.

Evet, bir daktilo. Yeşil bir daktilo. Bir de kâğıt var. Üzerinde bir de kâğıt var. Sinirim katlandı ve ilk başta beynimin içine sonra da dilime kaçtı. Bu yüzden çiğ köfte yoğuran adama:

  • “Bu ne ya! Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Şaka mı bu?”
  • “Hayır, değil. Bu kadar sinirlenecek bir şey yok ki. O sadece bir daktilo. Olması gerektiği gibi.”
  • “Şu an böyle bir durumdayken daktilonun burada mı olması gerekiyor?”
  • “Evet. Ayrıca sen niye bu kadar sinirlendin ki?”
  • “Sinirliyim ben.”
  • “Bana ne? Bize ne? Gelip daktilo ayinimizin içine sıçan sizsiniz.”
  • “Ne ayini?”
  • “Daktilo.”
  • “O ne ya?”
  • “Ayin. Bilmiyor musun?”
  • “Ne diyorsun ya?” Dedim ve o restorandan çıkıp bir taksiye bindim. Sonra da otele geri döndüm.

Otele varır varmaz odama gittim ve duş aldım. Duş alınca biraz sakinleştim. Oturup düşündüm. Kendi kendime: “Çok mu fazla tepki verdim? Evet, fazla tepki verdim. Ama çok saçma bir durumdu. Ama saçma olması sinirlenmem gerektiği anlamına gelmiyordu. Bir de saygısızlık yaptım sonuçta. Hem çiğ köfteye hem de çiğ köfte yapmak için uğraşan adama. Muhtemelen o da ben saygısızlık yapınca sinirlendi. Yoksa daktilonun ayini mi olurmuş?” Dedim.

Ama gidip adamdan özür dilemedim. Daha önce dediğim gibi utanırım böyle durumlarda. Ama nedense sebepsiz yere insanlara sinirlenmeye utanmam. Sanırım kaprisli olduğum kadar aynı zamanda biraz da egoluyum. Sinirlenecek kadar üstün özür dileyecek kadar alçak olmadığımı düşünüyorum. Oysa hepsi insani duygu. İnsanın insani duyguları yaşaması için ne maddi ne de manevi bir seviyesinin olması gerekir mi hiç? İşte eğer egoluysanız gerekir. Ama nedense kendimi kendimle baş başa kaldığım zamanlarda eleştirebiliyorum. Yani kendi gözümde bir karıncayım. Ama insanların gözünde bir elmas gibi olmak istiyorum ve onlarında beni elmas olarak görmeleri için her türlü saçmalığı yapıyorum. Oysa ilk olarak kendimi elmas olarak görmeliyim değil mi? Ama bunu gelde her fırsatta çatlağı bulup ortalığa çıkan yanardağın içindeki ateş yani egoya anlat.

Bu düşüncelerin hepsini kendi kafamda süzgeçten geçirdikten sonra uyudum. Sabah yine çekim vardı. Malum iş sonuçta, bırakamazsın. Bu yüzden eşortmanlarımı geçirdim ve saçımı da en vasat bir şekilde toplayıp o çekime gittim.

Ama bu sefer daha da büyük saçmalıkla karşılaştım.

Çekime başlamışlardı. Yani adamlar tam da anlayamadığım bir şekilde sıra gecesi yapıyorlardı. Gerçi bugüne kadar hiçbir sıra gecesine katılmamıştım. Ama hiç televizyonda izlediğim sıra gecelerine benzemiyordu yaptıkları bu şey.

Adamlar yine aynı şekilde oturmuştu. Ama bu sefer çiğ köfteci yoktu. Bir şarkı çalıyorlardı. Ahmet Kaya’nın derlemesi olan “Saza niye gelmedin?” Oynak bir şarkı olmasına rağmen halay çeken insanlar vardı.

Ama sanki bir şeyin etrafında dönerek halay çekiyor gibiydiler. Ama neyin etrafında döndüklerini bir türlü göremiyordum. Bu yüzden biraz yaklaştım ve bir de ne göreyim? Dünki daktilo.

Bir de fazladan daktilonun sağında ve solunda iki tane kadın var. Hem de kadınlar zılgıt çekiyor.

Sonra çiğ köfte yapan adam dün benim ittiğim tepsiyle geldi. Tepsinin üzerinde de çiğ köfte vardı. Tepsiyi, hani kınalarda gelin oturur ve kınayla beraber gelinin etrafında bekar kızlar döner ya işte adam da aynen öyle tuttu ve halayın orta yerine girdi. Halay çeken insanlara çarpmamaya dikkat ederek daktilonun ve kadınların etrafında dönmeye başladı.

Ben de orada öyle salak gibi duruyordum. Ta ki Mehmet gelip, Sıra sende, diyene kadar. (Mehmet bizim asistanlardan biriydi. Ne asistanı olduğu belli değildi ama yapardı bir şeyler.)

Şaşırdım. Çünkü anlamadım. Nasıl sıra bendeydi? Ben böyle bir durumda ne yapacaktım ki? Adamlar tuhaf bir şey yapıyorlardı ve ne yapabilirdim ki? Ayrıca kostüm ve makyaj olmayacak mıydı?

Sonra Mehmet arkama geldi ve beni itti. Ben de halay çeken adamlardan birine çarptım. Adam da kolumu tutup beni kadınların yanına oturtturmasıyla beraber yönetmen başlıyoruz diye bağırdı. Ben de:

  • “Durun. Noluyor ya?”

Yönetmen:

  • “Çekiyoruz işte.”
  • “İyide bu ne?”
  • “Daktilo ayini.”
  • “O ne ya?”
  • “Nasıl? Sen bilmiyor musun? Sana anlatmadılar mı?”
  • “Neyi anlatmadılar?”
  • “Of, neden hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyoruz ki biz?”dedi.

Yapmam gereken şey aslında sadece o kızların yanında öyle bomboş oturup, dalgın dalgın uzaklara bakmakmış. Bununla beraber diğer bütün herşeyi de Mehmet’ten öğrendim.

Mehmet’in dediğine göre, geçen günlerde kırklı yaşlarda bir kadını tutuklamışlar. Kadın bir mafya annesiymiş ve hem de daktilo sayesinde mafyalığa başlamış.

Bu kadın yıllar önce daktilonun kadınlarının önüne koyduğu çalışma hakkından yararlanmış ve Urfa da bir şirkette sekreterlik yapmaya başlamış. Patronunun bütün işlerini hep bu kadın düzenliyormuş. Patronu da bu arada mafyaymış. Ama gizli gizli bu işi yürütüyormuş tabi. Kadında malum ekmek parası bunu bildiği halde bir şey demeden işini yapıyormuş sadece.

Sonra bir gün patronu bir kadınla evlenmeye karar vermiş. Bunun için bir bekarlığa veda partisi düzenlemiş. Daha doğrusu bir sıra gecesi. Çünkü Urfalıymış adam. Tabi sekreteride bizim kız olduğu için her şeyi o düzenlemiş ve bu yüzden de o sıra gecesinde ki tek kız oymuş.

Patron ve arkadaşları gecenin ilerleyen saatlerinde bu kadına tecavüz etmeye çalışmışlar. Ama kadın buna izin vermemiş ve patronun belinde ki silahı alıp her birini tam da şah damarlarından vurmuş. Sanki yıllardır silah kullanan birisi gibi. Hem de hiç silah kullanmadığı halde.

Meğersem bu daktilo bir insanın parmaklarını öyle bir geliştiriyormuş ki parmaklar ellerine aldıkları her şeyi hiç yabancılık çekmeden hemen kavrayabiliyorlarmış. Yani bir nevi parmakların evrimleşmesini sağlayabiliyorlarmış.

Kadın bu olaydan sonra birkaç yıl içerde yatmış ama çıkınca patronunun ailesi başına musallat olmuş ve bu kadının iki kız kardeşini de öldürmüşler.

Kadın da intikam almak için giriştiği işte mafya oluvermiş. Yani bu daktilo onun hayatını tamamen değiştirmiş. İlk başta çalışma imkanı vermiş sonrasında da onu mafya yapıvermiş. Ona çok fazla hak ve şans vermiş.

İşte feminist bir grup mizahçı o olayın gerçekleştiği günden beri böyle bir eylemin içerisindeymiş.

Bu çekimin nedenide HABER. Sadece canlandırılmaya çalışılan bir haber ve çekimler.

Bu arada buradaki kadının olabildiğince sade ve sıradan olması gerekiyormuş. Çünkü haber bir daktilonun bir kadının hayatını nasıl ve ne kadar değiştirebileceği hakkında. Kadının güzelliği ve seksiliği hakkında değil. O yüzden kostüme ve makyaja gerek duymamışlar. Yönetmen de gerek olmadığını ve dünkü olay yüzünden zaten yeterince vakit kaybettiğimizi söylemiş ve ben gelir gelmez hiç kostüm ve makyaj ihtiyacı duymadan beni çekime almışlar. (Zaten ilk başta sıra gecesini biraz çektikten sonra ben gelecekmişim ama böyle nereye geldiğimin farkına varmadan. Sonra halaycılardan biri beni alıp tam da kadınlarının yanına oturtturacakmış. Daha sonra da yukardan beni ve kadınları ve daktiloyu çekip haberi okuyacaklarmış.)

Ayrıca ben bu canlandırmada bu kadının rolündeymişim. Zaten kadında süslenmeyi seven bir kadın da değilmiş. Bir de bu yüzden kostüm ve makyaja ihtiyaç duymamışlar.

Ayrıca o sıra gecesindeki bütün adamlar ve hatta zılgıt çeken kadınlar bile feminist mizahçılarmış.

Tabi benim bunların hiç birinden haberim yok. Ama işi bırakmadım. Çünkü aç kalabilirdim.

Ama işi yaparkende açım. Ama yine de en azından kalacak bir yerim ve mücevherler değerinde kıyafetler alabilecek kadar param var.

Sonuç olarak açım ve hiçbir şey değişmedi.

Zilan Damla Polat

2008 yılında televizyonda başlayan bir tiyatro programını, ailesinin kendisini küçükken götürdüğü bir tiyatro oyunu yüzünden izlemek zorunda kalır. Çünkü ailesi onu masanın altından dev bir kızın şak diye kelebek olarak çıktığı bir oyuna götürür. O andan itibaren beyni ilk saçmalama virüsünü kapar ama o bunun farkına varamaz. 2008 yılında BKM’nin başlamasıyla beraber biraz daha mutluluk için 4 yıl tedavi görür. Ama o tedavi istemez. Tam tersine hastalığa sahip olmak ister ve seçkiye öykü gönderir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Sevgili @Zilan

    Hiç sıra gecesi görmemmiş biri için oldukça aydınlatıcı bir yazıydı:) şaka bir yana değişik bir tarzın var. Yazdıklarını severek yazdığını anlıyorum. Karakterin duygusal kurgusu bu hikayede önemli bir yeri var. Bunu da güzel bir şekilde yansıtmışsın.
    Şöyle ki; dışarıdan bakıldığında yarattığın karakter insanların pek hoşlanacağı bir profile sahip olmasa bile iç dünyasını çözümleyerek okuyucuya sunman ve bize karakterin kendi gerçekliğinde belli çaresizlikleri olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Böylece ona sempati besleyebiliyoruz. Bunu yaratmak oldukça önemli ve belli bir ustalık/farkındalık gerektiren bir durum.

    Bununla beraber belki hikayeni yazdıktan sonra geri dönüp düzeltmeler yaparken cümlelerin kendileri en parlak nasıl gösterebielceğine dair üçüncü bir gözle tekrar okuma yapmak istersin. Örneğin yedi satırlık bir paragrafta 5 kere “ama” diyorsun ve hepsi cümle başı. Bana biraz okurken zor geldi itiraf etmek gerekirse (eğer özellikle sürekli defansif ve her şeye bahane bulan bir karakter profili çizmediyse. Ne derler bilirsin “Eğer bir cümleye ‘ama’ ile başlıyorsan ondan önce söylediklerinin bir önemi yoktur”)

    Eline ve düş gücüne sağlık
    Sevgiler
    Dipsiz

  2. Avatar for Zilan Zilan says:

    Ustalık derken? Kim ben mi? Hadi canım. Ben usta falan değilim. Sadece saçmalıyorum o kadar. Kendimi sayende altın buda heykelleri gibi hissediyorum. Çok sağol. İyi ki varsın. :blush::blush:

    Ve evet haklısın çok fazla ‘Ama’ var. Bir de saymışsın. Beni güldürdün. Açıkçası ben kendi yazdığım yedi satırlık bir paragrafta beş tane ama olduğunu bilmiyordum. Sağol. İyi bir dostsun. Umarım bundan sonra beynim böyle bir şeye dikkat etme kararı alır. Çünkü gerçekten beni okuyan insanların zorlanmasını istemem. O yüzden biraz özür dilerim. Gerçi bu özürün şu an hiç bir anlamı yok. Ama sağol. Sayende artık bunlara dikkat edeceğim. Ve tekrar özür dilerim. Seni zorlamak istemezdim. Gözlerinin beyninin kontrolünde daha özgür olmalarını isterdim. Okuduğun, yorum yaptığın ve beni güldürdüğünü için sağol. Teşekkür ederim. :blush::blush:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Zilan Avatar for Dipsiz