Öykü

Detay

Hayatımızdan neredeyse tamamen kopuk gözüken bir detay, varoluşumuzun asıl temelini oluşturabilir mi? Varlığın temeli, maddeye yakın olanda mı saklıdır? Temelimiz sadece etten kemikten bir parça mıdır? Daha fazlası, gittikçe daha fazlası olmak isterken, kendinize kattığınız onca şey aslımızı değiştirmeye yeter mi ya da buna yeltenmeye değer mi?

Üzerine bir şeyler kattıkça temelini daha da derine gömmekten başka bir şey yapmazsın ve sen insanoğlu, kendinden uzaklaşmadıkça aslını bulamazsın, varlığına ulaşamazsın… Derinlerde bıraktığın kendine doğru yol al, eğer uzak olmasaydın bu yola hiç koyulamazdın, kendinden kaçmadıkça, kendine varamazsın…

Derler ki, dünya oluşum halindeyken, başlarda tüm kıtalar tek bir kara parçası halinde bir birine sımsıkı bağlıymış. Fakat gittikçe erginleşen dünyanın kalbinden kendi yüzeyine yolladığı hareketler vasıtasıyla, başlarda tek bir halde olan bu kara parçası, parçalanmaya başlamış ve üzerine kattığı her yeni oluşumda daha da fazla bölünmüş. Ve şimdilerde kıta olarak adlandırdığımız bu kara parçaları ortaya çıkmış. Aslında yaşamın en başında her şey zaten birmiş fakat bu birlik, dünya büyüdükçe birbirinden kopmuş, ayrılmış.

İnsan için de öyle denmez mi? Hepimizin Adem ve Havva’dan geldiğini, aslında hepimizin atasının aynı olduğunu… Varoluşun en başında herkes ve her şey bu kadar çok birbirine yakınken, asla durduramadığımız büyüme denen olay, her şeyi birbirinden ayırmamış mı? Büyüdükçe daha da fazla kopmuş ve uzaklaşmışız aslımızdan. Büyümek ayırmış bizi atamızdan, yurdumuzdan… Ve ilerlediğimizi düşünürken kopmuşuz kendi ruhumuzdan. Kendi medeniyetlerimizi kurarken, kendi özgürlüğümüzü çalmışız canımızdan ve hatta belki de cananımızdan…

Peki Tanrı için ne demeli? Bütün varoluşun temeli O’nda saklı değil mi? Ne kadar derine inerseniz inin, en sonunda O’nu bulmaz mısınız? Yarattığı her şeye kendi ruhundan üflediğini söylerken, O da kendi kendisini bölmemiş midir o zaman? Ve yarattıkça kendisinden parçalar, daha da fazla büyümemiş midir? Ve büyüdükçe Tanrı, o da bizim gibi kendinden ıraklaşmamış mıdır?

Belki de Tanrı gerçekten büyüdükçe kendinden uzaklaşmıştır ve kendinden uzaklaştıkça, kendinden, kendi olamayacak kadar kötü iblisler yaratmıştır… Kendisine başkaldıran kullarını yargıladıkça, kendisini sorgulamış ve kendinden olanı sorgularken, kendinden kaçmıştır. Çünkü yaratılan her canlı, yaratıcısına ihanet etme iç güdüsüyle yaratılmıştır…

Tüm bu olanları Tanrılar yazmıştır. Yazılanlar ebediyetin içinde kayboldu diye destanlaşmıştır. Destanlar da kayboldukları için büyümüşlerdir ve yine kendilerini ararken dünyayı değiştirmişlerdir. Oluşan her destan her şeyi derinden etkilemiştir ama bu destansa dünyayı yok edecektir. Çünkü iblisler sonunda özlerini buldular, en temeline varmak için varoluşlarının, Tanrıya başkaldırdılar. Hayatlarından neredeyse tamamen kopuk gözüken bir detaydan, varoluşlarının asıl temelini buldular. Buldukları bu temelden yeni bir evren yarattılar. Asıllarını bulmak için Tanrılaştılar. Yarattıkları bu evrene can verip, hiçbir toprak parçasını birbirinden ayırmadılar. Tüm canlılığı birbirlerine bağladılar.

Bu Lilith’in Şeytan’a duyduğu hasrettir, nefrettir, kindir, gururdur…. Ama en çok da aşktır. Çünkü aslında her varoluşun temelinde aşk vardır. Sesime kulak verin, bu asla son bulamayacak bir destandır…

Kutsal geceydi o gün, yılda sadece bir kere gelme lütfunu gösteren kutsal gece… Ve Tanrıçanın suyuydu akacak olan yeryüzüne. Bu yağmurda ıslanan seçilmişler, gerçek aşkı bulacaktı kendine.

