Öykü

Dolunay

Sırtına düşen damlalar soğuk. Yuvasından düşmüş serçe yavrusu gibi titriyor. Bileklerinde demir kelepçe soğuk. Cana kıymak soğuk. Ömer’in karnına bıçağı sapladığı ana kadar kalbini dağ dağ ısıtan öfke nerede şimdi; buz gibi mızraklar ciğerini deşerken. Ah şu üşümek olmasa. Yağmur ellerinin kirini yıkıyor; toprağın sinesine damla damla düşen kan soğuk. Kollarına giren askerlerin çehresi soğuk. Ömer’in anasının ilenişi kulaklarında: “Mapus damlarında çürüyesin Ali! Ciğerin dil dil yarıla da tuz basalar Ali! Kollarına bebe koyan olmasın! Geber Ali, geber de toprağın olmasın!”

Ali, iki gün evvel bir delilik haliyle askerden kaçtı. El kapısına kul olurum da gene bakarım sana demişti. Bekle yeter. Mektubunda, beni değirmencinin oğluna verdiler demeseydi; ama demişti.

Ömer’in katline tek şahit Dilsiz Ayşe’ydi. Gökteki dolunay soğuktu. Meşe ağacının geceye düşen gölgesinin altında öldü Ömer. Penceredeki kız yalnızca izledi; bakışları hissiz, soğuk. Bu ağacın dallarının altında çok can yitti, yitecek. Gökteki aydan mı, şu uğursuz ağaçtan mı dediler; bilen yok, hele Ayşe’yi aklına getiren bile yok.

-Giriş-

“Len, len Memet!”

Esen yalnızca usul, ılık bir yel, güneş yakan cinsten ama ağaç kırıyor, yaprakların arası gölge gölge alacalı, serin. Dallara iki yeni yetme yapışmış, biri dertli dertli bakıyor da öbürü tam aksine, çehresine densizce bir heyecanı takınmış, dudaklarında umutlu bir sırıtış ve de göğsünde tepinen bebek ayaklarıyla hayli hoşnut.

Hasan, ağacın karşı dalındaki Mehmet’e ufak bir dal parçası fırlattı.

Kulağını sıyırıp geçerken döndü Mehmet: “Ne var ya?”

“Cama baksana,” diye fısıldadı Hasan. Gidecek şindi. Alık mısın nesin olum, daldın gettin? Hem ne düşünüyon bu kadar?”

“Ne düşüncekmişim be…”

“Baban mı hasta gene?”

“Yok.”

“Ee?”

Mehmet’in burnundan derince aldığı solukla içeri kaçtı göğsü, azıcık daldı, yere, on metrelik boşluğa baktı, sonra: “Dedemin eşeğin tırnağı kopmuş,” dedi, ha desen ağlayacak.

Hasan yüzü buruşuk, kaşları çatık: “Kopmuşsa kopmuş, ne var?” diye sordu.

Yutkundu Mehmet, gözlerini sıkıca yumup iç çekti: “Sikkesini ben çakıyom ya bi haftadır. Kabahat bende işte. Dedem sikecek belamı.”

Hasan kocaman, hayretli gözlerini dikti Mehmet’e: “Hadi be!” dedi, “Yanlış mı çaktıydın?”

“Yok.”

“Ya ne?”

“Kendi ipini kaybedince naylon iple bağladıydım, ne bileyim.”

“Naylon ha?”

“Öyle…”

“Hepten mi kopmuş?”

Mehmet cevaben, biraz bıkkın salladı başını. Dudakları aralıktı, diyeceği bir şeyleri arandı ama belli ki yoktu. Hasan, “Napcan ya?” diye üsteleyince, “Bilmiyom işte,” diyebildi.

Bir müddet konuşmadılar. Yukarılarda bir teyin olacak, görünmüyor ancak tıkırtıları, kesik kesik can kaygılı ötüşleri bunu aşikar kılıyor; kendi evinde kapana kısılmanın, zayıflığın yakınışı besbelli. Esinti yaprakları hışırdatıyor. Dalların arasından seçilen bulutlar gökte pamuk pamuk kayıyor.

Hasan birkaç tane sarı tüyün peyda olduğu üst dudağını yalayarak emdi, sonra, “Neyse, neyse,” dedi. “Düşünürüz onu, şindi gidecek olum, bak şu cama.”

Mehmet gönülsüzce döndü, baktı. Gördüğünden değil.

Dilsiz Ayşe diyorlardı, anasız babasız kardeşsiz; on yedi on sekiz yaşlarında incecik bir kız. Konu komşunun eşiğine bıraktığını yalnız kolunu çıkararak alır, suyu kaçak, eliktriği yok. Dastarının kıyısından kestane perçemi yüzüne düşer, çilleri güneş vurdukça altından bir balığın pulları gibi parıldar. Dillere Dilsiz Ayşe diye dolanmış zira on üçünde gencecik bir kızkenden beri dudaklarından tek kelam işiten yok. Bir gece ne olduysa evlerini saran alevler anasını, babasını, kardeşlerini alıp da onu seçince konuşmaz olmuş Ayşe. Evin az çok sağlam kalan tek odasına kendini kapatıp bir daha da çıkmamış: Bilinenin hepsi bu. Ağızdan ağıza üç harfli dadandı derler, yatır varmış derler, şeytan öpmüş derler, ateşe işemiş derler, ecinniler dilini koparmış bile derler ama kimse de aslını bilmez. Evden dışarı çıkmaz ama yalnız bazı geceler, bazen ayda bir bazen yılda bir pencerede görünür, bacada bekler, öyle ki sağ yanağı camda yaslı uyur kalır, şafakla uyanır, az göğü izler, sonra yorgun bir kamburlukla döner ardını da çeker gider. Sonra gene görünmez. Aylar geçer, varlığı aşını eksiltmeyen Gülnaz neneden gayrı unutulur gider; ta ki başka bir gün gene pencereye çıkana dek. Şimdi, bu günün tepede olduğu ağustos gününde yine camda yaslı, yine pek sessiz, gillar kapısı kadar kimsesiz, oturuyor, gündüz gözüne dolunay çıkmış, onu süzüyor.

