Güneşin gökyüzünden ayrılmasıyla birlikte eşyalarımızı sırtımıza yüklemiş ve yola koyulmuştuk. Yokuş çıkmayı hiç sevmiyordum, günlük hayatta gerekmedikçe hiç yerinden kalkmayan bir insan olarak nefes nefese kalıyordum. Çoğu zaman beni beklemiyorlardı, sırtımda taşıdığım eşyaları yerlerde sürüyerek bir kaplumbağadan daha yavaş adımlarımla yola devam etmeye çalışıyordum. Bana aldırmadan gidiyorlardı. Yükün neredeyse tamamı benim sırtımdaydı ve benimle birlikte o yokuşu tırmananlar benim önemsiz ama asla gitmesine izin verilmeyecek bir varlık olduğuma hep birlikte karar vermişlerdi. İlk gün oldukça sıska ve esmer biri benim yorgunluktan yere yığılacağımı gördüğünde düşmemem için tutmuştu. Bu kişiyi gruptakiler çok severdi, güneşin doğmasına yakın mağaralara çekildiğimizde etrafına bütün ahaliyi toplar, başından geçen maceralı anıları –bence uyduruyordu- anlatır, herkes meraklı gözlerle onu pür dikkat dinlediğinde zevkten dört köşe olurdu. Yanıma gelip beni tuttuğunda endişelenmemem gerektiğini, zamanla alışacağımı söyleyip beni rahatlatmaya çalışmıştı. O gün ona kanım kaynamıştı ancak günler geçtikçe onun da benim ne kadar acı çektiğimi umursamadığını anlamıştım. Şimdi onlarla aramda çok fazla mesafe vardı ve yine benim varlığımı unutmuşlardı. Yine o neşeli yolculuk türkülerini söylüyorlardı. Biraz soluklanmamın bana iyi geleceğini düşündüm ve umursanmayışın getirdiği rahatlıkla, asla uzun sürmeyecek bir umursanmayış, bir ağacın altına oturdum. Yükleri yanıma koydum ve sırt çantamı çıkardım. Derin bir soluk ve aldım ve acıdan inleyen bacaklarımı ovdum.
Ben nereden buradayım, diye sordum kendime. Üç dört ay önce bana aldırmadan türküler çığırarak giden bu insanlarla, insanımsılar da olabilirler, hiçbir yerde karşılaşmamıştım, hayatımın hiçbir evresinde bir kere bile onlarla selamlaşmamıştım, varlıklarından da emin olmadığım kişilerdi. Fotoğrafçıydım ben, zamanında düzgün bir akademik hayatı elimin tersiyle itmiş ve lise eğitimimi yarıda bırakmıştım. Ama fotoğrafçı olmaya bundan hemen sonra karar vermemiştim. Yıllarca avarelik ederek geçirdiğim yıllardan sonra aileme ve dostlarıma “Bakın, ben de meslek sahibiyim!” demek için bu mesleği seçmiştim kendime. Başlarda böyle bir etiket için fotoğraflar çeksem de daha sonra benim için bir tutkuya dönüşmüştü bu meslek. Önce dağınık bir masadaki her şeyi bulanıklaştırıp bir cam bardağa odaklanmıştım. Daha sonra öylesine katıldığım bir düğünde gelin ve damat çok beğenmişti onların haberleri olmadan çektiğim fotoğrafları. Bu şekilde bir sürü düğüne katılarak fotoğraflar çekmiştim ve ünüm yayılmıştı. İnsanlar artık para vermeye başlamışlardı bana. Kısa süre sonra manzara fotoğrafları çekmeyi kafama koymuştum. İşte o zaman karşılaşmıştım onlarla. Güneş henüz batmıştı o gün. Yanıma gelmişti biri. Türkçe bilmiyordu ama yine de tuhaf bir şekilde aynı dili konuştuğum insanlardan daha iyi anlaşabiliyordum. O da cılızdı ve esmerdi, çok uzun boyluydu. Elimdeki fotoğraf makinesini işaret etmişti, fotoğrafını çekmemi istiyordu. Tamam, dedim ve kamerayı doğrultunca öyle bir gülüş gördüm ki, fotoğrafında neşeli görünmek istiyordu. Çok güzel bir gülüştü bu. Onun öyle güldüğünü görünce dayanamadım, ben de kahkahalar atmaya başladım. Çektikten sonra yanıma geldi hemen. Elinde silah vardı, ancak bana zarar vermeyeceğinden o kadar çok emindim ki, yıllardır tanıdığım bir dostum gibiydi. Fotoğrafını görünce