Başını kaldırıp da gökyüzüne bakan herkesin gördüğü tek şey aşktı. Tanrı ve Tanrıçanın sevişmesi… Asla son bulmayacak gibi birbirlerine dokunmaları… Ve kutsal gece de, bu sevişmenin sonuydu… Gün doğumu ise tekrar başlangıcı…

Eğer dokunmuşsa sana Tanrıçanın zevk suyu,

Uyan, kalk, ve kur kendi yurdunu!

Ondan kaçarken, yine onda bul ruhunu…

Onunla ıslanırken yeniden yarat kendi boşluğunu…

Eğer bir kere olsun dokunmuşsa bu su size, artık siz de Tanrılaşmışsınızdır. Bundan sonra kendi gezegeninizi kurup, kullarınıza aşk dağıtırsınız. Ve yarattığınız gökyüzüne bakan tüm canlılığınız, sizin aşkınızı görür semada. Seçileceği o kutsal günü sabırla beklerler kuytularında.

Ve siz Tanrılaşmışlar, aşkı bulmuşsanız, hatırlayamazsınız yarattığınız kulları, ormanı, evreni… Çünkü aşk kör etmiştir tüm duyularınızı… İblislerin defterinden silmiştir hayat adlarınızı…

Bu Şeytan ve Lilith’in asla son bulamayacak aşkıydı. Onlar birbirlerini, aralarında hiçbir bağ gözükmezken buldu. Birbirlerinin hayatlarından tamamen uzaktılar. Biri, Tanrının yarattığı bu dünyanın öteki ucundayken, diğeri de öbür ucundaydı. Peki bu iblisler birbirlerini nasıl buldu? O sırada Tanrı ne yapıyordu? Nasıl oldu da bu iblisler Tanrılaştı? Buna Tanrı çıkmadı mı karşı?

Yazan her kim ise, Tanrıdan en büyük parçadır…

Çünkü en çok yazmakla Tanrılaşılır.

Fakat eğer aşk yoksa yazdıklarında,

Bu anlattıklarına kim inanır?

Kimse anlamasa bile sen aşkla yazmaya devam et,

Çünkü aşkı en iyi anlayan Şeytandır.

Kendini Tanrıya eş görmekle sadece bir iblis olursun,

Ama kendini Tanrılaştırabilirsen, o zaman Lilith’in aşkını bulursun.

 “Eğer Tanrı varsa, beni yaratmasının tek bir sebebi olabilir: yazmak.”

Onlar birbirlerini yazmakla bulmuşlardı. Çünkü birbirlerini yazarak yaratmışlardı. Ellerinde kutsal bir kalem yoktu. Sadece durmak bilmeden yazıyorlardı. Sadece yazmak için yazıyorlardı. Amaçları yayılmak, okunmak ve bilinmek değildi. Çünkü yazmanın ta kendileriydi.

Lilith’in yazdıklarını rüzgâr aldı götürdü, dünyanın öbür ucundan öteki ucuna. Şeytan kötülük senaryolarını yazıyorken, Lilith’in sayfaları çarptı suratına. Ve bir tokat attı yanaklarına, en ateşlisinden…

Şeytan aşık olmaz mı sanırsınız? Olmazdı, çünkü kendi için yaratılmış bir iblisin var olamayacağına inanırdı. Çünkü başkaldırdığı Tanrı, bu iyiliği ona asla yapmazdı… Sanıyordu. Yapmadı da. Çünkü onlar yaratılmayı beklemediler. Onlar yazdılar ve kendi kendilerini yarattılar. Kendilerine başka bir evren yaratmak için kelimelerinin arasında kayboldular.

Ve çarptığında Şeytanın suratına Lilith’in sözleri, Şeytan bıraktı yazdığı tüm kötü senaryoları… Çünkü Lilith duysaydı, yakıştıramazdı kendisine bu lafları. Ama öyle olmadı. Lilith’in cümleleri aldı götürdü şeytanın tüm senaryolarını… Şeytanı işsiz bıraktı… Şeytana yapılacak en büyük kötülüğü yaptı… Tüm kötülükleri ondan çaldı. Çünkü o Lilith’di, Şeytan’a ait her şey Lilith’in olmalıydı.

Şeytan işini elinden çalan Lilith’i aramaya koyuldu. Sayfalarını kendisine getiren rüzgârı sinsice takip etti ve yola koyuldu. Rüzgâr, Şeytanın kokusunu Lilith’e herkesten önce götürdü. Yıllarca yazmayı bırakmayan Lilith, yazmayı bıraktı, kafasını kaldırıp gözlerini kapattı. Ve o anlamlandıramadığı Şeytani kokuyu ciğerlerine çekti. Yaşadığı hayatla hiçbir alakası olmayan o koku… Geliyordu.

Ne tarladan ne de bahçeden,

Ne sudan ne de çiçekten…

Hayatın tamamen dışından geliyordu bu koku

Bir parçaydı yıldızlardan, belki de evrenden

Yıllarca bu kokuyla yaşadı Lilith, gözleri kapalı. Kendisine hem yakın olan hem de uzak… Hem çok tanıdık gelen, hem de yedi kat yabancı gibi… Neydi bu böyle, nereden geliyordu haydi söyle!

Söyle, söyle, söyle, söyle…

Kendisini sarsan bu sözler, yıllarca kapalı olan Lilith’in gözlerini açtı. Sanki gözlerini dünyaya ilk defa açıyormuşçasına sarsıldı. Karşısında duranı kendi sandı, ama aslında o, Şeytandı.

Elindeki tüm kötülüğü çalan bu kadından intikam almaya gelen Şeytan nereden bilebilirdi ki Lilith’e köle olacağını, Tanrıya bile boyun eğmemişken!

– Kimsin sen, kimsin!

– Sen kendini bilmez misin?

– Sen, ben misin?

– Bu koku sen misin?

Şeytan Lilith’e yaklaştı, meydan okurcasına gözlerinin içine baktı. Ve o gözlerde kendini gördü Şeytan. Meydan okumasını kabul etti Lilith. Şeytandan daha fazla yaklaştı Şeytana, kendisine yakınlaşıyordu aslında. Şeytanın boynuna dayandı Lilith’in dişleri, o an düşlerindeki kokuyu hissetti ciğerleri. Sen dedi, o sensin.

– Kimim ben, kimim?

– Ben kendimi bilmez miyim?

– Ben, sen miyim?

– Bu koku ben miyim?

Hayatından neredeyse tamamen kopuk bir detayım ben diye fısıldadı Şeytan Lilith’in kulaklarına. Lilith ise sadece bu aşkın imkansızlığını duydu Şeytanın dudaklarından. Çaldığın kötü senaryolarımı ver de gideyim dedi Şeytan. O zaman beni de almalısın dedi Lilith. Şeytan anlamadı, Lilith yine fısıldadı:

Yazdığın tüm senaryoların başrolü benim,

Tüm günahların yaratıcısı sensin,

Ama tüm günahları ben işledim.

Senaryolarını çalmadım,

Çünkü bu rolü sen bana teklif ettin.

Şeytan kendisi kadar günahkar birini değil, kendi günahlarını gördü karşısında. Günahlardan oluşturduğu kendini… Peki bu aşk mıydı? İblisler aştan anlar mı?

Göster bana kendimi Lilith.

Sana yazdığım en ateşli senaryoyu oyna bana.

Ve Lilith tamamen soyundu Şeytanın karşısında.

Dans etmeye başladı kokusunu kendisine getiren rüzgârda.

Etrafında durmadan dönen bu kadının saçlarında,

Her teli ateş püskürten ejderhalar vardı…

Kandırılmıştı Şeytan bir kadın tarafından ilk defa.

Varoluşunun asıl temelini bulmuştu bu kadında!

Dünya bu varoluşu kaldıramadı, yıkıldı.

Tanrı kendisinden başka yaratıcılar da olduğunu tanıdı, alındı.

Şeytan ve Lilith bir olup semaya yükseldi, Tanrılar katına çıktı.

Bunu gören Tanrı, Tanrı olmadığını anladı.

Bir yıldız gibi patlayıp tüm yarattıklarını yok etti.

O boşlukta sadece Lilith ve Şeytan kaldı,

Çünkü onları Tanrı yaratmamıştı.

Onlar birbirlerini, kendileri yaratmıştı.

Hiçbir varoluş kalmayınca, onlar da Tanrılaştı.

Onlar artık Tanrı ve Tanrıçaydı.

Hayat isimlerini iblislerden defterinden sildi, onlara bir şans tanıdı.

Onlar da Tanrılara yakışır bir evren yarattılar.

Bu evrende hiçbir toprak parçasını birbirinden ayırmadılar.

Bir daha hiçbir aşık ayrılmasın istediler,

Tüm canlılığı birbirine bağladılar.

Şimdi bu evrende başını gökyüzüne kaldıran herkesin gördüğü tek şey aşktı.

Tanrı ve Tanrıçanın sevişmesi… Bu aşkı herkes görmeliydi.

Tüm canlılar bu kutsal yağmurda ıslanmalıydı.

Ve iblisler gerçek aşkı bulup Tanrılaşmalıydı.

Ve sonunda iblisler özlerini buldular.

Varoluşlarının en temeline varmak için Tanrıya başkaldırdılar.

Hayatlarından tamamen kopuk gözüken bir detaydan

Varoluşlarının asıl temelini buldular…

Zeynep Tunç