Öykü

Deccal

Affet beni ben günahkârım. İçimde bir iblis var ve ortaya çıkmaya çalışıyor. Ben oysaki ben yalnızca iyi olmak istiyorum. Bulutların, gökyüzün, yağmurun senin olsun. Kötülerin kötülüğüne son vermek istiyorum. Başkalarının kötülüğüne son verdikçe kendi içimdeki iblise gem vuruyorum. Affet beni Rab ben Deccal’ım. Çünkü sen böyle yarattın.

Çocukluğumu hatırlamaya çalıştıkça kafamda bulutlu bir gün beliriyor. Koşuyorum. Rüzgârdan daha hızlı… Kan var. Her taraf da şehvete boğulmuş birbirlerine utanmadan, hissetmeden dokunan, çığlık atan, zevkten inleyen insanlar var. Birbirlerini kesmeye ve dişleriyle yemeye başlıyorlar. Ağızlarından akan kana aldırmadan koyu sıvıyı emmeye çalışıyorlar. Kahkahalar var. Ama mutluluk yok. Yüzleri kararmaya ve çarpılmaya başlıyor. Ben önlerinden geçerken hepsi yaptıkları rezilce işi bırakıp bana bakıyorlar. Bense öylece duruyorum bir süre. Güneş batıdan doğuyor kâbuslarımda. Doğudan batıyor. Kara bulutlar sarıyor etrafı. Benim içinden düştüğüm bulutlar. Gökten kan yağıyor.

Sonra bir çölün ortasında koyu mor ve kanla kaplı bir kumaşın içinde karşımdaki güzeller güzeli adamı görüyorum. Üzerindeki eteklik yıpranmış. Beyaza çalan ince yüzü huzurla ışıldıyor. Teni benimkinden daha açık… Saçları omuzlarına dalga dalga dökülüyor. Etrafını sarmalanıyor beyaza çalan bulutlarla tıpkı nur gibi. Tamamen ketenlere sarınmış bu adam elinde bir kılıç tutuyor. Çift başlı bu kılıcı üzerime indiriyor. Kabzası altından… Göğsümde derin bir acı hissediyorum. Ve kara bulutlara geri dönüyorum.

Bu kâbuslar kendimi bildim bileli peşimi bırakmıyor. Gözlerimi bir bozkırın ortasında, yağmur bulutları tepemde dönenirken açtım. Küçücük bedenim soğuktan titrerken buraya nasıl geldiğimi düşünmek için zamanım olmadı. Koşmaya başladım. Diğer yaratılmışlardan daha hızlı koştuğumu o zamanlar bilmiyordum. Ne olduğumu da…

Derme çatma bir kulübenin önüne geldiğimde ayaklarımda derman kalmamıştı. Kapıyı yumrukladığımı hatırlıyorum. Çıplak olduğumu… Çocuk olduğumu… Kapıyı açan yaşlı adam beni fark ettiğinde kapanmaya yakın bilincim onun acıdan yıpranmış yüzünün endişe ve şaşkınlıkla kasıldığını kazıdı benliğime. Bayılmıştım.

Azap, odunları kırmayı bitirdin mi oğlum? Elimde balta öylece gündüz gözü gördüğüm aynı görüntü aklımın kıvrımlarından geçerken babamın sesiyle irkildim. Hemen odunları kollarıma alıp evet baba geliyorum, diye bağırdım. Babam kapıda durmuş yine nerelere dalıp gittin bakayım diyordu. Yok, bir şey ocağı tutuşturayım da yemek yiyelim. Gülümsedim. Babam yani o gece kapısına yığıldığım adam. Yaşlı çökkün omuzları yerde tabureye oturup beni keyifle izlemeye koyuldu. Bana bakarken yüzünde gurur ve sevgiden başka bir şey okumuyordum. Büyüdün artık evladım dedi fısıltıyla. Sana baktıkça kapıma yığılan o küçücük çocuk bu mu diyorum. Kafamı çevirip başımı eğdim. Şu haline bak diye devam etti. Yüzün o kadar güzel ki bir erkek için. Güzel kahve gözlerin insan baktıkça bakası geliyor. Kızlar sana niye hayran anlamak zor değil. Saçların bir ara onları kesmem gerektiğini düşünmüştüm ama iyi ki yapmamışım. Kara yeleler gibi kıvır kıvır iniyor ya omuzlarına, sırtına… Cildin gençliğin en büyük lütfü evladım. Parlak, ışık saçıyor. Naif bedenin… Yüreğin, sessizliğin… Benim kendi çocuğum olsaydın ancak bu kadar gurur duyar ve bu kadar sevebilirdim. Sen bana göçüp giden sevdiğimin gönderdiği meleksin Azap. Gözleri dolup eliyle yüzünü kapadı sözlerinin ardından omuzları sarsılmaya başladı. Ağlıyordu. Sarıldım sıkı sıkı. Hiç ses etmeden müzikli ağlamasını yüreğimi kazıdım. Ben gerçekten melek olabilir miydim? Sessizce yemeğimizi yedik. Dillendirilecek hiçbir sözcük bu anın büyüsünü anlatamazdı. Yatağıma yatıp mumu söndürdüğümde babamın mırıltıları geliyordu yan odadan. Gece… Uyuyamıyor, uyduğumda da aynı kâbusların pençesine düşüyordum. Sen kötülük için yaratıldın Deccal… Özüne dön. Zamanı gelecek. Ses tok ve kendin emin bir şekilde konuşuyordu. Görüntüler benliğime saldırmaya başladığında çığlıklarımı yastığıma bastırıp ağlamaya başlıyordum. Deccal… Yataktan doğrulup dışarıya süzüldüm. Koşmaya başladım. Hızla. Rüzgârı yüzümde hissederek… Gözlerim kapalı olduğu halde her yeri tüm çıplaklığıyla görebiliyordum. Arada bir ağacın dalına asılıyor kendimi dalın etrafında döndürüp tekrar yere atlıyordum. İçimde yükselen heyecana kendimi kaptırıp bütün gece koşabilirdim. Gecenin mırıltıları etrafımda dans ederken uzaklardan gelen bir kadın sesi beni durdurdu. Şarkı söylüyordu. Karanlığın hâkim olduğu evrende benden gayrı kul yok sanırdım uyanık kalan. Sese doğru yöneldim. Işık vuran cama yaklaşıp kafamı onu görebileceğim kadar kaldırdım. Tahta bir sandalyede oturmuş ileri geri sallanarak mırıldanıyordu. Fısıltıyla söylüyordu şarkıyı. Peki, ben nasıl duyabilmiştim? Koyu kahve saçları omuzlarına dökülmüştü. Üzerinde eski püskü bir şal vardı. Beyaz keten geceliği yıpranmıştı. Şalını sıkı sıkıya göğsüne bastırıp yüzünü yıkayan yaşları arasında şarkısını söylüyordu. Birini yitirdiği belliydi. O an keşke benim için söylese diye geçirdim içimden. Tahta bir masa, eski püskü perdeler ve masanın üzerinde duran bir parça ekmekten başka hiçbir şey yoktu odada. Camın altına oturup gözlerimi kapattım. İlk kez kara görüntüler beynimden silinip yerini masmavi akan ırmaklara, yemyeşil çayırlara ve mutlu insan seslerine bıraktı. O benim için şarkılar söylüyor bana sıkıca sarılıyordu. Tıpkı şu an şalına sarıldığı gibi…

Ses kesildiğinde kafamı tekrar kaldırıp camdan ona baktım. Uyumuştu. İçeri girme isteğime gem vurmam zor oldu. Yapamazdım. Yüzünü mum ışığının yansımalarıyla bir süre daha seyredip geldiğim gibi koşarak geri döndüm evime. Güneş doğudan başını uzatıp günün aydın olsun dediğinde ben yatağıma yenice süzülmüştüm. Uykuya daldığımda gözümün önündeki yüz onunkiydi.

Azap, uyan bakalım bugün çok işimiz var. Babam gülümseyerek kapıyı aralayıp arkasını döndü. Yataktan doğrulup güneşin içimi ısıtmasını hissettim. Kâbuslarım gitmişti. Örtüleri bir çırpıda üzerimden sıyırıp pantolonumu giydim. Kaslarımı gevşetip odadan çıktım. Babam ocağın başında çorbayı karıştırıyordu. Bir zamanlar zengin olan bu memleketin şimdi bu denli düşmüş olması içinde hep bir sızıydı onun için. Şu an eğer yiyecek ekmeğiniz ve yakacak odununuz varsa birçok insandan daha iyi durumdaydınız. Yokluk, adilik, yalan kalın bir örtü misali örtmüştü dünyayı. Biz yine de şanslıydık. Dışarı çıkıp kuyudan çektiğim suyla elimi yüzümü yıkadım. Hava serin olmasına serindi lakin ben üşümüyordum. İçeri girdiğimde dumanı tüten çorbamız masadaydı. Oturup gülümseyerek yedik. Çok konuşmazdık biz. Sessizliğin en derin anlaşma şekli olduğunu bilirdik. Sözler yalandı. Kırılgandı bu yerde.

Etrafı toplayıp, küçük tarlaya doğru yöneldik. Tüm gün uğraşımız başlamıştı. Ekinlerimizin bir kısmını kendimize ayırıp kalanı pazarda satacaktık. Her şeye razı karın tokluğuna bir topluluğun içindeydik. Bizler vardı ve de parası her şeye yetenler. Düşüncelerimi toparlamaya çalışırken aklım karanlığa kaydı. Görüntüler gözümün önünde perde perde açılırken yine kendimi elimde kılıcımla o solgun ama güzel yüzlü adamın karşısında buldum. Çöl esen yelle kumlarını gözlerimize savururken o sesleniyordu. Deccal bırak mücadeleyi kaybedeceksin. Kılıcı yerde kahverengi yoğun bakışları üzerimdeydi. O an kendi görüntümde gözlerimin önüne serildi. Siyah saçlarım kum tanelerinin arasında dalgalanıyordu. Yüzümdeki keskin acımasızlık netti. Alnımın ortasında yazan yazıya yoğunlaştım. İz gibiydi. Doğumunda yaftalanan o masal yaratıkları gibiydim. Ne yazıyordu. Yazıyı okuduğumda elimdeki patates sandığını yere düşürdüm. Korku sarmaşık misali tüm bedenimi sarmıştı. Alnımda ne yazıyordu? Kâfir…

Babam arkamdan seslenip elini omzuma attığında ben iyiyim diyebildim. Kekeliyordum. Babam sadece başını sallamakla yetindi. Yere eğilip sandığı aldı. Patatesleri toparlayıp at arabasına yerleştirdi. Sonra arabaya binip sen bugün evde kal oğul iyi değilsin ben hallederim dedi. İtiraz edecektim lakin yapamadım. Sadece arkasından bakmakla yetindim. Bir süre ayakta dikilip endişemi bastırmaya çalıştım. Sonra eve şöyle bir bakıp içeri girmek istemediğimi anladım. İstediğim tek şey vardı. O masum, mutsuz kızı tekrar görmek.

Koşmaya başladım. Hızlı, daha hızlı… Yüzümde beliren keyfin tadına vararak koştum. Ben kâfir değildim. Ben deccal değildim. Olamazdım.

Eve vardığımda bir ağacın arkasına yaslanıp soluklandım. Bahçeye göz gezdirdim önce. Neredeyse tüm bitkiler kurumuştu. Bahçe işinden anlamadığı belliydi. Oysa benim elimden çıkan mahsul ne kadar da bereketliydi. Babam hep derdi sen bana bereket getirdin diye. Yavaşça açılan tahta kapının gıcırtısı ile bakışlarımı o yöne kaydırdım. Yine üzerinde o eski şalı vardı. Koyu kahve saçları omuzlarına dökülüyordu. Yüzü yerde bahçeye doğru yöneldi. Acı dolu bakışlarını mahsulünün üzerinde gezdirip kuyuya gitti. Elleri ne kadar da güzeldi. Hareketleri müzik gibiydi. Sade, yavaş, büyülü… Doldurduğu bir kova su ile geri döndü. Tam bu sırada ağacın arasından çıkıp yanına doğru yürüdüm ben de.

Beni görünce korkuyla geriledi. Korkma ne olur dedim. Kova yere düşüp su toprağa karışmıştı. Şalını göğsüne bastırıp eve doğru koşmaya başladı. Lütfen gitme dedim. Dur. Durdu ama arkasını dönmedi. Eli kapıda öylece beklemeye başladı. Nefes alış verişleri, kalbinin atışını duyabiliyordum. Kokusunu… Kayısı kokusu…

Ben sana zarar vermem diye devam ettim beklemesinden cesaret alarak. Ben buradan geçiyordum. Bahçeyi görünce bir bakayım dedim. Bende bahçeyle ilgileniyorum. Senin bahçen biraz bakımsız kalmış belki yardım edebilirim diye düşünmüştüm. Yine sessizlik vardı. Henüz yüzünü dönmemişti. Kapıyı o kadar sıkı tutuyordu ki gücü olsa parçalayabilirdi. Biraz daha yaklaşıp konuşmaya başladım. Adım Azap seninki ne? Başını yavaşça sesime doğru çevirip Dude dedi. Sesi küçük bir kuşun çırpınışlarından farksızdı. Döndü sonra neden yardım edesin ki dedi. Neden etmeyeyim ki diyebildim. Bakışlarımı yüzünden, o yara dolu gözlerinden alamıyordum. Garip bir huzur vardı halinde. Bir anda sıcaktan bunaldığınızda hafifçe esip sizi ferahlatan bir yel gibiydi. Bakışlarını kaçırıp omzumu sıyırarak bahçenin önünde durdu. Yıllardır babam yapardı bu bahçeyi. Çiti, çapası ne gerekiyorsa… Öldü. Bahçede onunla beraber öldü. Onun yokluğuna ağlar durur böyle aylardır. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnızım. Ağlamaya başladı.

Yanına gittim. Elim istemsizce saçlarına kaydı. Vazgeçtim. Bu halinden faydalanmak istediğimi düşünebilirdi. Merak etme dedim fısıltıyla yalnız değilsin. Bana doğru dönüp yanaklarına inen yaşların arasından gülümsedi. Gözlerini içtim susuz dervişler misali. Adının anlamı ne? Dude’nin anlamı bulut dedi. Gülümsedim. Bulut…

Yerdeki kovayı alıp bir elimle onun eline uzandım. Kapının yanında ki sandalyeye oturması için yardım ettim. Sessizce oturup beni seyretmeye başladı. Gidip kuyudan su çektim ve bitkilerine, beni üzmeyen sevgili dostlara tek tek ellerimle verdim suyu. Okşadım, konuştum onlarla hep yaptığım gibi. Renkleri değişmeye başladı yavaşça. Bana cevap veriyorlardı. İyileşmelerini hissediyor, duyuyordum. Bakışlarımı Dude’ye çevirip yüzüne sevgiyle baktım. Şaşkınlıktan açılmış gözleri beni keyiflendirmişti. Eli ağzına gitti. O sırada yağmur bulutlarını çağırdım sessizliğin sesiyle. Beni sözümü dinleyeceklerini biliyordum… Kafamı göğe çevirdim damlalarla yıkandı yüzüm, toprak. Ben bulutlara hükmedendim. Kahkahalarını bastırmaya çalışarak oturduğu yerden doğrulup yanıma yaklaştı. Ellerini göğe açıp kendi etrafında dönmeye başladı. O da gökyüzü misali ağlıyordu. Ama bu kez mutluluktan… Eğilip domateslerine dokundu. Öylece kaldık.

Güneş bize veda ederken biz hala bahçede birbirimize sessizce gülümsüyorduk. Konuşmak boşunaydı. Yaralar sessizlikte sarılıyordu.

Eve döndüğümde babam çoktan gelmişti. Hoş geldin evlat neredeydin? Bakışlarını beğenmemiştim. Biraz dolaştım diyebildim sadece. Başını sallayıp ocağa yöneldi. Uzun süren sessizliğinin ardından bana bakıp kâğıtlara sarılı paketi uzattı. Bu senin için dedi. Gülümseyerek paketi aldım. Açtım. İçinde çok güzel işlemeli uzun bir yelek vardı. Yakaları yünden. İşlemeleri çok güzeldi. Siyah ve mor laleler vardı üzerinde. Kahkahalarla üzerime geçirip babamın önünde durdum. Sağ ol dedim. Bu çok pahalı olmalı. Babam ihtiyacın vardı evlat dedi. Sonra ayağa kalkıp omzuma dokundu. Sen özelsin evlat. Geldiğin ün bilmekteydim. Keşke sana daha fazlasını verebilsem bana elimden ancak bu geliyor. Gözlerim doldu o an. Ona sıkıca sarılıp ağladım. Yeleğim benim hazinemdi. Onu Dude’nin yanına giderken giyecektim. Beni beğensin istiyordum. Benimle olsun istiyordum. Mutlu olsun.

Pazara gittiğimiz bir gün yaşlıca bir kadının dizime kapanıp bize mucizeni bahşet ey mübarek demesiyle şaşkınlıktan olduğum yerde dona kaldım. Yapma kadın kalk ayağa demem yetmemişti bu tek perdelik kepazeliği sonlandırmama. Yeniden rahat yaşamak istiyorum diye haykırıyordu. Benim bahçeme de el sür delikanlı. Bulutlarını çağır gökten. Ekinlerim kurudu. Seni gördüm. Sen kehanet edilensin. Kadının çekiştirmeleri sonucunda yüzüm utançtan kıpkırmızı yere kapaklandım. Pazardaki tüm ahali seyre dalmıştı bu halimizi. Babam koşarak yetişti o an. Beni kadının kollarının arasından zorlukla aldı. Titriyordum. Kadının içindeki kara katran bencillik ve dünya malına tamahı karanlık rüyalarımı harekete geçirmişti. Babama yaslanarak yürümeye çalışırken arkama döndüm ve yere kapaklanmış elleri bana doğru açık kadına son kez baktım. Gözlerinin akı karanlığa bürünmüştü. İşte senin ordun dedi fısıltıyla naif bir ses. Babam derin bir iç geçirdikten sonra nereye gittin ben yokken dedi. Kızgın mıydı yoksa üzgün mü çözemedim. Ona her şeyi anlattım. Dude’yi. Nasıl tanıştığımızı, bahçesini… Sessizce dinledi ve konuştu. Bak evlat dedi. Sen özelsin. Bunu sana defalarca söyledim. Yardım etmek istemiş sevmişsin bu kızı. Ama dikkat et çocuk. Sana verilen bu mucizenin bir bedeli var. Hep korkuyordum o günün gelmesinden. Galiba yakındır. Yüzüne baktım konuşurken. Anlayamıyordum dediklerini. Konuşmak, sormak istedim ama beni susturdu. Sonraki günlerde olduğu gibi…