kahkaha atmaya başladı. “Şu halime bak!” dedi kendi kendine ve tekrar gülmeye başladı. Türkçe konuşmadığından adım gibi emindim. Ancak daha önce böyle fonetiği olan bir dili hiç duymamıştım. Geleceğin ölü dili olmaya aday olmuş dillerden biriydi sanki. Herhalde Anadolu’nun küçük köylerinden birinden gelmiş, diye düşündüm. İstanbul gibi bir şehrin bu kadar çok farklı insanlar barındırması gayet olağandı sonuçta. Türkçeyi anlamayacağını biliyordum ama yine de söylemekten alıkoyamadım kendimi. “Ne kadar güzel bir gülüşün var.” dedim. Anlamıştı. Ama Türkçe olarak cevap vermemişti. Ben de anlamıştım. Bu benim için de şaşırtıcı ve keyifliydi. Bir insanla, aslına bakarsanız görüntüsü bir insana pek benzemiyordu, uzun yıllardan sonra kim olduğu belirsiz olan bu kişiyle konuşurken kendimi güvende hissetmiştim nedenini bilmeden. Bir fotoğrafını daha çekmemi istedi. Bu sefer kayalıkları işaret etti. Arkasında o kocaman denizin görünmesini istiyordu. Yine aynı şekilde olmuştu. Ben kahkahalar atıyordum, o da kocaman gülümsüyordu. Sonra teşekkür etti ve hızlıca koşarak gitti. Benim yüzümden gülümseme silinmemişti. Fotoğrafçılık gerçekten de beni mutlu ediyordu. Ben de eve gittim yüzümdeki gülümsemeyle birlikte. Kendimi hemen yatağa atıp çektiğim fotoğraflara baktım. Klasik, yaratıcılığı olmayan fotoğraflar çekmişim bugün. Sonra o adını bilmediğim kişinin fotoğrafına denk geldim. Tekrar engel olamadım kahkahalarıma. Bir daha gitmeye karar verdim oraya. Gittiğimde öğle saatleriydi. Gelmeyeceğini hissediyordum ama “Belki karşılaşırız” umudum vardı içimde nedenini bilmediğim halde. Fotoğraf çekmek içimden gelmiyordu. Bir banka oturdum ve insanları izlemeye başladım. Bu insanlardan hiçbiri fotoğraflarını çekmemi istemezdi. En az yarısının mutsuzluğunu fotoğraf kareleri düzeltemezdi. Bazılarının da fotoğrafını çekilmesine hiç gerek yoktu. Onlar kameraya bakmadan, karşındakinin gözlerinin içine dimdik bakarken de gülümseyebilir, kahkaha atabilirlerdi. Bense… Sanırım başkalarının mutluluklarından mutlu oluyordum.
Fotoğraf makinemi havaya kaldırıp bulutların, kuşların fotoğraflarını çekerek oyalandım. Elimde kayda değer hiçbir fotoğraf yoktu. Hava kararmıştı. Bugün tatilim olsun öyleyse, dedim ve fotoğraf makinemi sırt çantama koyup bir yerlerde yemek yemek için ayaklandım. İlk adımımı attığım an onu gördüm. Fotoğraf makinesinin arkasından gülümseyen o yüzü. “Dur!“ diye seslendi bana. Yine aynı kahverengi kıyafetlerini giymişti. Durdum, sessizliği bozmak istiyordum. Ama aklımda ne diyebileceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. “Tekrar merhaba.” dedim ve onun gibi gülemesem de tebessüm ettim. O da zaten fotoğraflarında gülümsüyordu sadece. “Konuştuklarımı anlayabiliyorsun,” dedi. “Ben de seni anlayabiliyorum.” Aynı dili konuşmadığımızdan emin olduğum halde nasıl iletişim kurabildiğimiz hakkında bir fikrim yoktu. “Dünkü fotoğraflar için teşekkürler. Uzun zamandır kendimi görmedim, biliyor musun?” Şaşırmıştım. Demek o yüzden bu kadar çok neşeliydi. Uzun zaman sonra kendini görmek isteyen biri karşısında mutlu birini bulmak istiyordu. Bir fotoğraf karesi bir kara delik gibiydi, fotoğrafı çekilen kişi mutlu olmadığı zamanlarda bile gülümsüyordu, fotoğraf karesi de mutsuzluklarını içinden alıyordu, hapsediyordu kareye, sonra da yok ediyordu. Bunu anlamak fotoğraflara olan saygımı arttırmıştı. Ama nasıl kendini görmüyordu, aynaya da mı bakmamıştı hiç? Düşüncelerimi okumuştu sanki. “Bir ayna görmeyeli uzun zaman oldu,” diye cevap verdi. “Suyun üzerinde yansımama da bakabilirdim, ama sudan korkuyorum.” Konuyu değiştirdi. “Buraya tekrar geleceğini tahmin etmiştim.” “Belki tekrar karşılaşırız diye düşündüm. Tam gitmeye karar verdiğimde karşılaşmamız güzel bir tesadüf oldu.” Kendini suçlu hissetmişti. “Gün ışığı varken çok korkunç bir yüzüm oluyor, insanları korkutmak istemiyorum. Karanlıkta daha az korkutucu oluyor. Diyecek bir şey bulamamıştım. Korkunç olmasa da garip bir yüzü vardı. “Ailem de benim gibi. Kendilerine yarasa derler.” Daha fazla konuşmak istemiyordu. “Neyse. Fotoğraflar için çok teşekkür ederim. Ben gideyim. Hoşça kal!” Öylece kalakalmıştım. Neden korkunç olsun ki bir insanın, affedersiniz, bir “yarasa” nın yüzü? Neden kendiyle barışık olmazdı ki hiç kimse? Çocukluğumda çok şişman olduğum için dışlandığım günleri hatırladım birden. Onlara aldırmadığımı anladıklarında tavırları da değişmişti. En sevilen, sözüne en çok güvenilen bir insan olmuştum onların gözünde. O “yarasalar” a da gösterecektim kendileriyle barışık olmaları gerektiğini. Kim, neden korkup kaçsın ki onları gündüz görünce? Böylesine değerli bir gülüşü olan birinden kim kaçardı ki? Onlara kanıtlayacaktım. Peşinden gittim. Güler yüzlü yarasa durmak bilmeden saatlerce yürüdü, ben de arkasından takip ettim onu. Arada bir türküler söyledi yorgunluğunu unutmak için, ben de sessizce eşlik ettim. Bir yerde durdu, ağacın dibine gömdüğü kılıcı aldı, elinde tuttuğu küçük silahı da cebine yerleştirdi. Ağaçtan birkaç yaprak kopardı, parçalayıp yere attı. Şimdiye kadar beni fark etmemesi şaşırtıcıydı, belki de umursamak istemiyordu, sanki yürüyecek daha yüz yıllık yolu var gibiydi.
Birkaç saat geçtikten sonra ateşin başında küçük şişelerin içindeki içecekleri içen “yarasalar” ı gördü. “Ben geldim!” diye bağırdı. Ona hoş geldin diyen birkaç kişi yanına geldi. Boynuna atladı bir tanesi. Elinden tutup ateşin başına götürdü. Herkes ona hesap soran gözlerle bakıyordu. Onları endişelendirdiği çok belliydi. Açıklama yapmak zorunda hissetti. “İnsanların şehrine gittim.” Korktuklarını anlayınca endişelenmemeleri için daha da ayrıntıya girdi. “Merak etmeyin, bir şey olmadı. Beni insan sanan biriyle karşılaştım, fotoğrafımı çekti. Yıllar sonra kendimi gördüğümde nasıl hissettiğimi tahmin edemezsiniz. Saçlarımın döküldüğünü biliyordum, yaşlanıyordum, göreceğim her şeye kendimi hazırlamıştım. Yüzümdeki yorgunluğu görmek istemediğim için gülerek poz verdim. Yine de…” devam etmek için kendini zorladı. “Bu kadarını tahmin etmemiştim. Gün geçtikçe daha da korkunçlaşıyorum.” Gözlerinden bir damla yaş döküldü. “Bizim için korkunç değilsin, diğer ırklar bizim korkunç olduğumu düşünüyorsa ne olmuş? Bizi yakalayıp gösteri maymunları haline getiremeyecekler, buralardan gideceğiz, kimsenin bizi bulmayacağı yerlere gideceğiz. Kendini görmesen ne değişecek ki? Biz seni görüyoruz, hiç de korkunç olmadığını biliyoruz.” Derin bir nefes aldı. “Sakın bir daha oraya gitme. Bizim yanımızdan ayrılma. Yaşadığımızı öğrenirlerse her şey mahvolur. O karşılaştığın insan senin insan olmadığını anlasaydı neler olurdu, düşünebiliyor musun?” Özür diledi hemen hatasını telafi etmek için. Yine de mutluydu. Kendini görmüştü yıllar sonra. Değmişti. Düşüncelerinden uyandırıldı. “Al bunu iç, uzun bir süre yemek bulamayacağız.”
Duyduklarım karşısında ne diyeceğimi bilemiyordum. Onlara bir şey kanıtlamaya çalışmamalıydım. Geri dönmeli, hiçbir şey duymamış gibi davranmalıydım.
Ama mümkün olmadı. Tam gitmeye hazırlanırken içlerinden biri beni gördü. Bağırarak diğerlerini de başıma topladılar. Fotoğrafını çektiğim o “yarasa” yla göz göze geldiğimde kendimden o kadar çok utanmıştım ki gözlerimi kaçırdım hemen. Yerin dibine girmek istiyordum. Kimselere bir şey söylemeyeceğime dair defalarca kez yemin etsem de onların güvenini asla kazanamayacağımı biliyordum. Gitmeme izin vermeyeceklerdi. Ben de onlardan olmak zorundaydım. Irk olarak benzemesem de kendimi öyle hissetmek zorundaydım artık. Ben de kendime yarasa demeliydim.
Gündüzleri onlar dışarı çıkamadığı, daha doğrusu, çıkmadıkları için benim de çıkmama izin vermiyorlardı. Ardıma bakmadan koşup birilerine haber vermeye gideceğimden korkuyorlardı. Güneş battığındaysa hemen yola koyuluyorduk. Saatlerce, durmadan, dinlenmeden… Beni umursamazlar, günün her saati ben yokmuşum gibi davranırlardı ancak kaçıp her şeyi anlatmamdan korktukları için de bir gözleri daima benim üstümde olurdu. Az önce kendime sorduğum sorunun cevabı buydu işte. Bu yüzden buradayım.
Çok kötü biriyim, dedim kendime. “Fazla iyisin.” dedi fotoğrafını çektiğim yarasa. Elimden tutup beni ağacın altından kaldırdı. “Gitmene izin vermeyeceğiz. Keşke beni takip etmeseydin.” dedi çatlayan sesiyle. “Hadi yürü.”
Hiçbir ırk tarafından tehdit edilmeyecekleri bir yer bulana kadar yürüyecektik ve sanırım bu yürüyüş sonsuza kadar sürecekti.
Merhaba 🙂
Bu ay çok fazla öykü gönderildiği için sadece bir kısmını okuyabileceğim. Bu yüzden, okuyacaklarımı isimlerine bakarak seçmeye karar verdim.
Bu yazıyı okumaya henüz başlamışken yazıyorum. Bu yüzden, sözlerim biraz dolambaçlı olabilir. Şimdiden özür dilerim.
Düş dolu bir isim seçmişsin öyküne. Gerçekten de fotoğrafçı olan bir yarasadan mı bahsediyor, ifadeyi bir deyiş olarak mı kullanıyor yoksa bir tür ünvandan, lakaptan mı oluşuyor bilemiyorum. Ama, merak uyandırıcı 🙂
*”başından geçen maceralı anıları –bence uyduruyordu- anlatır,”
Bu cümledeki ara ifadenin “anlatır”dan sonra gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Dil bilgisi konusunda uzman değilim fakat bana öyle geliyor ki kısa çizgi içerisine alınan ifadeler, kendisinden bir önceki kelimeyi ya da kalıbı açımlamalı. Eğer haklıysam, elbette minicik, “dikkat edilmese de olur” sınıfından bir durum bu 🙂
*” Biraz soluklanmamın bana iyi geleceğini düşündüm ve umursanmayışın getirdiği rahatlıkla, asla uzun sürmeyecek bir umursanmayış, bir ağacın altına oturdum. ”
Imm. Bu cümlede teknik bir hata olmayabilir. Virgüller de ara cümle yapmakta kullanılabilir fakat cümle içerisinde zaten virgül kullanıldığı için, o bölüm biraz… Anlamayı zorlaştırıyor. Kısa çizgi kullanmanı öneririm. Yukarıdaki ifademe benzer şekilde, bu ara cümle de “umursanmayışın”dan sonra olmalı gibime geliyor.
Benzer bir durum bir alttaki paragrafta da var. Belki de özellikle tercih ettiğin bir tekniktir? Bilemiyorum. Bir daha belirtmeyeceğim bu yüzden.
*”Yıllarca avarelik ederek geçirdiğim yıllardan sonra aileme ve dostlarıma”
🙂 Minik bir anlatım bozukluğu. Dert edilecek bir şey değil. Daha dikkatli olunursa tekrarlanmaz elbet. “yıllar” ifadesinin birisi fazla.
*”Tamam, dedim ve kamerayı doğrultunca öyle bir gülüş gördüm ki, fotoğrafında neşeli görünmek istiyordu.”
Söyleyeceğim şeyin doğruluğundan emin değilim. Ama, sanırım, “ki” bağlacından sonra virgül kullanılmıyor Türkçe’de. Ben kullanıyorum. Anlatımı daha canlandırıcı yaptığını düşünüyorum. Bu cümlenin biraz aşağısında da benzer bir kullanıma gitmişsin. Oradakini beğensem de buradaki biraz… Uygunsuz kaçmış sanki? Ya da, devamındaki cümlenin gülüşün daha beklenmedik bir yönünü açıklamasından dolayı bana öyle gelmiştir? Bilemiyorum. Cümleye girişin “Öyle bir gülüş gördüm ki… Aklım başımdan gitti” diyecek gibiydi. Bir sorun yok. Sadece, bir görüşümü belirtmek istedim.
*”“Şu halime bak!” dedi kendi kendine ve tekrar gülmeye başladı.”
Burada söyleyeceğim şeyin daha açılmışını eleştirimin sonunda söyleyecektim fakat bu cümleyi görünce belirtmeden duramadım.
Öykü çok hızlandırılmış ve çok boşluklu geliyor bana. Manzara betimlemelerinden, durum, sahne tasarımlarına kadar hemen her kısmında daha fazla ayrıntıya ihtiyacı var. Ancak bu sayede zihne girebilecek, ağızda tat bırakabilecek bir yoğunluğa erişebilir bence. Belki devamında uygun bir açıklama yapmışsındır ama şu anda “madem karakter Türkçe bilmiyordu ve madem ki bizimkisi onun bildiği dili bilmiyor, o halde bu cümleyi nasıl anlıyor?” diye soruyor insan. Elbette vücut dilinden olabilir. Ama öyküde ne o karakterin hareketi betimleniyor, ne yüzündeki ifadenin ana karakterde uyandırdığı hislerden bahsediliyor, ne de bu tırnak içi ifadenin bir sanı olabileceğinin bahsi açılıyor. Peki ya karakter bu cümleyi bir aksanla kurduysa ve o “garip fonetikli dil”in yapısını, ana karakter bu aksandan çıkartıyorsa? O da açımlanmış değil.
Başka bir noktadan da örnek vereyim. Silah nereden çıktı mesela? O karakter nasıl birisiydi ki ana karakter onda silah görünce şaşalamadı? Doğa üstü bir tepki var orada. “Öyle işte, oldu”dan daha derin bir temellendirmeyi, daha uzun bir açıklamayı hak eden bir tepki bu bence.
Elbette, tüm bu sözlerim “bence”de kalmak durumunda. Ve, unutma, okudukça yazıyorum 🙂 Devamında köşelerden köşelere fırlatabilirsin beni.
*” Bugün tatilim olsun öyleyse, dedim ”
Bir iç konuşma sanırım bu? Şu halinde herhangi bir sıkıntı yok elbette fakat iç sese karşılık gelen kısımları italik olsa da düşüncelerin ve anlatımın aktığı kısımdan ayrılsa? Kesinlikle bu konu yazarın tercihine kalmıştır. Ben sadece bir okuyucu olarak fikrimi belirtmek istedim. Belki gelecek öykülerinde kullanırsın?
*Diyalogların arka arkaya sıralandığı kısmı okumak biraz zor oldu benim için. Tırnak işaretlerinin ardında saklanan noktaları seçmek…
Sanırım bu yüzden diyaloglar genelde paragraflar halinde yazılıyor? Sonuçta, sohbet bir konuda dönse bile bahsedilen şeyler birbirinden ayrı.
Bu tek paragrafta yazma tekniğini özellikle mi seçtin acaba?
*” belki de umursamak istemiyordu, sanki yürüyecek daha yüz yıllık yolu var gibiydi.”
Evet. Öykünde eksikliğini hissettiğim şeylerden birisi de buydu. (Bu paragraftaki sözlerim tamamen kendi keyfimle, tercihimle ilgilidir. Elbette yazar dilediği şekilde yazabilir)
Betimleme, benzetme, sanatlama… Ne denirse densin, o şeyler eksik öyküde. Yukarıdaki cümle tüm öyküye yayılmış “şöyle oldu, böyle oldu”nun içinde öyle çok parlıyor ki bana “ya ben bundan daha fazla görmek istiyorum”u dedirtiyor. Senin tercihindir ama bence daha sanatlı bir dil kullanırsan okuyucuya olay akışını takip ederken de hissedebileceği bir şeyler vermiş olursun.
Yoksa, anlattığın şey sadece o “sonuç”a giden olay dizisi olur. Onu hazırlayan bir mekanizma olarak kalır. Hiç bir hissiyat da uyandırmaz. Yazarın okuyucuyla oynama aracıdır o dilsel sanat mevzusu ki insan da kendisiyle oynanmasını istediği, farklı şeyler hissetmek istediği için edebi eser okur genelde.
Elbette, bu sözlerimin hepsi tartışmalı mevzular. Çok karşı çıkılışı, çok temellendilirilişi, ayrıntısı var.
*”Birkaç saat geçtikten sonra ateşin başında küçük şişelerin içindeki içecekleri içen “yarasalar” ı gördü.”
Buradaki ifade çok sert bir geçişe baş olmuş. Bir yukarıdaki paragrafta tam “aha, anlatım istediğim kıvama gelmeye başladı. Düşler, hayaller uçuşacak artık” derken bir an sonra kimin zihninden, bakışından yazıldığı belirsiz bu ifadeyle karşılaştım. Tanrısal anlatıcıya mı geçtin bir anda?
Eğer öyle bir amacın yoksa, bunun okuyucuyu bu derece tökezletmesinin sebebi, bence, betimleme eksikliği. Ana karakterin ağzından mı anlatılıyor bu kısım? Ana karakter nerede peki? Saklanarak mı izliyor? Nerede saklanıyor? Diğer yarasaları ne kadar uzaktan gördü de saklandı? Telaşlı mıydı? Heyecanlı? Zorlandı mı? Gizlice gözletlemek hoşuna mı gitti yoksa utandı mı? Duruma, burada neler döndüğüne dair kendince tahminleri var mı?.. Bunların hiç birisinden henüz bahsetmiş değilsin. Bence, öyküdeki en büyük eksiklik bu.
*” Yüzümdeki yorgunluğu görmek istemediğim için gülerek poz verdim. Yine de…”
Öyküdeki gülümseme vurgusuna güzel bir bağlam eklemişsin. Belli ki öykünün ilhamı, fikri, tasarımı çok hoşmuş. Ama, bu tasarımın nasıl anlatıldığı da önemli bir konu.
*”Gitmeme izin vermeyeceklerdi. Ben de onlardan olmak zorundaydım. Irk olarak benzemesem de kendimi öyle hissetmek zorundaydım artık. Ben de kendime yarasa demeliydim.”
Öykünün geçtiği diyarın mekanikleri nedir pek bilemiyorum. İnsana benzeyebilen yarasalar, fotoğraf makineleri, kılıçlar, “silah”lar… Ama buradaki temellendirme bana pek inandırıcı gelmedi. Karakter hiç mi kaçmak istemedi? Peki, onu öldürmeyeceklerse ve yanlarında sürgüne getireceklerse, neden arkada kalmasını o kadar umursamaz görünüyorlar? Ya da, insanları kendilerini dışladıkları için yargılarken, kendileri de onu dışlıyor ve bunun farkına varıyor mu? Varmıyorlarsa da, baş karakter onları uyarıyor mu? Hiç mi çekişme olmadı aralarında?
Masalsı ya da metafotik bir anlatım olabilir elbette burada ama ben öyle bir şey sezemedim :/
Şimdi öyküyü bitirdim. “Fazla iyisin” ifadesi tüm öykünün anlamını birazcık daha değiştirecekmiş gibi olsa da bunu yapabileceğinden emin olamıyorum. Çünkü öykünün hiç bir yerinde “fazla iyi olduğun için seni yanımızda tutuyoruz. Diğerleri çok kötü olduğu için onlardan uzak duruyoruz” düşüncesine çıkabilecek bir uç yok.
Gece saatlerinde, birazcık yorgun halde yazdım bu eleştiriyi. Elimden geldiğince yardımcı olacak tarzda, sebeplerini açıklayarak anlatmaya çalıştım düşüncelerimi. Umarım amacına ulaşır.
Yanlışım, kabalığım varsa affet lütfen.
Daha fazla düşle, daha başka öykülerde görüşmek dileğiyle…
Merhaba. Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Eksik olduğum kısımların, özellikle betimleme konusunun, üzerinde çalışacağım.