Bu pek nadir olan cama çıkışını Hasan fırsat bilip Mehmet’e haber etmişti. Cebinden çıkardığı yaş pelidi fırlattı cama: Tık. Camdaki kız tikledi. Hasan sırıttı, el salladı. Kız şaşkın baktı, sonra güldü. Kız gülünce Hasan da güldü; avuçları terli, yüreği sarmaşıklara dolanmış serçe yavrusu. Doğruldu, baldırlarını güzelce kenetledi dala, sonra ellerini kaldırıp kuru göğüslerini yokladı, uçlarını sıktı. Ayşe imayı anlayınca gülerek başını iki yana salladı. Hasan üzgün bir halde işaret parmaklarını büktü, eklemleriyle gözlerinin altını ovuşturdu; sanki gözyaşlarını silermiş gibi. Sonra, “Bi ke-re-cik,”diye heceledi dudakları; sessizce: No-lur… yalvarışı.

Dilsiz Ayşe başını azıcık yana eğdi, kıstı gözlerini, ardından sağ elini kaldırıp göğsüne doğru meylediyordu ki bir ciyyaklama koptu. Komşunun kızı Gülsüm, paçaları yerde sürünen gök şalvarıyla aşağıda, tahta bahçe kapısının ardında duruyor, parmağını doğrudan doğruya Hasan’a dikmiş, “Anneee!” diye bağırıyor.

Hasan bir anda sendeleyverdi dalda, gözleri boşluğa kaydı, bacaklarının bağı çözüldü. Gırtlağından korkuyla, “Anacım!” lafzı süzülürken süratle kaydı boşluğa. Son anda hızır gömleğine yapışıvermese kurt yeniği armut gibi vakitsiz kuru toprağı öpecekti. “Ihh…” Yurkunuş. Kafasını azıcık yana kaydırınca gömleğinin sırtını yıtıp geçmiş budağı sezdi, o kadar ki yakasına gelmiş dayanmış. Kendi sırtı da hayli sızlıyor; sıyrılmış olacak. Sağ ayağı dalda dolalı, boynunu tutan budakla iki ağaç kolu arasında öyle hamak gibi kalakalmış, göbeği göğüslerine dek açık… meydanda, kendi korkulu gözlerine bile hali pelperişan. Yukarıda, pencerede Dilsiz Ayşe kıkır kıkır gülüyor, aşağıda Gülsüm halen, “Anneee,” diye viyaklıyor.

Mehmet, Hasan’ın dibinde belirip yapıştı koluna, doğrulttu onu: “Hadi!..”

Alelacele, artlarına yıldırım düşmüş gibi, yahut kuduz itten kaçar gibi indiler, bahçe duvarına atlayıp tüydüler oradan. Nefes nefese çay kıyısına yıkıldılar. Gün ikindiye çalıyor, birkaç böceğin ötüşü işitiliyor, kurbağaların kesik kesik, rahatsız edici derecede tiz vıraklayışları kulaklarını tırmalıyor. Birbirine girmiş, budanma zamanları gelmiş de geçmiş kambur söğütler ara ara tükürüyor, balık, çamur ve yosun kokan çayın şırıltısı kendi nefes alışverişlerinin arasında uğultu gibi silik, farkedilmeyecek denli sessiz akıyor ve tüm bunlara az da olsa dikkatini veremeyecek durumdaki Hasan sırtının sızısına yanıyor; ama düşmediği için memnun elbette, hele de yakalanmadıkları için… “O velet burda olsa ümüğüne çökerdim,” dedi söğüt dallarının arasından gökyüzüne bakarken.

Mehmet burnunu çeker gibi nefes aldı, terden alnına yapışmış perçemini yana taradı. Ah çeker gibi omuzlarını kımıldatıp, “Dedem beni öldürecek…” dedi.

Hasan sırt üstü yattığı yerde, “Sen hâlâ orda mısın?” diye sordu umursamazca. “Tırnak bu, büyür gene, nolcak sanki?”

“Hayvanın halini görmedin,” diye çıkıştı Mehmet: “Oncak gibi değil ki.”

Hasan yanağını kaşıdı. Nemli çimenler serin, sırtının sızısını alıyor. Bakışları esrik gibi parıldıyor, dudaklarına bir tebessüm gelmiş yerleşmiş, gözlerini yavaşça kırpıyor; üzerinde esen ılık bir hülya yeli. “Hoşlandı benden,” dedi. “Hissettim. Acaba, acaba…”

“Ne acaba?”

“Ne bileyim. Millet üç harfli çarpmış filan diyo ya. İnanmıyorum ben.”

“Cinlere mi?”

“Değil ya! Adını anma şunların, çarpılacaz şimdi.”

“Doğru,” dedi Mehmet başını ciddiyetle sallayarak: “Sence… kendim mi söylesem?”

“Hı?”

“Dedeme diyorum. Eşeği.”

Hasan kaşları çatık, yüzü ekşi döndü bir anda. Küfür edecekti, onun yerine yutkundu. “Kalk göster şunu bana,” dedi, “yoksa burnunun ortasına yumruğu gömecem o olacak.”

Mehmet hiç beklemediği bu tepkiye mana veremeden aceleyle doğruldu. Omuz silkti, “İyi madem,” dedi, “gel. Zaten az ötede, hem suya salarız.”

Yürüdüler. Mehmet önde Hasan arkada. Söğütlerin arasında toprak ezile ezile bir yol oluşmuş, iki gün evvel yağan yağmur bu traktör çığırı yola minik göletler oluşturmuş; toprak, suyu bazı bazı yutmuşsa da henüz çoğu yer çamur, batak. İki teker izinin arasından yürüyorlar, ayaklarının altında çimenler ezilip doğruluyor. Mehmet aniden durunca Hasan irkildi, az daha sırtına çarpacaktı. Başını kaldırdığında Mehmet’in dik dik karşı yakayı süzdüğünü görünce o da döndü: Bir traktördü baktığı, dedesinin traktörü.

“Hassiktir!” dedi Mehmet.

Hasan, Kaçalım mı? dercesine baktı ona. Mehmet’in aksine mizacı katı, kolay kolay korkmaz ama Haydar Dede -namıdiğer Kor Haydar- aniden parlamasıyla meşhur, gaddarlığıyla dillerde ki benim diyenin bakışlarını ayaklarına diker, ellerini bağ eder. Adam o ara traktörün yanında, ayaklarında kara çizmelerle, yarım karış, kül rengi sakalıyla belirince kalakaldılar öyle. Yaşlı adam, ama halen heybetli, ketum tavırlı, katı. Traktörün arkasında kırmızı su motoru takılı, çamurluğuna iki yarım boru sarılmış, sarı bir alıcı yılan gibi kıvrılmış yerde yatıyor. Haydar, Hasan’la Mehmet’i fark edince, “Memet,” diye seslendi karşı yakadan: “Gel hele.”

Mehmet başı yerde, çekine çekine yaklaştı, aralarında çay akıyor. Karşıya geçmeden, oradan seslendi: “Buyur dede.”

“Buraya gel.”

Mehmet’in gırtlağı indi kalktı, yardım dilercesine baktı Hasan’a. Hasan belli belirsiz Ne yapayım? der gibi salladı başını. Mehmet kaderine boyun eğdi mecbur, döndü, topuklarına basarak çıkardı ayakkabılarını, sonra da çoraplarını; şüphe uyandıracak denli ağırdan alıyor, birkaç dakikalığına da olsa dedesinin hışmından kaçınmaya çabalıyor. Hasan olduğu yerde, ne yapsa bilmiyor, sol eli cebindeki demir misketi kavramış ama farkında değil.

Mehmet, ayakkabılarının içine çoraplarını sokup karşı yakadaki bir boşluğa fırlattı. Sonra da eğilip paçalarını dizlerine dek katladı. Temkinlice, kıçını sürte sürte indi çaya. Attığı her adımda acı çekiyor gibi, sanki ayaklarını soktuğu su değil de cam kırıkları, az ötede bekleyen dedesi değil de kanlısı. Karşıya geçti. Adam su motoruna eğilmiş, elinde yıldız anahtarla bir vidayı sıkıyor, dudaklarında yarım sigara, hernasılsa Mehmet’i unutmuş gibi duruyor, yahut Mehmet bunu umuyor.

İyice sokuldu adama, korku dolu bir sesle, “Geldim dede,” dedi: “Buyur?”

Dedesi başını ağırca çevirip yandan baktı ona, tüyleri diken diken bir kurdun dişlerinin arasından hırlayışı gibi. Mehmet’in yüreği ağzında, çenesi titriyor. Neredeyse adam daha bir şey demeden iki dizi üstüne çökecek, affına yalvaracak.

Sigarasını parmaklarının arasına alıp, “Ne yaptın Memet?” dedi dedesi: “De hadi.”

Mehmet’in sol gözünden bir damla süzüldü, düştü. “Bilemedim dede,” dedi. Alt dudağını geveliyor, omuzları düşük, gözleri ayaklarında: “Vallahi bilemedim.”

“Bilememiş,” dedi adam tükürür gibi. “Babandan hayır mı gördüm de senden görecem?” Uzanıp hışımla yakaladı çocuğun bileğini. İrkildi Mehmet, sol ayağını bir adım geriye attı. Adam var gücüyle sıkıyor, öyle ki saniyeler içinde mosmor kesti eli, damarları tel tel belirdi. “Ne vakit bağladın ipi?” diye çıkıştı dedesi ama her nasılsa sesi fısıltı gibi: “Yüzüme bak. Ne zaman?”

“Beş,” dedi Mehmet, “dört beş gün oldu.”

“Beş günde nasıl bilemedin hayvanın halini?” Avucunun içinde kaybolmuş, titreyen bileği burnuna dek kaldırdı Mehmet’in. “Bak,” dedi, bora kesmiş eli gözüne sokarcasına salladı. “Koca beş gün dayanılır mı şu eziyete? Hiç sızlamadı mı ciğerin?”

Mehmet diyemedi bir şey, bilememişti ki… Daha bu sabah fark etmişti ama diyemedi işte. Dedesinin yüzüne bakamıyor, kızarmış gözleri çıplak ayaklarına mıhlı, kesik kesik soluyor.

Dedesi atar gibi bileğini bırakınca rahatladı, öbür eliyle ovuşturdu. Adam traktöre yürürken başını kaldırıp ardından baktı. Dedesi koltuğun altında bir şeyler arıyor gibi görünüyor. Adam geri döndüğünde sağ elinde tuttuğu sırtı paslı eski kırma tüfek ürkütücü. Öbür yumruğunda sıktığı iki fişeğin burnu görünüyor, gıcırdıyor. Dedesi fişekleri cebine sokup silahı omuzuna astı, sonra Mehmet’i ensesinden kavrayıp iteledi öne: “Yürü.”

Mehmet bir an, yalnızca küçücük bir an dedesinin kendisini vurabileceği düşüncesiyle dehşete düştü. Eşeğe gittiklerini biliyor elbette, yine de bu anlık korku, ardında yürüyen dedesinin koyu varlığından duyduğu, onu bazı geceler uykusundan eden, gün ışığını görene dek gırtlağına takılı kalıp da yutamadığı, adından öte bildiği ama yine de sıçan misali beynini kemiren bir düşünceye, ya gün doğmazsa ihtimaline benziyor. Bazı geceler yatağı annesini yatırdıkları kuru çukura, böceklerden başka hiçbir şeyin olduğu o karanlık mezara dönüşürdü; ne yana dönse zifiri sonsuzluğun hastalıklı dokunuşundan kaçamaz, seğirir gibi titrer, ıslak yastığıyla sabah ederdi. Şimdi ardındaki dedesinden duyduğu da bundan geri kalmıyor. Ne olacaksa olsun da bitsin istiyor, gerekirse horozla kalkıp sığırlara bakar, çürük balyaları seçer, kendini affettirmek için kümesleri bile tertemiz eder. Dede, diyesi oldu birkaç kez, ama dökülmedi kelimeler. Böyle olacağını bilsemle ilgili cümleler diline dolanıyor lâkin ne dese boş, biliyor. Çay kıyısından yürüyorlar, adımlarından kurbağalar ürküyor. Düşüncelerinin arasında Hasan da var: Nerede olduğunun merakı.

Nihayet vardılar. Az ötede duruyor eşek. Mehmet’in bacağına bağladığı naylon ip kesilip atılmış, ama hayvan yine de orada; nasıl gitsin? İpin boğduğu ön sol ayağının ucu kemreden bir yumru gibi görünüyor; damar damar çatlamış, yarıklardan sızan kanla karışık irin koyu. Yarasının etrafında vızıldayan sineklerden bir hale. Hayvan’ın ara ara titrercesine sallanışı cana dokunur: Sinekleri kovmaya, ama daha ziyade bacağına bakmaya çabalayışı. Birkaç adım atmaya yeltenmiş olacak çimenler yer yer koyu kızıl dalgalarla lekeli. Mehmet yaptığının vehameti karşısında bir kez daha ciğerine yumruk yemiş kesildi. Dudakları yarı aralık. Hayvanı izliyor.

Dedem o kurşunu bana sıksa gene haklı diye düşündü. Derince soludu. “Vurcak mısın onu?” dedi, sesi kuru, kırık. Gözlerini kaçırarak, yan bakarak: “İyileşmez mi dede?”

Dedesi şöyle bir başını kımıldatmakla yetindi. Çehresinde tiksinti, damar damar kin. Sırtındaki tüfeği alıp çimlerin üzerine, Mehmet’in ayakucuna attı. Sonra uzanıp elindeki fişekleri avucuna tutuşturdu. “Sen ettin, sen temizle,” dedi hiç bakmaksızın. “Beceremezsen girme eşiğimden içeri” Arkasını döndü, çekti gitti.

Mehmet bakakaldı önündeki tüfeğe. Daha önce tavuk kesmişliği dahi yokken, şimdi… Sırtında ürperti. Ayak parmaklarının arasına giren çimenler serin, ellerine bakıyor, yapamayacağını da adı gibi biliyor. Kaçıp gitse, dağların ardına varsa da daha dönmese isteği, yahut şu yanda akan çaya bıraksa kendini de öyle kaçıp gitse buralardan, gitse de bulsa annesini.

Yutkundu, kırıştı yüzü. Fişeklerden birini alıp titreyen eliyle zar zor yerleştirdi silahın ağzına. Kırmanın kapanma sesi kulaklarında yankı yankı. Tüfeği eşeğin iki gözünün arasına denkledi; silahın ağzı rüzgârlı gündeki başak misali. Hayvan koca gözlerini öylece dikmiş sanki anlar gibi bakıyor; bu gözleri geceleri kabuslarında ağırlayacak. Yüzünü yana çevirdi, dudağını dişleyip, gözlerini yumup parmağını koydu tetiğe.

“Ver şunu.”

Hasan’ın sesi. İrkildi. Bir an için en yakın arkadaşını hayatında ilk kez görüyormuş gibi baktı.

“Ver işte,” dedi Hasan. Tüfeği kaptığı gibi aldı Mehmet’in elinden. Göz açıp kapayana dek kaldırıp ateş etti. Yaşlı hayvan şahlanır gibi iki arka ayağının üstüne kalktı, sonra yıkıldı geriye. Silahın sesiyle serçeler dallarından kaçıştı. Kanatlarının çarptığı kuru yapraklar salına salına iniyor.

Hasan’la Mehmet bir müddet birbirlerini süzdüler. Sözcüklere dökülmeyen cümlelerle birbirlerine pek çok şey söylediler. Sonra Hasan ölü hayvana döndü, cebinden çakısını çıkarıp üstüne çöktü, karnına, sağrısına, boynuna ve sırtına birkaç dik kesik attı. Babası vurduğu domuza aynen böyle yapmış, İt, çakal nasiplensin, demişti: Dişleri kalın deriyi zor aşar.

Hasan Mehmet’i bir daha görmedi. Kulağına çalınan birkaç söylenti hayır değildi. Koşa koşa evine gittiğinde Mehmet’in yerine babası sarktı camdan, gene sapsarı benziyle, iki kelamından birinde öksürerek, “Dedesi şehire götürdü Memed’i,” dedi: “Yurda yazdıracak.”

Dedesi döndü ama Mehmet dönmedi. Tatillerde bile gelmedi.

Köyde Hasan’a başka akran yok. Topal Nejat’ın piçi var bir tek, onun da sigara ve sidik kokusundan yanına varılmaz. Hasan kendini ötelemeye çalıştıkça uyuz gibi sokuluşu, paçasından kopmayışı… Sırtlan gibi de zayıf, hafifçe kambur yürür, yan yan konuşur. Hasan bu çocuğun dudaklarından dökülen her söze işkilli; öyle ki dua etse altında art niyet sezer. İki sözünden biri küfür olan bu çocuktan her geçen gün biraz daha yaka silkti. Hele bir cuma günü okul çıkışında yanına gelip şöyle bir sırtına vurduğunda, “Ne yaptım len biliyon mu?” dediğinde, “Gel bak,” dediğinde, Hasan’ı neredeyse sürükleyerek okulun çöp tenekesine götürdüğünde şahit olduğu şeyden sonra onu bir daha göresi gözü olmadı: “Eğil de bak,” demişti Piç Hüseyin sırıtarak; sarı, yamuk yumuk dişlerin arasından söylenen, “Eğil de bak!” sözü… Şeytanın vesvesesi. Hasan kuşkuyla çöpe eğildiğinde gördüğü bir kediydi; yarım yamalak yüzülmüş derisiyle, eklemlerinden kesilmiş arka ayaklarıyla, deşilmiş karnından dökülen bağırsaklarla ve oyuk kan çukuruna dönmüş gözlerle ilk başta anlamayı güç kılsa da bir kediydi; hayvanın her yanında vığıldayan kurtlar ve çöpten yükselen ufunet o gün öldürülmediğini anlatıyordu. Hasan ağzını burnunu eliyle tıkamış, midesi iki büklüm soluk almamaya çalışmıştı. “İki gün önce yakaladım,” demişti Hüseyin, “Yüzerken diriydi,” diye de eklemişti keyifle, dahası öyle hayasız bir gururla; sırıtışı densiz, duruşu bükük. Hasan midesi kalkmış halde Hüseyin’i aceleyle itip uzaklaşmıştı oradan. Arkasından, “Ödlek seni!” diye bağıran cırtlak sese bile aldırmadan çekip gitmişti.

Yıllar geçti. Hasan on yedisini aştı. Köy boştu. İşten güçten öte Hasan’a meşgale yoktu. Kendinden küçük birkaç oğlanla akranlık etmek de ona göre değildi. Boğuşup top kovalamaktan öte gitmeyen eğlenceler, cinsellikten ve sigaradan ileri geçmeyen muhabbetler sarmıyordu artık. Zaten sigara kokusu Hüseyin’i çağrıştırdığından tiksinmiş, babasının içişine dahi katlanamaz olmuştu. Kitapları dost bildi, şiirlerde arandı akranlarını. Hayatı yeni bir döngüye girmişti artık; eski mizacını yel aldı götürdü, işten güçten artan vakitte evden çıkmaz oldu. Anası babası zorla, dışarı atarcasına hiç olmadık şeyler türetttiler. Küçüğü Zeynep, eline ikide bir buruşuk kağıtlar tutuşturup ona köydeki kızlardan bazılarını ayarlamaya çalıştı. Oralı olmadı Hasan. Kitaplar yetti ona, yanına bulursa iki şişe de bira; tüm köyü gören eski harman yerinde, akmayan çeşmenin başında günün batışına yahut doğuşuna aldırmaksızın ekseri Ece Ayhan’ın ahbaplığıyla geçirdi çoğu vaktini.

Günleri böyle geçerken bir gece dönüşte Dilsiz Ayşe’nin evinin önünden geçtiği sırada bir silah sesiyle irkildi. Ardından da birkaç adım ötesine cam kırıkları döküldü; muhtarın evinin penceresi tuz buz inmiş aşağı. Bir çocuk çığlığı izledi bunu ve de bağrışmalar, ağlayışlar. Hasan hiç düşünmeden daldı eve, önce temizlerken yanlışlıkla patlayan bir silah sandı ama yukarı çıktığında muhtarın iki büklüm yerde yatan cesediyle karşılaştı. Sarı kilim gitgide kızıla bürünüyor, cesedin başında kızı Gülsüm hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Az ötede muhtarın ancak beşindeki oğlu bucağa çökmüş, üşür gibi kendine sarılmış, başı, dizlerine dolalı kollarının arasında. Divanın üzerinde de kadın, elindeki tüfeği yeni kundakladığı yavrusu gibi bağrına bastırmış, olduğu yerde sallanıyor, yüzü gülüyor gibi ama sanki ağlıyor. “Hacer abla?” dedi Hasan. Başka da bir şey diyemedi. Kadının suratı her zamanki gibi darmadağın, gözlerinin altında mor keseler, dudaklarında kimbilir kaç kez kemrelenip tekrar deşilmiş yaralar. Belli ki daha fazla katlanamamış. Kendi canına da kıymadan silahı almak gerek ama nasıl? Yavaşça sokuldu kadına. “Abla,” dedi. “Ver şunu nolur. Ver de dışarı çıkalım senle, hava alalım olmaz mı?”

Kadın başını azıcık kaldırıp baktı Hasan’a; gözlerinde tanımazlık, dudakları yarı aralık. Tüm bedeninde ilk bakışta sezilemeyecek denli zayıf bir titreme var. Hasan ona doğru adım atamadan yığıldı kaldı divanın üstüne, kollarındaki silah küt bir sesle halıya düştü. Hasan dineldi kaldı bir müddet, çocukların ağlayışlarının arasında ne yapacağını bilemeden. Sonra uzanıp aldı tüfeği. Kırık pencereden rüzgâr esiyor içeri, dışarıdan uğultular geliyor, tüm ahali toplanır birazdan. Adımladı, kapının arkasındaki asılı ceketi alıp cesedin üzerine örttü. Gülsüm’ün teselli edilemez kederi altında ezilerek kendini zor attı dışarı. Etrafında bir dolu soran göz, eşiğe yığılmış kalabalık arsız, elindeki tüfek olduğunun kaç katı ağır. “Hacer yenge Alişan abiyi vurmuş,” dedi ortaya, ama bu soruları azaltmadı aksine artırdı. Bir kaçar yol olmalı. Daha diyecek ne var sanki? Birkaçı eve girerken Hasan da tüfeği bahçe duvarının yanına bırakıp aksine yürüdü. Gidiyordu ama o an içine sırtta sezilen bir çift gözün açıklanamaz varlığı gibi bir his peyda oldu. Başını kaldırıp karşıdaki eve baktığında Dilsiz Ayşe’yi camda yaslı gördü. Odanın karanlığı içinde varlığı zar zor seçiliyor, gözlerini ne karşı eve dikmiş ne de aşağıdaki kalabalığa; yalnızca gökte süzülen dolunayı izliyor. Hasan’ın aklından bir esinti gibi çıktı gitti cinayet; ne yerde yığılmış ceset, ne kadının hali, ne de çocukların içine düştüğü buhran onu şuan olduğu gibi sarsmıştı. Yokluğun içinde bir başına, o soğuk odada, zifiri karanlığın içinde yitip giden bir hayat bunca yıl nasıl aklına gelmez? Nasıl olur da eşiğine bir kez varmaz? Ondan öte, bir kimse de çıkıp bir şey yapmaz mı? Tüm gece, evine dönüp kendini yatağa attığında bile bir kabus gibi döndü durdu bu gibi düşünceler.

Ertesi gün köylü cenazeyle uğraşırken Hasan’ın aklında Ayşe vardı. Annesine yaptırdığı birkaç kap yemeği bıraktı eşiğine. Onun bir deri bir kemik kolunu çıkarıp da tepsiyi alışını izlerken tiksindi kendinden. Kendini yumruklama işteğiyle yaslandı kaldı duvara. Yaşaran gözlerini gömleğinin koluna silip bir zaman daldı gitti. Şu âna dek onun için hiçbir şey yapmamış olmak bundan sonra yapmayacağı manasına gelmezdi en azından; bunda teselli buldu. İnsan yalnızca yiyip içmeye muhtaç değil diye düşünüp bir elbise diktirdi Terzi Neriman’a, bunu çamaşır, tırnak makası, sabun ve ufak tefek ama lazım olabilecek şeylerle birlikte bıraktı eşiğine. Kızı bir kez bile tam olarak görmese de kolunu çıkarıp da bıraktıklarını alıyor olması yetiyordu. Kendini bir işe yarıyormuş gibi hissediyordu en azından.

Artık zamanının bir kısmı da Ayşe’ye gider oldu. Onun evinin etrafında fazlaca kalmaya çekinse de eşiğine koyduklarını alıp almadığını görmeden de içi rahat etmiyordu. Arada bir geceleri, kimselerin kendini görmediğinden emin olduğu zamanlarda bahçedeki meşeye sırtını yaslar, kızın cama çıkması beklerdi. Nedenini de bildiğinden değil, sadece beklerdi. Hiç çıkmadı Ayşe. Deli diyorlardı kızın arkasından; bu duvarları yanık karası evde senelerdir bir başına… nasıl delirmez insan; ama Hasan onun deli olduğunu düşünmüyordu. Birkaç kez kapısının önüne koyduklarını aldığı sırada Ayşe’yle konuşmayı denedi ancak başarısız oldu.

Köyde adı çıktı. Kahvehanenin önünden geçerken koca koca adamlar bile eğlendiler onunla:

Ne zaman istemeye gidiyoz Ayşe’yi?

O kız konuşmaz ama koklaşa koklaşa anlaşırsınız artık.

Düğünü de hayatta yaparız.

Mecbur iç güveysi olacaksın Hasan.

Yatağı da pencerenin önüne koyarsınız artık…

Gülüşmeler.

Anası babası bile ters konuşur oldu. Kendi yaşıtlarına yüz vermezken bu deli kızda ne bulduğunu anlayamadılar. Hasan’ın yalnızca yardım etme isteğinde olduğuna inanmadılar. Ne dese boşaydı, bir kulaklarından girip öbüründen çıktı. Hasan’ın da canına yetti, üstelemeyi bıraktı. Ayşe’nin evine gidiş gelişini haftada bir ikiye kadar seyreltti mecbur.

Bir gece Ayşe’nin evinin yolunu tuttu. Onun için gazetenin arasına sardırdığı iki yüz gram fındık cebinde. Aklında kesik kesik dönüp duran bir şiirin satırları:

İncecik melankolisiymiş yalnızlığının,

İntihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam,

Çiçeksiz bir çiçekçi dükkanının önünde,

Tüllere sarılmış mor bir karadağ tabancasıyla,

Ben ki…

İntihar karası bir faytonun ağışı göğe…

Cezayir menekşeleri…

Vardığında hiç beklemediği bir manzarayla karşılaştı. Beş altı yıldır yanına bir kez olsun sokulmadığı Piç Hüseyin’i duvarın tepesinde oturur gördü. Gökte dolunayın süzüldüğü, Ayşe’nin camda olduğu o nadir gecelerin bir başkası. Hüseyin bahçe duvarına oturmuş aç gözlerle izliyor kızı. Elinde kimbilir kimden çaldığı bir tesbihi mekanik bir tekdüzelikle sallayıp duruyor, şekilsiz yağlı saçları alnına yapışık, o kendine münhasır, kambur, yana eğik oturuşuyla, bu karanlıkta ilk bakışta bir ucubeyi andrıyor. Hasan’ın varlığını fark edince şöyle bir döndü, umursamazca kıstı kara gözlerini, “Oo bizim pısırık oğlan Hasan!” dedi. Yüzünü kırıştıran seğirircesine bir tebessümle oturduğu bahçe duvarında Hasan’a tepeden baktı. “Gelsene,” dedi çıplak betona ayasıyla iki şaplak atarken. “Otur bak kim var orda?..” Sanki bir şey ima eder gibi. Başıyla pencereyi gösterdi.

Hasan dişlerinin sıktı; istemsiz: Bu da ne şimdi? Hüseyin’i daha evvel ne burada ne de yakınlarda görmüştü. Şimdi kızın tam karşısında dururken, onu öylece meydandan, orta yerden izlerken nasıl bu kadar rahat olabiliyor? Gırtlağına adını koyamadığı bir yumru geldi oturdu. Öksürdü.

“Gel lan işte,” dedi Hüseyin. Etrafta kimseler yok, yalnızlıktan ölcek kızcağız. Burnunu kaşıdı, alt dudağının kıyısını koparırcasına dişleyip sonra azad etti. “İnsanı öldürür bu…” dedi, gözlerini baygınca kaydırdı: “Az evvel el bile salladı bana.”

Gerilerde bir köpek yırtınıyor. Karşıdaki sokak lambasının altında yarasalar, güveler uçuşuyor. Ayşe gözlerini aşağıya, Hasan’la Hüseyin’e dikmiş, başında dastarı yok, saçları bir hale gibi etrafında darmadağın. Karanlığın içinde iki büklüm öylece otururken daha çok kendisine bakıyor gibi geldi Hasan’a. Göğsünü bir ürperti sardı.

“Ne sustun?”

Hasan ne diyeceğini bilemeden dikildi bir müddet. Sonra tavırlarının garip kaçtığını sezip ellerini cebine soktu, umursamaz gözükmeye çalıştı. Sol ayağının burnu toprağı karıştırıyor. “Bir geçen olur şimdi,” dedi. “Bizi burda böyle… Garip kaçar anlayacağın.”

“Gitti millet,” dedi Hüseyin; tasasız. “Daha iki üç saat gelen geçen olmaz burdan, Enver’in oğlunun sünedi var ya bugün. Düzünmüş hepsi.”

“Ya…”

“Öyle…” dedi Hüseyin. Çenesinin altındaki kara kılları çekiştirdi. “Bak,” dedi sonra, dönüp penceredeki kızı göstererek. “Yazık nasıl da ögsüz… Bakışlarıyla bizi yiyor kahpe. İçeri girip dili çözülene dek sikeceksin bunu.”

Hasan’ın burun delikleri şişti, yumruğu sıkıldı, Hüseyin’e karşı kaç zamandır duyduğu kin boynuna geldi yerleşti. Kalbi betona çarpan at nalı gibi vuruyor, tüyleri diken diken, kolunda çarpan nabız atardamarını kımıldatıyor.

Hüseyin Hasan’a bakmaksızın sürdürdü sözlerini: Sen etrafı kolaçan edersin ben girerim eve on dakka. İşim bitince de sen, olur mu? Bakışlarını pencereden Hasan’a çevirdi. “Ha, olur mu?” diyordu ki Hasan paçasını kavrayıp duvardan aşağı asılınca sırtüstü yapıştı kuru toprağa.

Hüseyin’in üzerine çöktü Hasan. Elmacık kemiğine, burnuna ve çenesine art arda yumruğunu indirdi. Bir kez daha vuruyordu ki Hüseyin dirseğini can havliyle kaldırınca yumruğu kemiğe indi. Bu sefer de sol yumruğunu gömdü böğrüne. Hüseyin’in üstünde körük gibi soluyor, kendini kaybetmiş, kainat yalnızca yumruklardan ibaret gibi vuruyor, vuruyor, altındaki Hüseyin gerek diziyle, gerek dirseğiyle Hasan’ı üstünden atmaya çabalasa da boşa. Bir ara kafasını yana çekiverince Hasan’ın yumruğu kaçtı, Hüseyin’in başının yanında duran heliğe çarptı. Bir çıt sesi… o hengamenin arasında bile vardı kulağına. Acı parmağından yükselip ta beynine sıçrarken o ara, Hüseyin ağzına dolmuş kanı gözlerine tükürünce Hasan ne olduğunu anlamazca başını sağa sola sallayarak kendini arkaya attı. Kol yeniyle gözlerini ovuşturuyor, parmağının kırıldığına adı gibi emin, derin derin soluyor. Nerede olduğunu bile unuttu bir an, kavga aklından hepten çıktı; dönüp gitse, çeşmede su çarpsa yüzüne, bir yudum içse. Hüseyin üstüne çullanıverince dişleri birbirine çarptı. Sırtüstü düştüler, yuvarlandılar. Sivri çakıllar sırtına batıyor, acı parmağının sızısına karışıyor. Kolları kenetli, asırlık pelit kökleri gibi birbirlerine doladılar. Hasan farkında dahi olmadan dirseğini Hüseyin’in yüzüne bastırmış onu kendinden ötelemeye çalışıyor, Hüseyin’in sol yanağı toprağa sürtünüyor. Hüseyin’in elleri de aranıyor, hasmını ittirmeye çabalarken üç dört haftalık kara tırnakları Hasan’ın yanaklarını, burnunu, göz kapaklarını yırtıp geçiyor. Hasan geriye kaçmaya çalıştı. Hüseyin hepten serbest kaldı, fırsat bilip iki eliyle de Hasan’ın kulaklarına yapıştı, alnını burnuna gömdü. Hasan gerisingeri düştü; aklı allak bullak, gözleri kara bir bulanıklık. Bu kez Hüseyin tüm ağırlığıyla çöktü üstüne, ama o ne yumruk attı, ne tokatladı, ne de tırmaladı, elleri doğrudan doğruya ümüğü buldu, kavradı. Hasan, Hüseyin’in bileklerine yapıştıysa da, tekmelemeye çalıştıysa da boynuna sarılı bu mengeneden kurtulamadı; olduğu yerde sırt üstü debelenişi, soluk almaya çabalayışı boşuna. Hüseyin’in burnundan sızan kan, dudağının kıyısından inen tükürüğe karışıp mat bir iğrençlik halinde yüzüne akarken ölümün fiziki formunu görür gibi oluyor, kendi burnundan akan kansa ince bir çizgi halinde yanağından kayıyor. Gözleri Hüseyin’in suratına mıhlı halde, her geçen saniye soluk borusuna kenetlenmiş bu bir çift elin daha da güçlendiğini seziyor yahut kendi gücü git gide yitiyor. Soluk almaya çalıştıkça gırtlağından yükselen hırıltılar acılı, çehresi kandan ve kinden kapkara kesilmiş Hüseyin’in dudaklarında beliren delilikle hatta isteriyle çarpılmış tebessümde dehşet yatıyor, burnundan dökülüp nokta nokta düşen kan damlaları Hasan’ın gözlerine giriyor. Serin hava duyulmuyor. Hasan’ın gözbebekleri kızıl bir örtünün üstüne atılmış kömürden misketler gibi; önüne usulca gerilen kara kızıl perde davetkar bir misafir gibi. Sonunda hepten yitti gücü. Dermansız elleri Hüseyin’in bileklerini bırakıp yana, kuru toprağa düştü. Ölüm göğsüne tatlı ılık bir öpücük kondurdu.

Beynine bir iblis peyda olmuş da kendine tırnaklarıyla yatak kazıyor sanki; başının çatlarcasına ağrıyor oluşu anlamasını güçleştirdi. Algısı akla kara gibi, her soluk alışı jilet yutuyormuş gibi. Kanlı gözleri karşısındaki sokak lambasında asılı. İnleyerek başını çevirebildi. Hüseyin kendi kafasından sızan bir kan gölünün içinde yatıyor, Dilsiz Ayşe de tepesinde. Elinde yalımından kan damlayan üç köşeli bir bahçe demiri.

Osman Eliuz

Yazım sanatının her türünü okuyor, deniyorum. Hangi tür olursa olsun gerçeğin kıyısında gezen anlatıları seviyorum. Üslubum genel olarak karaktere yaslanır. Olaydan öte hikaye ediş ilgimi çeker. Sanırım bendeki sıradan bir öyküde renk bulma çabası, yahut ona bir renk uydurma çabası. Yazmanın yakamı bırakmayacağı besbelli, o açıdan direnmeye lüzum görmüyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Gurlino Gurlino says:

    Seni buralarda görebilmek ne güzel. :slight_smile:

    Ben pastel yeşili Marslılara, olmadı kırkayak şeklinde mahlukatlara hazırlamıştım kendimi halbuki. Oysa sen ne yaptın Osman? Sabah sabah sinirlerimi bozdun; çıkıp bir hava almam lazım benim. Gerim gerim gerildim öykünü okurken. :smiley:

    Senin alıştığımız tarzına yakışır, acımasız, tutarlı ve okuyucuyu rahatsız eden bir öykü kaleme almışsın. Temaya kafadan girmemişsin ama temanın hakimiyet alanını kullanıp kendi kafandakini yerleştirmişsin. Karakterlerin gerçekçiliği öykünün etkisini katlamış.

    Tek söyleyebileceğim, gerilim unsuru bu kadar yoğun bir öyküde yer yer dozu azaltıp, okuyucuya nefes alacak alan bırakmak gerektiği olacak. Sürekli aynı gerginlikle öyküyü okumak benim sinirlerimi bozuyor. Omzum ağrıdı gerilmekten, yemin ediyorum. :smiley: Benim iyi bir gerilim türü okuru olmamam da bunda etkili olmuş olabilir elbette.

    Sonuç olarak bilimkurgu olarak tanımlamanın zor olduğu ama kesin olarak “Osman Eliuz öyküsü” olarak adlandırılabilecek, klas bir öykü olmuş. Kalemine sağlık.

  2. Merhaba

    Bazı öyküler hızla akıp gider, bazılarını akıtmazsınız ki gitmesin bitmesin tükenmesin. Sonra tekrar okursunuz; ne kaçırdım, nereye bakmadım, görmediğim yer kaldı mı, girmediğim kuytu, açmadığım örtü. Yazarın size katman katman, yavaşça yazmadıklarıyla gösterdiklerini arasınız. İşte o yazılmayanı bulmak yazılanlar arasında, bence öyküyü devleştirenlerden biri odur. Adalet duygusunu sorgulatan, hak dağıtıcılığı ile ölümü karşı karşıya getiren ve aslında bir nevi karakterlerin tanrı rolünü üstlendiği kocaman bir öykü olmuş. Öykünün başlangıcındaki soğuk kelepçelerle ben kendimi doğruladım diyebilirim.

    Öykünüz, üzerine konuşulacak, sıkı bir inceleme yapılacak kadar değerli.

    Elinize yüreğinize sağlık.

    Küçük bir not: Bazı geceler yatağı annesini yatırdıkları kuru çukura, böceklerden başka hiçbir şeyin olduğu o karanlık mezara dönüşürdü burası özellikle mi böyle yoksa el sürçmesi mi?

  3. Merhaba Ufuk,

    Bir gerilim öyküsü yazayım, şeklinde bir düşünceyle oturup kaleme aldığım bir öykü değildi esasen, ama hikaye kağıtta ilerlerken yavaş yavaş öyle bir biçime evrildi sanıyorum. Gerçekçi bir gözle bakma çabası içerisindeyim ama elbette gerçeküstülükle iç içe bu; acımasızlıksa bunun bir yansıması olabilir. Karakterler ne kadar gerçekse öykü o kadar etkilidir inancındayım; elbette şimdilik.

    Yer yer dozu azaltma konusunda çok haklısın. İnsan yazarken ve ilk birkaç okumasında fark edemiyor; aradan belli bir zaman, en az bir hafta geçmeli, biraz soğumalı ki görebilsin. Şimdi tekrar okuduğumda, özellikle yarısından itibaren öykünün adımlarını sıklaştırdığını sezdim. Birkaç yerde unutulmuş virgülleri ve tırnaklar da öyle.

    Bu arada senin omuz ağrın yaşlılık habercisi olmasın :slight_smile:

    Bu harika yorum için teşekkür ediyorum.

    Sevgilerimle.

  4. Merhaba,

    Yorumunuzu koyu bir mahcupluk haliyle, cümleleriniz altında ezilerek okudum. Aldığım en harika geri dönüştü, teşekkür ediyorum. Öykü okuyana geçtiği kadarıyla öykü; anlatmak istediği yine anlaşıldığı kadarıyla.

    Bazı geceler yatağı annesini yatırdıkları kuru çukura, böceklerden başka hiçbir şeyin olduğu o karanlık mezara dönüşürdü:

    Hiçlik bazen gerçekten vardır diye düşünüyorum, öyle ki soluğunu ensemizde duyarız. O açıdan özellikle o şekilde ifade etmiştim; ama elbette fazla kasıntı gibi durmuş olabilir.

    Zamanınıza ve değerli yorumunuza tekrardan teşekkür ediyorum.

    Esinler ile.

  5. Öykünüze ne bir eksik ne bir fazla yorum yaptım. Hak ettiği yorumu verdiğimi düşünüyorum.

    O soruyu sorma sebebim, ifadenizi kasıntı değil aksine anlamlı bulduğum içindi. Aslında, böyle bir metni kaleme alabilen birinin el sürçmesi yapma olasılığı oldukça az.

    Kaleminiz daim olsun.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

8 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for gayekcelik Avatar for Emrah Avatar for Muge_Kocak Avatar for Osman_Eliuz Avatar for Gurlino Avatar for leyl Avatar for Dipsiz

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *