Birazdan en yakın arkadaşımı gömeceğim. Apartmanın arka bahçesine bakan dairenin balkon altını gözüme kestirdim. Ne ayakaltı ne de kuytu. Dairenin sahibi Almancı aile, panjurlarını sıkı sıkıya kapatıp, gitti geçen hafta. Defin işlemi sırasında, tepemden birilerinin bakmasını istemezdim doğrusu.
Bodrumda, kazma mı kürek mi adı her neyse bir şey buldum, merdivenlerden hızlıca çıktım. Kavrulmuş soğanlı tencere yemeği kokularının, tabağa vuran kaşık, çatal tıngırtılarının, akşam haberlerinin çığırtkan seslerinin henüz başladığı saatlerdi. Kimse fark etmedi. Arkadaşım, balkonun altında, beyaz bir kılıfın içinde beni bekliyordu. Onu oraya yatırırken özenli olmaya çalıştım ama zaten bir şey hissettiğini sanmıyorum.
Eylül yumuşaklığının yanına, sabahki yağmur da eklenince, toprak uysallaşmış. İlk hamleyi yapmak zor olmadı. Çukur belirmeye başladığında, küreği bir kenara atıp, çömeldim. Yerden küf, rutubet ve korku kokusu yükseliyordu. Aldırmadan çukurun etrafında biriken toprağı ellerimle düzelttim. Annem de öyle yapardı. Bahar geldi mi, çiçeklerinin topraklarını, balkona yaydığı gazete kâğıtlarına döker, her bir kumunun iyice havalandığına ikna olduktan sonra tekrar saksılarına yerleştirirdi. Bir kenarda korkuyla bekleyen cılız kökler, çok geçmeden yerlerine yerleşir, çaydanlıktan dökülen can suyuyla tekrar miskin yaşamlarına geri dönerdi. Annem, saksılara özenle yerleştirdiği toprağın içine çantasında duran minik haplardan koyar, sonra onları yüzünde muzip bir gülümsemeyle derinlere ittirirdi. En sonunda da elleriyle düzeltirdi toprağı. Sedefli ojelerinin soyulmasına, her gece kremlediği ellerinin sertleşmesine aldırmadan uzun uzun dokunurdu ona. Bu bahar ritüelini, annemi kızdırmadan, onun deyimiyle “eteğinin altına dolanmadan” izlerdim.
Arada bir çiçek açmaktan başka bir işe yaramayan kimi yeşil, kimi kahve, kimi mor yapraklar, bu şefkati hak etmek için ne yapmış olabilirdi? Okşanmayı da sevgiyi de hak eden bendim. Sütse, kaymaklarını tükürüp içiyordum, bamyaysa sümükleri ne kadar uzarsa uzasın burnumu tıkayıp çiğnemeden yutuyordum, ödevse eve gelir gelmez yapıyordum. Yat denilince yatan, kalk denilince ikiletmeyen bir çocuktum. Ama şu aptal yaprakların, canı bile olmayan esmer toprağın gördüğü muameleyi göremiyordum.
Ne olurdu benim de saçlarıma da şöyle dokunsaydı annem? Kazağımı şu toprağı düzelttiği gibi düzeltseydi, omuzlarımdan yayılsaydı sıcaklığı. Saçlarım, okuldaki bit salgınına yakalanmadan önce kısa değildi. O zaman uzun uzun taramak zorunda kalıyordu banyodan sonra. Tarağı hırsla saçlarıma sürüyor, dişlerine takılan saçlara aldırmadan kopara kopara işine devam ediyordu. Canımın yanmasına aldırmıyordum. Çünkü birazdan parmakları örmek için saçlarıma dokunacaktı, belki yanlışlıkla da enseme. Sıcacıktı annemin elleri.
Hava ayaza kesti. Üzerime bir hırka geçirmediğime hayıflanıyorum. Terim sırtımda soğudu. Gerçi öyle yavaş, öyle güzel kazıyorum ki beni gören bu işin erbabı sanır. Küreğin tahta sopasını sıkıca kavrıyorum önce, bir kuvvet toprağa vuruyorum. Derin bir nefes alıp bu kez sağ ayağımla bastırıyorum, hırsla saplanıyor toprağa. Küreğin metal kısmının keskinliği, lastik terliklerimden geçip ayağıma değiyor. Sonra biraz koldan biraz belden destek alıp davranıyorum. Kürekte kalan nemli toprağı, otuyla taşıyla solucanıyla böceğiyle havaya kaldırıp kenara atıyorum. Her seferinde daha kuvvetle saplıyorum küreği. Derin olmalı çukur. Hiçbir yalanın tekrar gün yüzüne çıkamayacağı kadar derin.
Annemin, “Yalan en büyük günahtır,” dediği gün, bugün gibi aklımda. Kahvaltı tabağımda haşlanmış yumurta vardı. “Eğer yalan söylersen, cehennemde zebaniler dilini koparır, fokur fokur kaynayan derelere atar.” Bunu duyunca çatal, o kaygan, iğrenç yuvarlağa batamadan elimden düştü. Kafamdaki sorular el ele tutuşmuş, bir ağızdan bağırarak üstüme geliyordu. Dilimi nasıl koparacaktı zebaniler? Keserek mi yoksa çekerek mi? Zebani demek canavar demek miydi, şu patlak gözlü çok dişli olanlardan? Peki ya dilim, kızgın derede yanarken canım acıyacak mıydı, hissedecek miydim sıcağı? Yoksa zaten artık bana ait olmadığı için, sadece izleyecek miydim?
Fal taşı gibi açılan gözlerimden fışkırırcasına yaşlar kopunca, annem oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Pazen eteğini toplayıp çömeldi, masanın altına fırlayan çatalı aldı. Kalkıp bana doğru eğildiğinde çiçek mi reçel mi olduğuna karar veremediğim tatlı kokusu geldi burnuma. Öyle güzeldi ki. Sonra gözlerimin içine baktı. Kızgın değildi, kızsa bilirdim. Bu başka bir şeydi. Babamın vardiyadan döndüğü sabahlar, çayı koyup evi toparlarken de böyle bakardı annem.
“Geçen akşam Hasan Abin geldiydi ya, ocağı tamir etmeye. Yazık saatlerce uğraştı adamcağız. Sen uyudun kaldın hani.”
“Evet, hep geliyor zaten. Geçen hafta da şofbene bakmıştı.”
“Yaa, dökülüyor ev. Sürekli bir şeyler bozuluyor. Baban da yapar aslında ama çok çalışıyor biliyorsun. Fabrika gece vardiyalarını arttırdı. Gözü kör olmayasıcalar, hiç acımaları yok. Sen babana bir şey demedin değil mi kızım?”
Babama bir şey dememiştim ama annemin benimle böyle tatlı tatlı konuşması hoşuma gitmişti. Lafı dolandırdım.
“Desem ne olur ki? Kızar mı babam?”
Annemin yeşil zeytine benzeyen gözlerinden, birer bir şimşek geçti. Alışkındım buna. Benimle konuşurken, önlüğümü ütülerken, ekmeğime yağ-bal sürerken de birazdan alev alacak gibi olurdu bakışları. Hızla ayağa kalkıp odada bir tur attı. Rugan terliklerinin topukları tak tak parkeye vuruyordu. Bu korkutucu takırtıyı sevmezdim. Beline bir pençe gibi sarılmış elini, rengi bala benzeyen saçlarına attı. Parmağını buklelenmiş perçemlerinden birine öyle bir taktı ki, bir süreliğine de olsa düzeldi saçları.
Pişman olmuştum. Ne olurdu o tatlı tatlı konuşan annemi kızdırmasaydım. Tam peşinden gidip doğruyu söyleyecektim ki, bir anda bana dönüp, kolumu yakaladı. Beni çekiştirip kanepeye oturttu. Birkaç takırtıdan sonra kendisi de yanıma ilişti. Biraz yumuşamış gibiydi.
“Kızmaz baban. Niye kızsın ki? Hasan Abin çok iyi biri biliyorsun. Bak bize nasıl da yardım ediyor. Baban üzülür diye deme diyorum kızım. ‘Ben yetemiyorum, evin işine gücüne’ demesin, gönül koymasın.”
Bana doğru eğildi annem. Elini yanağıma koydu. Nefesi vanilyalı kek gibi kokuyordu. Gözlerimi kapadım. Sonsuza kadar böyle kalsak istedim. Uzanıp göğsüne sokuldum.
“Demedim anne bir şey.”
Başımı, kim bilir ne yumuşak olan memelerine koyup, ellerimle saçlarını sevemeden geri çekildi annem.
“Yalan demiyorsun değil mi? Ne dedim az önce. Yalan en büyük günahtır.”
“Vallahi demedim anne, ekmek mushaf çarpsın demedim.”
“Tamam,” dedi. “Sakın ola, ağzını açma. Beni yeterince kızdırıyorsun, babanı da üzme bari.”
Annem kızmamalı, babam üzülmemeliydi. Gıkımı çıkarmadım. Hem Hasan Abi, kötü insan değildi ki, öyle olsa böyle her işimize koşar mıydı?
Haftada iki bazen üç kere gelirdi bize, alışmıştım. Yanağımdan bir makas alır, içinde kimi acıbadem kurabiyesi, kimi çikolatası akmış profiterol olan poşeti bana uzatırdı. Bunları da severdim ama en çok bana getirdiği oyuncağı gördüğümde mutlu olmuştum. Boyu bacağım kadar, yumuşak bir Pinokyo bebek. Mavi şortu, askılı gömleği, ayakkabıları ile aynı kırmızılıktaki şapkası ve kocaman burnuyla bir çocuk vardı artık yanımda. Hikâyesini de anlatmıştı. Yalan söylediği için burnu uzamış da uzamış Pinokyo’nun. Sonunda artık günahını anlamış, doğru bir çocuk olmuş. Dedesi ne dese yapmış. Artık burnu uzamıyormuş. Mutluymuş.
Hasan Abi, uzun boylu iri yarı bir adamdı. Kalın kaşlarıyla esmerleşen yüzündeki burnu hiç de küçük değildi. “Sen de yalan mı konuştun küçükken?” diye sormak istedim. Annem, “Çocuklar her şeyi merak etmez,” derdi. Merak ettim ama sormadım. Uslu çocuktum ben.
Bize geldiği akşamlar, annem onun ayakkabılarını içeri alır, sessizce kapıyı kapatırdı. Hasan Abi neşeyle salona girer, sağa sola bakıp pos bıyıklarının altından çıkan kalın sesiyle kükrerdi: “Hmm söyleyin bakalım, yine ne bozuldu?”
Annem olan biteni anlatırken, ben elime tutuşturulan poşeti sallaya sallaya odama giderdim. Annemin tembihlerini kulağıma küpeydi. “Hasan Abi’nin işi bitmeden odandan çıkma, ayakaltında dolaşma”. Her seferinde uslu uslu oturur, döküp saçmadan yer, ödevlerimi bitirir sonra da Pinokyo ile oynardım.
Annem kapımı sıkıca kapatır, salonda büfenin üstünde duran radyoyu açardı. Oynak şarkılar, reklamlar, bazen haberler bütün evi çınlatırdı. Hatta bazen öyle neşeli gelirdi ki müziğin sesi, Pinokyo ile zıplaya zıplaya dans ederdik. Sonunda terli sırtımızı yatağa atıp hayal kurmaya başlardık. Kimi uçan bir halının üstünde aya giderdik, kimi gizli ormanda sihirli mantarları toplarken Şirin Baba ile karşılaşırdık. En çok görünmezlik iksirini içip gizlice annemin yanına yatmayı hayal ederdim. Onun kokusunu düşünerek uyuyakaldığım gecelerin rüyaları da güzel olurdu.
Küreği son kez toprağa saplayıp, nemli toprağa oturuverdim. Dizlerim titriyordu, nefes nefese kalmıştım. Başımı küreğin tırtıklı sapına dayayıp, eşofmanımın cebine attığım sigarayı çıkardım. Elimle yamulan yerlerini düzeltip ucunu kırdım. Diğer cebimdeki çakmağı da bulup güç bela yaktım. İlk nefes hâlâ öksürtüyordu. Geçen hafta başladım sigaraya. Annemin cenazesinde bir akraba tuttu, düşünmeden alıp içtim. O gün bugün görev gibi içiyorum, günde bir iki tane. Sahi annem öldü benim. Birkaç aydır kemoterapi görüyordu, kanserli hücre çok yayılmış işe yaramadı. Teyzemler sağ olsun, anneme yardımcı oldular. Hastaneye götür getir, evin işleri derken son zamanlarda altını bile bezlemişler. Ben sık gidemiyordum memlekete. Ama cenazeye gittim, helva kavrulurken iki kaşık da ben salladım. Birkaç gün kalıp, evi derleyip toplayanlara yardım ettim, fakir fukaraya verilecek elbiseleri, ayakkabıları tasnif ettim, akşamları okunan dualara “Amin,” dedim. E iş güç var sonra mecburen döndüm buraya.
Annemi babamın yanına gömdüler. Babamın, yirmi yıldan fazladır yattığı yerin yanında, anneminki yeni hazırlanmış acemi bir saksı gibiydi. Toprağı yüksek, taze ve çiçekleri solmamış henüz. Ölümün acılı, çaresiz ve buz gibi gerçekliğiyle tanışmam babamla olmuştu. İlkokul 2’e gidiyordum.
O gün okul yarım gündü. Babamı uyumadan yakalamak istiyordum. O hafta tam dört kez gece vardiyasındaydı, özlemiştim. Annem gibi değildi babam. Az konuşur, neredeyse hiç kızmaz, hayatı verilen ödevi sessizce yapan bir öğrenci gibi yaşardı. Başımı okşar, yanağımdan öper, keyfi çok yerindeyse bir fıkra anlatır beni güldürürdü. Aramızda sessiz bir bulut gibiydi sevgi. Annemin gürültücü tahammülsüzlüğü yanında babamın şefkati olmasa her şey çok daha zor olurdu eminim. Eve gelirken, okulda ezberlediğim şiiri yol boyu tekrar tekrar okumuştum. Babam bana, “Aferin kızıma,” diyecek, kapanan gözleri ve yorgun bedenini yatağa devirmeden önce çenemden bir makas alacaktı. Oysa babamın kalbi, biz ikinci teneffüsteyken sarsıla sarsıla durmuştu.
Eve geldiğimde kapının önü ayakkabı doluydu. Ters bir şey olduğu belliydi. Aralık kapıdan içeri girdim, kendini yerden yere atan annemi ve elinde kolonya ve sularla oradan oraya koşuşan komşu teyzeleri gördüm. İçlerinden şişmanca olan birinin beni kaptığı gibi evine götürdüğünü hatırlıyorum. Birkaç gün orada önlüğümün içindeki pantolon ve kazakla yatıp kalktım. Önüme koyulan merhamet katıklı çorbaları içmedim, beni kucaklamaya çalışanları reddettim. Camın kenarındaki sedirde oturuyordum sessizce. Babamı istiyordum ölmüştü, annemi istiyordum yoktu. Evin sahibi ve gelen gidenler, bir süre sonra varlığımı unuttu zaten. Onlar beni fark etmese de duyuyordum ben, babamın neden öldüğünü de o sabah bizim evden gelen kavga seslerini de cenazede olanları da, tabutu mezara indiren Hasan Abi’nin iyiliğini de…
Sonunda eve döndüm. Annemin eskisinden farkı yoktu. Kendini acıya teslim edecek kadın değildi annem, güçlüydü. Gözüne kalemini çekmiş, yanaklarını çimdiklemiş, son düğmesi kapanmayan sarı çiçekli elbisesini giymişti. Öyle güzeldi ki.
Annem o gün sarıldı bana. Kısacık. “Metin ol yavrum, ölenle ölünmez,” dedi. Bundan sonra bana hep sarılacak diye neredeyse babamın öldüğüne sevinecektim. Neyse ki öyle olmadı. Annemde değişen bir şey yoktu. Ben onu kızdırmamaya çalışarak sessizce acılandım. Sonra evde babam varmış gibi yaşamaya devam ettik. Tek fark Hasan Abi, artık gündüzleri de geliyordu.
Bir sene sonra parasız yatılı sınavını kazandığımda bir kez daha sarılmıştı annem. Öksüzlüğümü, yetimliğimi ve Pinokyo bebeğimi alıp sadece yaz tatillerinde gelmek üzere o evden çıktım.
Annem, bensiz ve babamsız mutluydu. Bazı günler telefon ederdi okula sesinden anlamıştım. Aylar sonra yine bir tatil gününde eve gittiğimde annemi perişan, küskün ve koyuvermiş buldum. O gece karanlıkta oturduk. Sigortalar atmış, zaten eski olan elektrik tesisatı hepten bozulmuştu. “Hasan Abi?” dedim. Evlenmiş, artık kendi evinin tamiratını yapıyormuş. Ertesi gün elektrikçi çağırdık. Annem odasından hiç çıkmadı. Elime tutuşturduğu parayı ben vermiştim elektrikçiye.
Yıllar çabucak geçti. O eve hiç dönmesem de annem ne derse yaparak, sonra yapmayarak, sonra yapsam da yapmasam da ona söylemeyerek. Her ne olursa olsun annemin bana olan hisleri değişmeyecekti, büyürken bunu öğrenmiştim. Sebebini bilmediğim sevgisizliğini anlayamasam da zamanla alıştım.
Annemin küçükken bana öğrettiği en doğru şey; yalanın günah olduğuydu. Sonraları, asıl bir şey söylememenin yalanın daniskası olduğunu öğrendim. Pinokyo bebeğim yanımdaydı, beraber öğrendik. Onun burnu hiç uzamamıştı ama içinde biriktirdikleri çürümüş bir safradan farksızdı. Bedeni ağırlaşmıştı sanki. Yorgundu. Artık gitmesi gerekiyordu. Günahlarıyla, birlikte öğrendiklerimiz ve sustuklarımızla.
Beyaz yastık kılıfında uyuyan Pinokyo’yu usulca kucağıma aldım. Kenardan çıkan burnunu hiç doğmayacak evladımı öper gibi öptüm. Yol arkadaşım, sırdaşım, suç ortağım, çocukluğum, gençliğim ve olmayan geleceğime sımsıkı sarıldım. Onu yeni yatağına özenle yerleştirmiştim işte. Üzerinde iğreti bir yorgan gibi duran toprağı ellerimle düzelttim. Tıpkı annem gibi…
Merhaba,
Merak uyandıran ve duygular yaratan bir öykü olmuş.
Ellerinize sağlık.
Sevgiler.
Merhaba @nyphe
Elinize sağlık. Öyküleriniz ve anlatımınız çok duru, duygu dolu ve gerçek hayatla bütünleşmiş. Bu öykünüzde sanki yanı başımda var olan bir gerçekliği gösteriyor bana. Naif ve anlaşılır diliniz de yazılarınızı okumayı keyifli kılıyor. Bir an için - beynim böyle çalışıyor - karakterinizi hayalimde bir sosyopat yapıp, beyaz kılıfın içerisine de annesini yerleştirdim. Ve sonra kendime iyi ki bu öyküyü ben değil siz yazmışsınız dedim
Kaleminize sağlık
Selamlar
Özellikle çocukların hüzünlerini anlatan hikayeler, hele de gerçekleşmesi olağan olanları, beni derinden etkiliyor. Bir kız çocuğu kılığına bürünmek ve onun yaşadığı kandırılmışlığı yaşamak acı verdi. Fantastik öğelerden yararlanıp, bu öğeleri gerçek dünyayla ilişkilendirmeyi başarmışsınız. Keşke hep kurguda kalsa hüzünler. Hüzünkovan kuşu gelse, gecenin yanağına konuverse Emeklerinize sağlık…
Teşekkür ederim. İyi ki okumuşsunuz:)
Müge, ne güzel yorumlar bunlar. Teşekkür ederim. Ah o içimizdeki sosyolar, psikolar ve ardından çekeledikleri patlar:) Ben zor dizginliyorum yazarken, ama yazana mani olmam seve seve okurum:)