Kafamda sorularla günler akıp gitmeye başlamıştı. Dude ile vakit geçiriyordum bulduğum her fırsatta. Mutluydum. Yakınlaşmıştık birbirimize. Onun yanında her şeyi unutur olmuştum. Hatta artık yürürken elini bile tutmama izin veriyordu. Yeleğimi çok sevmişti. Bana yakıştığını söylemişti ilk gördüğünde. Bende pazardan biriktirdiğim parayla ona güzel bir şal almıştım sonrasında. Ne kadar mutlu olmuştu. Bana sıkıca sarılıp ağlamaya başlamıştı. Öpmüştü beni. Bu bağlılığa ne isim verilirdi bilemiyordum. Onsuzken gülecek sebep bulamıyordum. Onu görmek için dünyayı bile yakabileceğimi hissediyordum. Kokusu her daim burnumda, yüzü kalbimin en derinlerindeydi. Ve bir gece her şey değişti.

Karanlık bir sesle uyanmıştım. Kâbuslarım geri dönmüştü. Ses yaklaşıp beni yerimden zorla kaldırdığında gitmemek için boşuna mücadele ettim. Bir mağaraya doğru gittim karanlıkla. Yüzü yoktu. Bedeni yoktu. Mağaradan içeri girdiğimde her şey etrafımda dönmeye başladı. Görüntüler bir gelip bir giderken dünyanın ateşler içinde yandığını gördüm. İşlemeli yeleğimle günaha bulanmış kalabalığın etrafımda bana secde ettiğini gördüm. Karanlık, iğrenç kahkahalarımı duydum. Alnımda yazan yazıyı gördüm. Kâfir…

Gözlerim kahverengi değildi. Koyu griydi. Çölün ortasında yine o güzel yüzlü adam belirdiğinde ben kılıcımı çekip beklemeye başlamıştım. Önümde durup Deccal diye bağırdı. Sen ki insanları kötü yola sevk edensin. Benim görevim seni yok etmek olacak. Birbirimizden gözlerimizi ayırmadan etrafta daireler çizmeye başlamıştık. Tüm âlem ağır çekimde bu anı bekliyordu. Rüzgârın sesi, kokusu, bulutlar, kum tanelerinin yerden eğlenip havada dönmeleri… Hepsini tüm ayrıntılarına kadar görebiliyordum. Sesim kötülük kokuyordu. Kaybedeceksin sevginin kalesi dedim. Dünyayı yok etmeye gelen benim. Ben deccal isem sen kaybedeceksin. İyilik bu dünya ile gömülecek ayaklarımın altına. İnsan seçer soluk yüzlü, insan bilir. Ne yapmak isterse onu eyler. Ben yalnızca tercih etmelerini sağladım. Onlar beni seçti. Mucizelerim açık. Ben yağmuru yağdıranım. Bitkiler benim elimde yeşerir. Hızım rüzgârı kıskandırır. Ateşim var benim, suyum var. Sen nesin peki, ey kılıcı güçlü görünen?

Bana bakıp acıyla gülümsedi. Bedeni yay gibi gergin olmasına rağmen gözleri muhteşem bir şefkatin ürünüydü. İçine girsem beni de yıkar, paklar mıydı bu gözler de olan?

Konuştu. Sen hayalsin Deccal dedi. Sesi su gibiydi. Esip kavuracak yel gibi. Ben gerçeğim. Sen inanmayanları yoldan çıkarırsın. Ben inancı sağlayanım. Mucizelerin yalandır. Kalbi olan inanmaz. Sana verileni yerine getirirsin. Mucizelerin senin değildir. Seni yaratan sana bahşetti. Ve Deccal, görevin bugün bu çölde son bulacak. Kıyamet elçisi savaşma kazanamazsın.

Gözlerimi açtığımda gözyaşlarım elimi, yüzümü yıkamıştı tamamen. Başımda duran eli hissedip baba diyebildim hıçkırıklarım arasında. Ama bu babam değil, kâbuslarımda beni öldüren o zattı. Şefkatle saçımı okşayıp ayağa kalk Azap dedi. Ne olduğunu biliyorsun artık. Değiştiremezsin. Bunun için yaratıldın çocuk. Ama ben dedim, ben seviyorum. Ben Dude’yi seviyorum. Babamı seviyorum. Bahçemi, dünyamı, köyümü… İnsanları seviyorum. Ağlamaktan bitkin düşüp tekrar yere kapaklandım. Yalvarmaya başlamıştım. Ne olur, sen kimsin bilmiyorum ama beni azat et muhterem zat. Yapma, ben kötü olmak istemem. Bırak kendi dünyamda yaşayıp gideyim. Ne istersen yaparım. Bana bu acıyı verme.

Derin bir nefes alıp konuştu. Yere eğilip beni kollarının arasına aldı. Dünya da her yaratılan Rab’in emri neyse onu yerine getirir. Sen kıyamet elçisi olmak için yaratıldın. Kötü olan sen değilsin Deccal. Sen iyi ile kötüyü ayıransın sadece. Ne ben ne de bir başka yaratılmış senden bu yazgıyı alamaz. Alınırsa yazgın, olması gereken olamaz. Sil yaşlarını. Evine git. Babanla vedalaş. Dude’nle vedalaş. Bırak olması gereken olsun. Doğanla savaşma çocuk.

Karanlık sessizliği getirdiğinde alnımdaki yazının derinleştiğini anladım. Veda vaktinin geldiğini… İçimden tüm iyilik sökülüp alınmadan ve zaman dolmadan sevdiklerime gitmeliydim. Kalktım, nefeslenip yürümeye başladım. Eve vardığımda babam uyuyordu. Yüzüne bakıp hoşça kal baba dedim fısıltıyla. Yüzünü öptüm usulca. Masaya son kazandıklarımı ve bana aldığı yeleği bıraktım. Kapıdan tam çıkarken gözleri açık bana baktığını gördüm. Ağlıyordu. Başımı sallayıp çıktım.

Dude’nin evine gittim. Bahçeye baktım ay ışığında. Bitkileri tek tek sevdim. Ona ihanet etmeyin dedim. Karnı tok, sırtı pek olsun sevdiğimin. Koruyun onu. Kapının gıcırtısını duyup döndüğümde güzel kadınım bana bakıyordu. Üzerinde ona aldığım şal vardı. Gidiyorsun dedi. Issızdı sesi. Başımı sallayıp mecburum dedim. Sıkıca sarıldı bana. Hiç ses etmeden sarılıp yüzümü ellerinin arasına aldı. Öptü, öptü. Sonra dönüp eve girdi. Çıktığında elinde benim masaya bıraktığım yeleğim ve sürekli gördüğüm o kılıç vardı. Bana uzattı ve al dedi. Senindir bunlar. Ben seni hep böyle hatırlayacağım. Üzme canını, yüreğini bana bırak. Sen hep benim Azap’ım olacaksın.

Gittim. Uzaklaştım. Koştum. O gün öldürmeye başladım. Şehvetin insanların damarlarında kan gibi akmasını sağladım. Bana inanmayanları cehennemime attım. İşkence ettim. Bekledim. Onun gelişini. Dünyanın bitişini. Beni affet ey Rab. Günah işledim. Ben Deccal’im. Ben bulutlara, göğe hükmedenim. Çünkü sen beni böyle yarattın.

Deccal” için 5 Yorum Var

  1. ne saadettir ki öykümü bu sayfalar da gördüm. teşekkür ederim. umarım daha güzel öyküler de her daim görüşürüz.

  2. Üstadım merhaba, harika bir yazı ve Deccal… Yine en farklı, en sıradışı ve güzel fikirlerinle ışık tutmaya devam ediyorsun bizlere..

    “Güneş bize veda ederken biz hala bahçede birbirimize sessizce gülümsüyorduk. Konuşmak boşunaydı. Yaralar sessizlikte sarılıyordu.” 🙂

melahat için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *