Öykü

Diren(işçi) Rüyalara Tekrar Gebe Kalacağız

1

Henüz yirmili yaşlarımdaydım ve dünya şimdiki gibi modern, teknolojik ve pis kokmuyordu. Her şeyin insan eliyle üretildiği yıllardı, tüm ölümcül virüsler dahi insan bedeninde barınmayı severdi. Âdem’in soyu, bu yüzyıldaki gibi tiksinilen bir canlı değildi.

O yıllarda bir çocuk tanımıştım. Kanserli bir erkek çocuğu… Yaşlı annesi ve iki ablasıyla birlikte karşı apartmanımızda oturuyordu. Ölüme çok yaklaşmıştı. Gün boyu perdeleri çıkartılmış bir pencerenin dibinde yatıyordu ve küçük not defterlerine bir şeyler karalıyordu. Ne zaman ona baksam, elinin kımıldadığını görüyordum. Yazıları, ertesi hafta ölümüyle birlikte son buldu.

Annesi epey ağladı öyle ki fenalaştı ve gün boyu kendine gelemedi. Komşular, zavallı kadının biraz olsun iyileşmesi için o çıplak pencereyi açtılar ve tesadüf olduğuna hala inanmadığım bir olay gerçekleşti. Ansız bir rüzgârla birlikte çocuğun karaladığı kâğıtlardan birisi havalandı ve süzülüp penceremin camına yapıştı. Öyle tuhaf bir andı ki… Kâğıt bir süre odamın derbeder camımda asılı kaldı. Kâğıdın ortasında tek cümlelik bir yazı yazıyordu: “Gerçeğe en güzel başkaldırış rüyalarla başlar.” Gözlerim yazılı sütunu tarar taramaz minik kâğıt gökyüzüne süzüldü ve hiçliğe karıştı. Ancak o ağaç artığında yazılı olan cümle, zihnimin en dipsiz kuyularına yerleşti. O gün bugündür aklımın dipsiz kuyularından durmaksızın bana haykırıyor ve ne zaman gözlerimi kapasam sureti göz kapaklarıma yansıyor.

O günün üzerinden on sekiz yıl geçti ve ben hala o anı düşünüyorum. Çünkü dört yıl önce modern çağın kehaneti seçilen yazı, bu çocuğa ait; yani çeyrek asır önce ölen kanserli komşuma.

Çoktan bakteri olan komşum, çağımızın baş tacı olan bu öyküsünde en büyük pişmanlığının uykular olduğundan bahsediyordu. Uykusuz bir hayatın daha güzel olacağı fikrini bir öyküyle anlatmıştı. Küçük yazar ütopik kasabalarda yaşayan yoksul halktan bahsediyordu. Bu insanlar refaha erebilmek için sürekli çalışıyorlardı. Günde yirmi saate yakın. Öyle ki hayatlarında çoğu kez uyku erteleniyordu. İşçiler yoruluyordu ancak kimse uykusuzluktan ölmüyordu. Herkes haddinden fazla çalışıyordu ve zamanla şartlar daha iyiye gidiyordu. Böylelikle insanlar uykusuz bir hayatın olabileceğini fark ediyordu ve kasabalarda yeni bir düşünce doğuyordu: Tanrı’ nın uykuyu sadece çileli anları çabuk atlatabilmek için gönderdiği fikri.

Tüm varsayılan kalıpları yıkan bu düşünce, kısa zaman içinde öykü evrenindeki çoğunluk tarafından benimseniyordu ve uyku zorunluluk olmaktan çıkıyordu. Öyle ki kasabalarda giderek düzelen yaşam şartları, uykuyu özel bir hak haline getiriyordu. Artık kimse canı istediğinde uyuyamıyordu. Uyuyan insanlara karşı olumsuz bir bakış açısı oluşuyordu. Üstelik bu büyük bir sosyal baskıydı. Zamanla bu durum resmileşerek kanun haline geliyordu. Uyku artık büyük bir lükse dönüşüyor, insanlar çok çalışıyor ve izin günlerinde uyku hakkı için bir sürü evrak imzalıyordu. Tüm bu olumsuz ilerleyişe rağmen hikâyenin sonu mutlu bitiyordu. İnsanlar rüyaların kıymetini anlıyordu ve yoksul kasabalar dev, modern şehirlere dönüşüyordu. Herkesçe bilinen son buydu; ancak kitabın gerçek sonunun o olmadığını ben iyi biliyordum. Esasen o gün camıma vuran o tek cümle, hikâyenin gerçek sonuydu. Yazar yazısını, “Gerçeğe en güzel başkaldırış rüyalarla başlar.” Diyerek bitirmişti. Bu söz onun gerçekleşen öyküsünün son kehanetiydi.

* * *

2

Göz kapaklarımı uzun uzadıya kapamayalı tam iki yıl oldu. Çünkü uyku, artık büyük suçlardan birisi… Bu durumu değiştirecek kimse yok. Aksini getirecek ne bir yasa nede yasa dışı bir örgüt. Hepsinin sesi susturuldu. Bilim adamlarının, beynin Epifiz bezi üzerine yaptığı uzun soluklu çalışmalar ilk meyvesini verdi. Kontrollü melatonin salgısı… Önceleri damardan verilen bir ilaçla, sonraları ise küçük haplar sayesinde, bu kontrol sağlandı. Artık insanların uykusu gelmiyor, vücut saatleri ve ritimleri bozulmuyordu. Bu keşfin ardından basında, ‘Hikâye gerçek mi oluyor?’ başlıklı yazılar manşet oldu. Evet, her şey gerçek olmuştu. Yasanın ilk kez yürürlüğe sokulduğu günü iyi hatırlıyorum. Yeryüzündeki her insanın aşılanacağı gibi imkânsız görünen cümleler kullanılmıştı. Üstelik tüm ülkelerin bu duruma ılımlı baktığından ve kısa süre içinde yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağından söz ediliyordu. Bunun sadece bir girişim olduğunu ve hiçbir zaman kalıcı olmayacağını düşünmüştüm ancak aksi oldu ve bu salgın tüm dünyaya yayıldı.

Kollarımdaki şırınga deliklerinin sayısını bilmiyorum yahut yuttuğum hapların miktarını. Eğlenceye ayrılan dört saatin dışında bir makineyim. Hala insan gücüne ihtiyaç duyan bir fabrikada işçiyim. Ellerim herkesten daha iri ve kabuklu yemişlere benziyor. Boş zamanlarımda ise penisimi törpüleyen bir zımpara gibi… Hepsi bu. Bizim gibilerin hayatı artık kronik. Tok karınla yutulan ilaçlar gibiyiz. Vaktimiz değişiyor ama prospektüsün dışına hiç çıkamıyoruz.

Makine yağına bulanmış ve küflü demirlerin arasında zaman öldürüyoruz. Metrelerce uzayan hareketli bir standın başında durup paketleme yapıyoruz. Dünya pazarında satışa sunulan çalar saatleri, yirmi santimlik parlak kutuların içine yerleştiriyoruz. Artık kimse çalar saati duvarda parçalamıyor, aksine bu küçük cihaz artık evin başköşesinde sergileniyor. Tıpkı el işçiliği antika bir vazo gibi…

Bu küçük cihazları satışa hazır etmek için gece on iki de fabrika da toplanırız. Yüzlerce işçi… Hiç birinin yüzü gülmez. Makine çığlıklarının arasından geçip ait oldukları stantların başına geçerler. Kimisi parça takar, kimisi onarım bölümündedir, kimisi kontrol… Hangi bölümde olursanız olun iş sıkıcıdır. Burada eğlenceli olan tek şey molalardır. Çünkü molalarda insanlar rüyalarını anlatır. Sene de dört günlüğüne verilen uyku izni sayesinde hala rüya görebiliyoruz. Uykusuz bir dünyada bu durum yetmişli yaşlarda çocuk doğurmaya özdeş oluyor. Artık bu modern dünyada rüyalarınıza göre saygınlık kazanıyorsunuz. Öyle ki ağzınızdan çıkan her kelimeyi iki metrelik kıllı adamlar, sanki gece masalı dinleyen pelüşten çocuklar gibi dinliyor. Bu iri adamlardan ağlayanlarına bile şahit oldum. Herkes daha fazla uyuyabilmek için çalışıyor ve günümüzün zenginlik anlayışı bununla özdeşleştiriliyor.

Şu içinde olduğumuz durumun yaşanabileceklerin en kötüsü olduğunu düşünüyorduk ki böyle olmadığını anladık. Yaklaşık iki ay önceydi, fabrikanın en çelimsiz işçisi olan Asap uyku izninden dönmüştü. Onlarcasının bakışları onun üzerindeyken ufak tefek bedeni ve içe adım atan çarpık ayaklarıyla ortamıza geldi. Birkaç saniyelik bir suskunluğun ardından hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Bu durum, yüzünde tebessüm barındıran tüm suratları şaşırttı. Onun rüya yerine kâbus gördüğünü düşünmüştük.

Asap başını kaldırdı ve yanı başında duran meraklı yüzleri süzdü.

— Yol boyunca söylenecek en güzel yalanı düşündüm, güzel bir hikâye uydurmaya çalıştım. Buldum da; ama fabrikadan içeri girdiğimde durumun ne kadar vahim olduğunu daha iyi anladım. Bu yüzden yalan atamayacağım. Hiç rüya görmedim!

Son cümle, bu ufak adamı dinleyen tüm insanların yüzüne bir telaş sıçrattı. Her birimiz korkuyla yutkunduk ve çare ararcasına birbirimizin yüzüne baktık. Asap sözlerine devam etti:

— Tek gördüğüm şey geceler boyu süren karanlıktı.

Bu sözün üzerine kimse bir şey söyleyemedi, fabrikanın içinde her kes bir köşeye dağıldı ve sessizliğe büründü. O gün kimse konuşmadı. Tüm molalar suskun geçti, hatta paydos vakti bile…

Hangi yüze baksam kasvet ve elem gördüm. Sigara tutan eller titriyordu ve dudaklar mıhlanmıştı.

O günden sonra, gerçekleşmeyi bekleyen korkularımız kendini haklı çıkardı ve uyku izninden dönenlerin nicesi rüya göremediğini söyledi. Tüm bunlar bu ağır ilaçların kalıcı yan etkisiydi. Rüyalar bizi terk ediyordu. Önceleri kutlama tadında karşıladığımız uyku izni almış işçileri, artık gözyaşıyla karşılıyorduk. Evet, ağlıyorduk hem de her birimiz. Şu halimiz yıllar önce yazılan bir hikâyenin devam serisi gibiydi. Tüm ülkeler işçiler sayesinde öylesine gelişmişlerdi ki artık yoksul kesim diye bir şey kalmamıştı. Ancak buna ilaveten doğal hayat formunun yapısı değişmişti ve bu salgın tüm insanlığı ele geçirmişti. Rüyalarını kaybetmiş milyonlarca insan çıldırmanın eşiğine gelmişti, bilim insanları bu kontrol dışı yan etkiyi çözmek için çabaladılar fakat sonuç alamadılar.

Nihayet beklenen oldu. İçine dünyalar sıkıştırılmış olan tüm işçiler çığrından çıktı. Artık her birimiz gökyüzünden aşağı bırakılan atom bombaları gibiydik. Yıllar önce başlayan düşüşümüz sona erdi ve toprakla buluştuk. Böylece ayaklandık ve dünya kaosa sürüklendi.

* * *

3

Asap elindeki saatleri fabrikanın dev camlarına fırlatıyor, öyle ki plastik oyuncaklar gibi geri sekiyorlar. Ardından yanı başımdaki kuvvetli işçi, demir bir makine parçasıyla tezgâhları dağıtıyor. Gördüğüm her insanın boyun damarları kabarmış durumda ve geri kalanların her birinin yumrukları sıkılı. Birkaç çılgına dönmüş adam ustaların baygın bedenini tekmeliyor. Az ileride kıyafetleri kana bulamış bir ekip müdürün cansız bedenini sokaklara taşıyor. Caddeler, insan kusan bir dere yatağı gibi. Tüm insanlık bu isyan kusmuğuna karışıyor. Kaldırım taşları yerlerinden sökülüyor ve dükkân camları bir biri ardına parçalanıyor. Tüm lüks eşyalar ve parayı simgeleyen ne varsa ateşe veriliyor. Arka sokaklardan kuvvetli çığlıklar yükseliyor ve bu haykırış diğer sokaklara, ardından diğer şehirlere ve nihayetinde diğer ülkelere sıçrıyor. Tıpkı 18. yüzyılın Fransa’sındaki gibi bir devrim, tüm dünyayı kucaklıyor. Mavi gökyüzüne milyonlarca insanın kanı sıçrıyor. Bu kavgada can veren hayaller oluyor ve nice zaman sonra, kodları genlerimizden dahi silinmiş olan rüyalar, çocuklarımız yerine masallara ve tatlı ninnilere miras kalıyor.

Diren(işçi) Rüyalara Tekrar Gebe Kalacağız” için 1 Yorum Var

  1. Merhabalar.
    İnsanın hayal ve rüyalara olan ihtiyacını anlatan çok güzel bir hikâye olmuş. Ellerine sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *