Öykü

Dört Er Deliliğin Binalarında

Volkan’a, Tolga’ya, Engin’e, Oğuz’a ve Ahtapotun tüm kollarına saygı ve sevgilerimle…

TOLKİ: Çok saçma oldu!

Volkan cama yansıyan fotoğrafın sahibinin çarpık gülümseyişinden, yanıp sönen ismine dalmıştı. ‘Kani Bal’. Tolga’nın sövmesi ile kendine geldi. Tolga manyetik hava aracının içinde, bilekliğinden yansıyan dijital görseli ve altında yazan ‘Ahtapot… Kollarımıza sizin de ihtiyacınız olabilir!’ yazısını sildi.

VOLKİ: Neden?

TOLKİ: Logoda ki altı bacağı geçtim, konuyla alakası yok. VOTE olacaktı. Bak Oğuzu ikiye alıyorum. Engin zaten…

VOLKİ: Bizim siyasetle işimiz var mı?

Volkan cebinden çıkardığı keseden rulo tütün yaprağını ağızlığa yerleştirir.

VOLKİ: Altı bacağın ikisi gitti biliyorsun.

Tütünü dikkatlice yaktı. Derin bir nefes çekti. Tolga’ya uzattı. Tolga istemem dercesine aracın penceresinden, metruktan hallice, kırık dökük heybetiyle sokağa öfkeyle diklenen binaya baktı ve iç çekti. Cadde, bir zamanlar iş hanı görevinden yıkıla döküle emekli olmuş binalarla doluydu. En az dört girişi olan bu binalarda insanlar kaybolur, nereye gideceklerini bilemezlerdi. Bu hâlâ mümkündü ve daha tehlikeliydi.

TOLKİ: Evet. Artık dört bacaklı… Siktir! Hâlâ bunlardan bıkmadılar mı? Kesin dandik sesler çıkartıyorlardır. Bak nasıl inliyor. Şu züppelerin hayaline sıçayım. Ne diyorlardı bunlara?

VOLKİ: Aylak.

Sersem sepelek araca çarpan kolsuz ve çenesiz berduşun sesine uyanan diğer aylaklar,

inleyip, ağlayıp Takanın etrafını sardı. Volkan kulağındaki minik aparata dokunup seslendi.

VOLKİ: Engin biz halledelim mi?.. Engin?

ENGİN: Bizde. Hadi!.. Hadi tamam artık Oğuz…

Engin’in telsizden gelen mekanik sesi, uzun yıllar önce taş plağa kaydedilmişçesine uzaktan geliyordu. Bu sesi önce ince bir sızı gibi başlayan sonra tok bir patlamaya dönüşen ses böldü. Takanın etrafını kokuşmuş ceset parçaları, balçık bulamacında iç organlar kaplamıştı. Oğuzun, telsizden keyif nidaları duyulunca, Volkan gülerek Tolga’nın öfkesini bastırdı.

TOLKİ: Takayı ellerinle yıkayacaksın Oğuz!

OĞUZ: Vuhaaaa! Çalışıyor işte! Size kanıtlamış oldum. Sonik patlamayı Taka yaptı. Tabi benim komutumla. Çakmak bölümünün altındaki düğmeye basarak sizde başlatabilirsiniz komutanım.

VOLKİ: Oğuz!

TOLKİ: Komutanına sıçayım senin!

OĞUZ: Abi yine sinir basmasın seni… Aracı temizliyorum.

Volkan kıkırdamasına engel olamadı.

VOLKİ: Şu butonun altındaki yerde temizleme düğmesi mi Oğuzum?

OĞUZ: Komutan… Abicim! Onun tam olarak bağlantısını yapamadım.

Takanın etrafında ses titreşimi, leş kalıntılarını aşağıya akıtarak, asfaltın derin çatlaklarını doldurdu. Volkan artık sesli olarak gülmeye başladı.

TOLKİ: Ben onu bunu anlamam abisi. Logoyu ellerinle, o güzel parmaklarından dökülen, fırça darbeleri ile düzeltmeni isterim. Dört bacaklı…

OĞUZ: Emrin olur abicim. Dört bacak ve arkada gölgeli dört bacak daha…

ENGİN: Hadi baboş. Hadi daha yukarıya bakacağız.

Telsiz sesini, Volkanın hava tarama cihazının sesini kesti. Oksijen seviyesi normal denecek sınırlardaydı. Başlıklarının korumasını kapatmadan dışarıya çıktılar. Tolga botlarını temiz tutmak için çabalarken, Volkan Oğuzu düşündü. Son savaşta sağ kolunu, bacağını ve gövdesinin bir kısmını kaybeden Oğuz sibernetik protezlerle hayata dönmüştü. Çıkan yasalar bu teknolojiyi durdurmuş, klon organ nakli daha ucuza mal edilir olmuştu. Et metalden ucuzdu. Savaş gazisi olan Oğuz, bu yasadan muaf tutulmuş, hayatına mutlu mesut devam etmişti. Tabi teknik bilgisi ve korsan yazılımlarla gelişen protezleri, onun ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Hele ‘Değiş Tonton!..’ Onu Tontondan ayırmaya zor ikna etmişlerdi. Binanın önünde çakılı kalan Tolga, Volkan’ı kendine getirdi. Binanın ismi garipti.

TOLKİ: ‘Deliliğin Binasında!..’ Doğru söze ne denir?

VOLKİ: Buraya daha önce gelmiş miydik?

TOLKİ: Zaten bu yığıntıların hepsi birbirine benziyor. Ama bu konuma geldiğimizi hatırlamıyorum. Ben mi, sen mi?

Volkan binaya, eli belindeki tabanca kılıfında yavaşça girdi. Tolga, Volkanın ardından tüfeğini leş kokulu karanlığa doğrultarak ilerledi. İş işte… İş iştir. Birilerinin yapması gerekir. 2044 ortalarında çıkan iç savaş, az gelişmekte olan ülkelere yayılmış, iki yıl içinde dünyayı darmaduman etmişti. Sonrasında gelen üç yıl daha beterdi. Dünya düzeni değişmiş, güç doğuya kaymıştı. 2050 ye doğru robotlar ortalığı toparlamada yardımcı olmuş, sözde yapay zekâların liderliğinde, sanal uyuşturucular, yıkıntının acısını dindirmek için kaymak tabakanın kullanımına sürülmüştü. Tabi kaçak sürümleri hızla aşağıdakilere sirayet etmişti. İnsancıklar hücreden bozma sığınaklarına çekilmiş, dışarıya çıkmaktan korkarken, satın alıp bağlandıkları rüyalarda kayboluyorlardı. Sonra olaylar patladı. İnsanlar, kendilerine ya da başkalarına zarar verir hale geldiler. Delilik salgın gibi yayılıyordu. Kakofonin ritmi, kanlı saldırıların kızılıyla sokaklardan caddelerden temizlenmeyecek derecede yükselince, biletler yapay zekâlara, robotlara ve androidlere kesildi. Daha temiz, daha kanlı, daha canlı bir teknolojiye geçildi. Klonlar. Zaten geçmişi neredeyse yüz yıl önceye dayanan bu gelişimin önündeki etik engeller buharlaşmıştı. Dünya Birleşik Paktının yenilenme hamlesi, her zaman olduğu gibi, önce az gelişmiş ülkelerde uygulanmaya konuldu. Alt kademe işlerden orta kademeye, en önemlisi zevk sefa âlemlerinin vazgeçilmezleri oldular. Sanal değil, ete kemiğe bürünen, nefes alan yığınlar, protein ve vitamin bulamacına müptela, karın tokluğundan hallice işlerini yaptılar. Ahtapot Şirketinin temelleri bu yıllarda tesadüfen atıldı. Amaçları bu klon denizine sızmak olan üç kafadar, eski silah arkadaşlarını toplayarak, seri klon üretimi için çalışmaya başladılar. Genetik mühendisi arkadaşlarının hatası yüzünden, ürettikleri klonları temizlemek zorunda kaldılar. Mühendislik, psikoloji, sosyoloji ve tıp deneyimleri mermilere küsmediği için temizlik beklenenden kısaydı. Kayıplar derindi. Ahtapotun iki ana bacağına mal olmuştu. Belki bir dokunaç ve bir bacak… Bu tatsızlık, Ülke Valilik Komitesinin dikkatinden kaçmadı. Çünkü yaşanan aksilikleri temizleyecek, askeri deneyimi olan, profesyonel bir ekip arıyorlardı. Üst kesimin âlemleri de başkalaşmıştı. Kimi bir gece kulübünü kapatıp, hayalindeki klonlarla doldururdu. Kimi işkence odaları kurdururdu. Kimi klonlarla güreş turnuvası düzenler, kimi daha kanlı turnuvalarda doyum arardı. Kimi işkenceyi, kimi katliam yapmayı severdi. Fanteziler, vahşetin rüzgârıyla, klonların kanında yüzüyordu. Tabi ki kontrol şarttı. Valiliğin gölgesinde, ana şirketlerin görünmez itelemesi ile Ahtapot Şirketi altı bacak üzerine kuruldu. Genelde bu partilerin güvenliği onlardan sorulurdu. Şu sıralar korku evi furyası patlamıştı. Çoğunlukla zengin gençler, bu garip eğlencenin kontrolden çıkmasına gönüllüydüler. Ama ebeveynleri buna izin vermezdi. Bir iki olay hariç kanlı geçen kurtarma operasyonu olmamıştı. Tolga iki yılı geçse de her işe giderlerken sızlanırdı. Bu yıllar içinde Ahtapotun iki bacağı daha gitmişti. İş işte. İş, iştir…

TOLKİ: Ben başlığı kapatıyorum. Tamam zararsız! Tamam, alışmam lazım! Ama burası daha da leş!

Volkan yerden duvara sıçramış şiddeti izlerken, resimlerin huzursuzluğunun, bu manzaranın dehşetini katladığını fark etti. Sanki bir bütünün parçaları gibiydi. Yıllar önce okuduğu birkaç kitap aklına düştü. Bir üst kata yöneldiklerinde, bileğinden bilgi almak için giriş yaptı. Veri sinyali azalıyordu.

VOLKİ: Engin. Dış veri bağlantısı kopuyor.

ENGİN: Dış bağlantı şinanay… Bizim iç bağlantı az cızırtılı.

Volka’nın kulaklığına gelen sese yukarıdan gelen ses eşlik ediyordu. Engin üst katın merdiven korkuluğundan seslendi.

ENGİN: Alt kat tamam. Buraya hızlanabilirsiniz. Ne durumdayız baboş?

Oğuz bulundukları katla tezat, kan kırmızı kadife kaplı kapıdan gelen müziğe ritim tutuyordu. Sağ eli ile kapıya dokundu.

OĞUZ: Yukarı geldiklerinde hemen dalalım derim.

Volkan ve Tolga gelince başlarıyla Oğuz’u onayladılar. Oğuz sağ eli cıva kıvamında ince bir iğne şeklinde kadifeden kapıyı yavaşça deldi. Bir anda genleşen cıva, sert metale dönüşüp, kapıyı patlatarak parçalara ayırdı. Oğuz sağ bacağından aldığı hızla içeriye sıçradı. Engin’in elinden fırlayan mini dronlar, odanın köşelerine konumlandılar. Engin Başlığına yansıyan görüntüye odaklanarak, yanından hiç ayrılmayan kutunun üstündeki kumanda kolunu kavradı. Volkan ve Tolga içeriye girince, yerdeki kilimde dizlerinin üzerine çökmüş kadından başka bir canlı görünmüyordu. Dışarıdan belli belirsiz duyulan müzik tekrar başlamıştı. Kadın müzikle birlikte doğrulunca, dansöz olduğu anlaşıldı. Muhteşem dansına başlamıştı ve sesi içe işliyordu.

“Ben Arabic fahişeyim

İyi öpüşür dans ederim

Suda yaprak, içki masasında mezeyim

Anam babam bulmasın beni

Bilinmesin bedenin dili

Ben oryantal fahişeyim

Aklın değil etin peşindeyim”

OĞUZ: Vuhahaaa… 90’lar Kargo. Arabic Fahişe… Değeri bilinmemiş bir klasik.

ENGİN: Ahtungefah!

Engin’in Almanca çıkan uyarısından önce, hızlanan şarkı ile birlikte, Oğuzun üstüne başka bir dansöz karanlıktan atlamıştı. Diğer köşelerden çıkan dansözler, saldırıya geçemeden dronlar tarafından parçalanmıştı. Dronlardan biri zarar görüp infilak ederken, Oğuzun sağından kanını içmek için dişlerini saplayan dansöz, metalle karşılaşınca, Oğuz onu belinden yakaladı. Engin’in 2 numaralı dronu kafasını uçurunca, dansları yarım kaldı. Baş dansöz tıslayıp, sivri köpek dişlerini göstererek, halının ortasına çöreklendi.

VOLKİ: Hizmet edeceğin Efendin nerede?

BAŞ DANSÖZ: Fantezileriniz benim için emirdir efendim!

Volkan, üzerine hızla gelen dansözün önünde çöktü. Bu sırada solundan çektiği katlı kılıcı birleşip, sağ elinin hızı ile kadını ikiye bölmüştü.

VOLKİ: Sakın yaklaşmayın kanı zehirli. Sanırım yanıcıda içeriyor.

TOLKİ: Evet! Bu koku… Hemen başlıklarınızı…

Oğuz ile birlikte herkes başlığını kapatmıştı. Odayı hızla terk ederlerken, Engin yanında süzülen dikdörtgen kutudan seçtiği topu geriye attı. Top şişip odayı mühürleyecekti.

TOLKİ: Şaşılacak şey!

ENGİN: Herif odayı hazırlatmış ama içeriye teşrif etmemiş. Tabi…

TOLKİ: Yoksa bu dingil…

ENGİN: Baboş, bu herif emekli hâkim değil miydi? Şu verileri indirdiysen… Oğuz!

OĞUZ: Satılmış bir hergele işte! Beyler yukarıdan bir patırtı geliyor. Ben bir baksam iyi olacak.

Yukarıya fırlayan Oğuz’un ardından Engin bir dron fırlattı.

ENGİN: Agalar! İş karışık. Aşağıya inip Anaya bir yoklama çeksek mi?

Ana Şirket e Ana diyorlardı. Bu sırada Engin drondan aldığı görüntüyü duvara yansıttı. Denizdeki dalga seslerine benzer uğultular geliyordu. Görüntü net değildi.

TOLKİ: Ananın! Ananın böyle numara çekeceğini pek sanmıyorum. Tabi bizim bilmediğimiz içyapı değişikliği varsa, o başka. Bizim falsolu bir hareketimiz olmadı.

Uğultular artınca Engin sırtında ki ağır makineli tüfeği Kutunun üzerine yerleştirmeye başladı. Kalan iki dronu havalandırdı. Volkan la birlikte Tolga tüfeğini hazırladı.

VOLKİ: Oğuz ne durumdasın!

OĞUZ: Konumumu aldım. İkinci katın ortasındaki kolon duvara dönüştü. Duvar açılıyor. İçinden duyduğunuz gibi… Aha! Bu ne! Gemi!

VOLKİ: Oğuz geliyoruz!

Derinden gelen uğultu ile bina sarsılmamıştı. Ama içeride nefes alan herkesi içten sarsmıştı, bin yılların kini. Telsiz bağlantısı kopmuştu. Saniyelik duraksamadan sonra yukarıya hiç bozuntuya vermeden daldılar. Duvarın içinden baş veren dev gemiye, uzadıkça uzanan, kan kızılı yosun bulamacı ile cıvık, vantuzlu kollar eşlik ediyordu. Oğuz birini patlatmış, diğerini parçalamakla meşguldü. Geminin çürümüş ahşabı, bilinmeyen varlıkların ceset kokusu ile yüreklere korku salıyordu. Bu korkuya mermi saydırırlarken, kurt başlı olduğu sanılan beş benzemez yaratığa, onlarcası daha katıldı. Yaklaştıkça bu kurtların yüzleri, burunları öfkeyle bilinmeyen bir makinde preslenmiş, ağızları sanki parçalamaya güdümlü dişlerle bezenmiş, gözleri farelerin koyu karanlığına gömülmüş, yarasaların yüzüne benziyordu. Daha yakından bakıldığında bu yaratıklara yarasa demek, yarasalara hakaretti. Dronlar ile birlikte Engin’in makinelisinin alevli patlayan mermileri, çoğunu haklamıştı. Enginin tabiri ile kısa süre sonra dronlar şinanayladılar. Tolga ve Volkan, son ikisini parçalarken, Oğuzun göğsüne giren elinde asılı kalmış yaratık çırpınırken, yelkenler fısıltılı bir ayinle belirmeye başladı. Üç kol Oğuzu sardı. Geminin uğursuz tayfası ellerinde ezici, kesici, delici, parçalayıcı silahlarıyla, yelkenlerin fısıltısına eşlik ediyordu. Gözlerindeki uğursuz karanlık, binanın içinden daha kararlı bir karanlığa sahipti. Bu karanlık insanlığa, insanlığın yaradılışına öfkeliydi. Bir an dehşetle yelken açmış geminin nefretine gülesi geldi Volkanın. Şimdi burada bitecek. Bizi bitirecekler. Ne komik diye düşündü Volkan. İnsanlıktan bir şeyler kaldı mı ki? Aynı hüzünlü gülümsemeyi Engin’in ve Tolga’nın yüzünde gördü bir an. Oğuza baktığında…

OĞUZ: Değiş Tonton!

Oğuzun sağ yanından akan metal tüm vücudunu sardı. Çevreden aldığı metalleri yoğurarak büyüyordu. Neredeyse beş metre uzunluğa, iki metre genişliğe vardığında, sıvı metal bir yumurtaya dönüştü ve dönmeye başladı. Yörüngesi belirsizdi. İç içe geçmiş, dışarıya doğru genişleyen, binlerce belki daha fazla kararsız yörüngesi vardı. Hızla geminin gövdesini yararak girdi. Büyük bir patlamayla binanın ortasında bulunan kolon, kirişleriyle birlikte yok oldu. Gemiden, yaratıklardan, kollardan eser yoktu. Sadece koku varlığını sürdürüyordu. Yere savrulmuş Volkan bir süre sonra toz ve moloz yığının arasından, alt katta hızla uzaklaşan metalin parlaklığını fark etti. Metalin uzaklaşan yansımasına bir melodi eşlik ediyordu… Engin de üzüntüyle doğrulmuştu.

ENGİN: Benden bile saklamış.

VOLKİ: Bu sefer de buluruz. Yerin dibine girse de buluruz.

ENGİN: Oğuzu mu? Bulur muyuz? Artık çok zor be!

Tolga’nın uzaktan gelen sesi hüzünlü anı böldü.

TOLKİ: Beyler! Sıçtığımın yerinden… Mnkodumun aylakları da denizci miydi? Mınkıymmm… Ancak… Anasını! Buraya bakar mısınız lütfen! Bu kadar tırmanabildim. Bir el verirseniz!

Tolga’yı çukurdan çekerlerken alkış sesine silahlarını doğrulttular.

KANİ: Harika! Harikasınız! Lütfen yan odaya buyurun. Yemek saati konusunda çok titizim.

Odadan içeriye girdiklerinde Kani, çatal bıçağını doğrulttuğu tabağından, zarif bir iştahla, ilk lokmasını almıştı. Kani’nin gözlerinin olması gereken yerlerde iki derin oyuk vardı.

KANİ: Eh! Aklımızı peynir ekmekle yiyecek ve hatta içecek halimiz yok. 1994… Harika yıllardı. Öküzgözü kızılında.

Kani kadehine şarap doldururken, Engin kısa tüfeğini, içinde kalan beş mermi ile birlikte ona doğrultmuştu. Volkan eli kılıcında, Kani Beyin sofrasına yöneldi. Tolga, yerde yatan, Kani Bey ile aynı tuluma bürünmüş, başı olmayan cesedi kontrol ediyordu. Kontroller sonucunda göğsünde derin bir çukur olduğunu, ellerinin kesildiğini fark etti. Herhalde önce başı alınmıştı.

KANİ: Aslında tek amacım en leziz yerlerimi yemekti! Eh tabi bunu biraz daha renkli hale getirmeliydim. Lütfen bana katılın. Biraz beynimden yemek ister misiniz? Sonuçta beni bu uğursuz yerden kurtardınız. İşlerin bu hale geleceğini tahmin etmemiştim.

ENGİN: Lan! İnsan kendini yer mi? Yani yer belki de… Klonunu yapıp yer mi? Belki yer. Evet de… Bu kadar masraf… Sen kafayı mı yedin?

KANİ: İnsanoğlunun yediği milyonlarca rezilliğin yanında yuttuğum lokmalar hiç kalır Engin Bey.

TOLKİ: Ama taklitsen iş değişir.

KANİ: Hepimiz birilerinin dönüştürdüğü ya da sözde kendimizin kendimize pompaladığı taklitler değil miyiz? İş zariflikte. Üç aşağı beş yukarı ihtiyaçlarının kölesi, bencil, zavallı insancıklarız işte. Kimimiz daha fazlasına sahip. Çoğumuzda daha azına… Önemli olan paylaşmak… Tabi kimin ne kadarını paylaşacağına karar vermek önemli. Sunumu nasıl yapacaksın? Nasıl demeli? İş edada. Beyler leziz bir menüden mahrum kaldınız. Anlıyorum, siz yürek seversiniz. Mangal gibi…

VOLKİ: Haklısın. Bence bir farkın yok. Ama işin enteresan tarafı, kopyalar asıllarından daha donanımlı hale gelebilir. Dediğin gibi… Edan seni ele veriyor.

TOLKİ: Tabi! Asıl Kani deliydi. Sistemin çarklarında, al gülüm ver gülüm. Yaş 60 olunca, kesede dolunca, sapkın hayallerinin peşine düştün. En garibi de tüm özelliklerini klonuna yüklettin. Belki gelişmeye açık olarak sana dönüşecek klona. Son sürüm Kani’ye… Sana.

VOLKİ: Başı ve elleri almanın asıl sebebi orijinalin sinyalini kesmekti. Hayallerini, daha doğrusu senin dehşet dolu kâbuslarını…

KANİ: Hukuk olsun, ekonomi olsun, eh biraz antropoloji, biraz anatomi… Tıp diyemem bak. Diller… Dinler, dolayısı ile felsefe… Bunlar tamam. Ama hikâye… En önemlisi. Kimdi o yazar? Tarihçi… 2010 2020 civarı dünyayı sallamıştı. Hatırladım. Neyse önemi yok. Asıl olan hikâye ve hikâyenin nasıl sunulduğu. Biraz önce bir kısmını saydığım donanımlarımı yok sayabilirsiniz. Lütfen edebiyat bilgimi hafife almayın. Belki tek üzüldüğüm ve tek hayranlık duyduğum yazara saygısızlık etmeyin.

VOLKİ: Lovecraft.

KANİ: Muhteşem! Muhteşem bir gücün kapılarını açtım. Yenileri açıldıkça gelecekler. Bize katılmalısınız.

TOLKİ: Hassktr! Ctulhu! Rahip mi?

Volkan hızla çektiği kılıcı Kani’nin kolunda saplı kalır. Kani Volkan’ı boynundan yakalar. Sırtından çıkan ahtapot kolları bir anda Tolga’yı ve Engin’i sarar. Engin’in tüfeğinden çıkan patlayıcı mermiler faydasız kalır.

KANİ: İstemesen de hoş geldin. Ve hoş geldiniz!..

Kani’nin ağzından çıkan, ince irin dolu sivilcelerle bezeli vantuzlu bir kol, Volkan’ın ağzına doğru ilerlerken, Volkan anlaşılmayan kelimeler fısıldadı. Bu fısıltıyı Kani’den yükselen, kusmayı andıran ayin küfürleri bastırdı. Yan duvar yine hareketlenmiş, koyu bir girdap duvarı çukurlaştırmıştı. Aşağıdan gelen tırmanma ve koşma sesine eşlik eden şarkı, ayini böldü.

“Hangi devran kime döner belli olmaz belli olmaz

Belki kervan yolu da düzer belli olmaz belli olmaz”

Tonton üç metrelik heybeti ile Kani’yi yakaladı. Kani’nin iğrençleşen kolları Tontona yöneldi. Heybetine göre sevimli kalan şövalye kasklı başı ile Kani’ye kafa atarken, metal Kani’nin içine aktı. Tonton’dan kopup, tamamıyla Kani’nin vücudunu ve kolları kapladı. Garip çığlıklar metalin parıltısında kayboldu. Yine bir yumurtaya dönüşüp, belirsiz yörüngeleri ile duvardan gelen girdaplara kapıldı. Tonton sırtından açılan metalden şemsiye ile patlamanın etkisini azalttı. Tontonun içinden Oğuzun sesi duyuldu.

“Hangimiz karınca kadar belli olmaz belli olmaz

Hangimiz karınca karar belli olmaz belli olmaz”

OĞUZTONTON: Belli Olmaz. Cihan Mürtezaoğlu. 2021… Tam bir klasik.

ENGİN: Oğuzum!

TOLKİ: Helal lan, helal sana! Volkan!

Volkan yerden kalkmış, duvara bakarken gözlerindeki anlam değişmişti. Sonra buruk bir gülümseme ile dostlarına döndü.

VOLKİ: Şükür bitti. Oğuz… Bu şekilde Takaya nasıl sığacaksın?

Taka ile Taklit Hüzünler Meyhanesinde kutlamaya giderlerken, Volkan Ana Şirkete Tolga’nın anlaşılmaz küfürleri eşliğinde, görüntülü raporunu sunmuştu. Raporda Kani Bal, Ana Şirkete hazırlattığı binada, zevk içinde intiharı seçmişti. Çünkü Klonunun beyni ve yüreği beklediği lezzete değildi. Binada gerekli incelemeler yapıldığında şirkette aynı kanıya varacaktı. Kani Beyin kendi kurduğu düzenekte, parçalanmış ve yanmış vücudu bulunuyordu. Daha doğrusu kalan parçaları… Kendi klonun moleküllerine ayrılması gerekmişti. Kurtarılan klon sayısı azdı. En önemlisi de Ana Şirketin Kani’nin klonunu umursamayıp, yoğun patlamaları sormasıydı. Her zaman olduğu gibi hiçbir şeyden haberleri yoktu. Taklit Hüzünler Meyhanesine vardıklarında, Oğuzu kendi bedeninde görünce keyiflendiler. Anlaşılan yol boyunca Tonton’la helalleşip sorunlarını çözmüştü. Arada sağ kolu cazırdayıp titreşimler yayıyordu. Onu da zamanla halledecekti. İçeriye geçip özel masalarında ilk kadehlerini kaldırdıktan sonra Engin bir şişe ile yan masaya geçti.

TOLKİ: Dertlendi. Yine başlayacak.

VOLKİ: Ne yapalım. Uzun zamandır olmuyordu. Oğuz’a baksana…

İç savaş sırasında son görevleri batılı esirleri ve sığınmacıları kampa götürmek olan kafadarlar, dayanamayıp Oğuzun verilerini yönlendirdiği android ile birlikte altı çocuğu, Gizli Deniz isimli yere göndermişti. Kaçak olarak. Kendi Çocukları ve aileleri Gizli Denize çoktan intikal etmişlerdi. Ailesi olmayan ekip üyelerinin de hakkı vardı. Bu hakkı sığınmacı çocuklar için kullandılar. Kanuni olsun, kanun dışı olsun her şey ayarlanmıştı. Esirler Çin Kuvvetlerine teslim edilirken, Lucky Lykke isimli çocuk esirlerin arasında belirmiş, Volkan’ı taşa tutmaya başlamıştı. Gizli Denize gitmektense, intikam almayı tercih etmişti. Çin subayları bu duruma eğlenip, gülerken aniden bir subayın bellindeki silahını kapmıştı. Çinliler işte… Hâlâ 2. Dünya Savaşından kalma silahları zevk için kullanan subaylar vardı. Küçük kız kendinden beklenmeyecek kararlılıkla bir askeri bacağından vurmuş, sonrasında silahını Volkan’a doğrultmuştu. Tetiğe basamadan dronlar küçük kızı paramparça etmişlerdi. Bu olaydan sonra Engin bağımsız dron kullanmadı. Verilerini, komutlarını uzaktan kendi verdi. Ama Lucky Lykke’yi hiç unutmadı. Ekipte… Engin şişeleri devirip, yoğun duygulara girdiğinde ‘Lucky Lykke’ diye bağırır, gözyaşlarına inat, mutlaka bir belaya bulaşırdı. Bela onu o belayı yumuşatırdı. Tabi ki yumrukları ve tekmeleri ile.

TOLKİ: Bizimkiler nasıldır acaba? Ayda bir görüşüyorduk. Yoğun iletişim kısıtlamasına gidilecek gibi.

VOLKİ: Beni biliyorsun.

TOLKİ: İyi misin? Volkan gözlerinin bebekleri ara ara büyüyor gibi.

VOLKİ: Senden bir şeyin kaçması mümkün mü? Ayin içimde devam ediyor desem, bana ne dersin?

TOLKİ: Hey Allah!.. Ne yapacağız?

VOLKİ: Merak etme. Gemiler demir almış vaziyette. Bilirsin, yazarı bende çok severim. Savaşımızda sağlam bir müttefik bulduk.

TOLKİ: Delirdin mi?

VOLKİ: Merak etme muhteşem bir kitabın yanında, bu vızıltılar, bu ayinler, çocuk oyuncağı kalır. Şimdi bu karanlıkta ayrımına daha çok varıyorum.

TOLKİ: Peki! Boktan vantuzlu kolları nasıl kontrol ediyorsun?

VOLKİ: Hüznümle.

Tolga bir an Volkan’ın gözlerinde sakince duran gemileri gördüğünü sandı. Yanda çıkan patırtıyla kendine geldi ve bardağındakini bir dikişte içti. Engin, yan masadan klon çalışana küfür eden bıçkın delikanlının göğsüne tekmeyi yerleştirdi. Sonra yerde serilmiş gencin derbeder yandaşlarının üzerine tükürüp bağırdı.

ENGİN: Klonlara özgürlük!

Taklit Hüzünler Meyhanesi görünürde olmasa da onlarındı. En sevdikleri şeyde hüzünleri dağıtan bu kavgalardı. Ezici, kesici, delici ve ateşli aletlerle içeriye giriş yasaktı. İnsancıklar sosyalleşirken, dozunda şiddet çekinceleri yok ediyordu. Samimiyet sahneye en saf haliyle çıkıyordu. Kısaca şiddet kaynaşmayı hızlanıyordu. Bu şekilde çok silah arkadaşı kazanmışlardı. Oğuz, klon kızlarla, müzik kliplerini canlandırma oyununu oynarken, Volkan ve Tolga Taklit Hüzünler Meyhanesinin bilmem kaçıncı kavgasına şu nida ile daldılar.

“Klonlara Özgürlük!”