Bir vücut içerisinde beden ve ruh birlikte barınır. Ruhsuz olan insana onca beden de verseler boş bir iskelet yığınından başka bir şey olamaz. İşte o yüzden tek daim kalan en azından bu Dünya’da ruhun uzana bildiği yerlerdir. Beden parçalansa bile ruh parçalanmaz. O sonsuzdur…
Akif küçük yaşlardan beri sık sık hasta olan cılız mı cılız bir çocuktu. Yaşıtları arasında hep fark edilebilecek şekilde boyun kısaydı. Tüm okul hayatı boyunca beden sırasının en ucunda kendine terk edilmiş bir halde kaldı. Ancak küçük bir bedene verilen bu güzel ruha ne demeliydi. Kısa boyunun uzanamadığı her yere uzanmıştı Akif’in yaptıkları. Dünden bugüne hiç değişmeyen bir azimle çalışıp çabalıyor, hem kendi için hem ailesi için hem de vatanı için hayırlı bir birey olmaya çalışıyordu. Akif’in babası tır şoförüydü ve Akif sekiz yaşında iken bir trafik kazasında vefat etmişti. Babasını biraz olsun hatırlamıyordu Akif. Sanki onu hiç tanımamıştı. Gözünde canlanabilecek bir baba figürü hiç olmadı. Tüllerin arkasında gördüğü bir surat misali hiç mi hiç net olmayan bir baba idi onunki. Bunda babasının tır şoförü olmasının payı vardı elbette. Akif’in babası durmadan yollardaydı. Onu yılda bir veya iki kez görüyordu o zamanlar. Bu yüzden de hatırlayacak bir surat yoktu karşısında. Akif ile annesi babası ölünce anneanne ve dedelerinin evlerine taşındılar. Akif’in annesi Mesude Hanım o zamanlar ev hanımıydı. Bundan on yıl öncesinden bahsediyorum tabi ki. Bugün Mesude Hanım uzun süredir çalıştığı sağlık ocağındaydı halen. Orada bunca yıl geçirip, hem evine baktı hem de oğlunu okuttu. Evlenmeyi hiç düşünmedi Mesude Hanım. Oğluna bakmak onun tek amaç ve gayesiydi. Akif ise bu sene İstanbul’da çok iyi bir üniversite kazandı. Yetiştiği yerde bir göz bebeğiydi Akif. Köyde herkes onu severdi. Onun çalışkanlığına hayran olmayan yoktu. İşte öyle böyle geçen on sene sonrasında Akif ilçede okuduğu liseden sonra üniversiteye gitmeye hak kazanmıştı. Hakkıydı da hem köyünü hem de ilçesini çok iyi temsil etmişti sınavda. Hep başarıları ile annesinin yüzünü güldürmüştü. Ana oğul birbirlerine kenetlenmiş hayatlarıyla tam bir mutluluk timsali idiler. Akif bu sene ilk defa annesinden ayrılacak, ilk defa başka bir şehirde yaşayacaktı. Yeni yeni arkadaşlar edinecek yeni yeni kültürler tanıyacaktı. O kendi benliğini temsil edecekti okulunda. Hem kendini hem de çevresini temsil edecekti. İstanbul’da veterinerliği kazanmıştı. Köyündeki hayvanlara yardımcı olacaktı. Çekilen sıkıntıları farkında idi. Onca hayvanın telef oluşunu, onca sürünün teker teker yok oluşunu gözleriyle görmüştü. Kendini çok önceden beri bu mesleğe hazırlamıştı. Onun için bu durum bir şeref meselesiydi adeta. Köyüne bu şekilde hizmet etmek bir gururdu.
Derken Akif hüzünlü geçen son bir hafta sonrasında, en nihayetinde İstanbul’a vardı. Taşı toprağı altındı İstanbul’un ama altını öyle kolay kolay çıkarmak da yoktu bu işin fıtratında. O da bunu biliyordu. Köyde nasıl çalışıyorsa okulda da öyle çalışacaktı. Kendine bu şekilde söz vermişti. Yapabileceği her şeyi yapacak, elinden geleni ardına koymayacaktı. İyi bir okulda okuyacaktı sonuçta hakkını vermeliydi. İstanbul’daki ilk gün kalacağı yurda ulaştı. Tabi sora sora Bağdat bulunu diye bir söz boşuna yoktu. O da öyle yapmıştı. Burada yaşayan kimseleri de olmadığı için, bir de üstelik paraları da az olduğu için bir şekilde işlerini tek başına halletmesi gerekirdi. Bir sene yaşıtlarından daha büyük olacaktı ancak onun için bu sorun değildi. Kaldığı yurt iyi bir yere benziyordu. Gerçi oturdukları köy evinden sonra ona her yer çok güzel geliyordu ama hadi neyse.
Derken okulun başlarında her şey umduğu gibi gitmedi Akif’in. Önceden fark edemediği bir dil sorunu vardı. Başarılı olmasının bir anlamı bile kalmamıştı. Onun konuştuklarını insanlar tam anlayamıyordu. Bununla da kalmıyorlar bir de Akif ile dalga geçip onu aşağılıyorlardı. Köylü olmaktan gurur duyan Akif kendini değiştirmeye çalışmadı. Etrafında ona gülen bir sürü insan vardı. Ama Akif biliyordu kimin iyi kimin kötü olduğunu. Kendine zamanla birkaç arkadaş edindi. Onlarla bol bol İstanbul’u gezdi. Dersler çok zor değildi ama işte uyum süreci onu biraz zorluyordu. Daha ilk senesinden yaşadığı bunca zorluğa rağmen dirençli kaldı ve okulunda çok başarılı oldu. Pek çok görev üstlendi. Pek çok güzel ve yararlı iş yaptı. Herkesi sevdi o. Ancak kimseden iyi bir şey göremedi. Yakın sandığı arkadaşları, dostları, bile ona zaman zaman kazık attılar. Bu durum Akif gibi saf ve temiz bir Anadolu çocuğunu yıprattı. Zamanla kendinden bir şeylerin kaybolduğunu fark etti. Bildiğini sandığı doğrularını unuttu. Mutlu değildi. İyi şeyler yapmasına rağmen halen hor görülüyor ve kullanılıyordu. Onunla olan şakalaşmalar ve aşağılamalar çizgiyi sayısız kere aştı. Nitekim Akif uzun süre gerçek yalnızlığa mahkûm olarak yaşadı. Pek çok güzel şeyden zevk almamaya başlar oldu. Köyüne gidemiyordu, ailesi ile görüşemiyordu. Parasız kalma korkusuyla çalışmaya da başladı. Annesinin verdiği para yetmiyordu notlara bile. Zamanının bunca zorluk içinde geçirmek zorunda oluşu zamanla koymaya başladı ona. O da kendinden bir şeyler kaybetti. Ünce kendine olan güveni başka bir boyu aldı. Zamanla kötüleşti. Onlar gibi insanları hor gördü. Zaman geçtikçe onlarla olan arkadaşlığı da artmıştı. Bunu fırsat bildi ve değişmeye devam etti. Okula başlarken ki hali ile bugün ki hali arasında hiçbir benzerlik yoktu. Onlara benzemişti. Konuşması az da olsa değişmişti. Onlara uyum sağlıyordu ancak onların yanında olması için önemli olanın bu olmadığını anladı zamanla. Dersleri bozulmaya başladı. Gezmeleri tozmaları arttı. Kendine saygısı da kalmamıştı artık. Aslında kendinin farkında da değildi denebilir. Uyum sağlamak, kaynaşmak güzeldi ancak her şey doğalında iken güzeldi elbette. Önemli olan özünü korumaktı. Akif dönüştüğü insan müsvettesi kimliği ile yaşamaya okulun ilk senesi devam etti. Yazın eve gitme zamanı geldiğinde köydeki herkes ondaki kötü değişimi fark etmişti. Eski Akif gitmiş yerine başkası gelmişti. Bunun farkında olmayan tek kişi Akif’ti. Çünkü taktığı at gözlükleri ona ağır gelmiyordu. Ancak köyde kendindeki değişimi bir anda gelen tepkilerden anladı. Annesi ile çevresi ile eskisi gibi saygıyla konuşmuyordu. Herkesin gözünde değeri kalmamıştı. Köyde de yalnız kalmıştı. Hem okulunda hem de ailesinde gömüş olduğu kötü muamele canına tak etti. Yemeden içmeden kesildi. Okulun ikinci senesinde daha da zayıfladı. Arık kemikleri sayılıyordu. Hem kendi kültürünü bir hiç uğruna reddetmiş hem de yozlaşmıştı. Farkına vardığında gidecek yeri kalmadığı için içine kapandı. Okuldaki arkadaşlarıyla olan ilişkisini de sorguladı. Böyle olunca bir çıkmaza girdi ve kendini kaybetti. Artık dayanılmaz acılar çekiyordu. Yanlış şeyler yapmıştı. Yanlış işlere bulaşmıştı. Görünen tüm bedeni taşıdığı ruhtan habersiz bir halde gezinen iskeletten öteye gidemezdi artık. Zamanla o kadar zayıfladı ki tüm gün boyunca bir çorba ile yetiniyordu. Bunu istediği için yapmıyordu. Bedeni ruhuna yapmış olduğu ihanetin acısını çekiyordu. Suçlu Akif de değildi. Suçlu buna neden olan çatışmadaydı. Kimse istemezdi hor görülmeyi. Hele böyle büyük yaşlarında hor görülmek hiçbir bedene kolay gelmezdi. Akif de dayanamadı zaten. Sorgulayacak bir şey kalmamıştı. Şimdi bu Dünya’dan önce kazandığı değerleri kaybedip kalmayan bir hiçlik ile öldü. Öldüğünde yanında kimse yoktu.
İşte ruh, bedene ağır geldi mi ister insan kendi Dünya’sında kral olsun, isterse bir köle o vücut yok olup gider. Değerler korunmadıktan sonra onun bunun uğruna değişmek en büyük hatadır. İnsan kendi oldu mu güzeldir. Değiştiğinde aynada gördüğü surat bile çirkin gelir ona. Sahip olduğu hiçbir şey kalmaz o zaman insanın tek çözüm ruhu özgür bırakmaktır. Acı çeken ise hem ruh hem de bedendir. Ne yapılırsa yapılsın biri diğerine üstün gelmez. Geldiyse eğer diğeri yok olmaya mahkûm olur. Bu Dünya’dan bir ruh ayrılır insan ölünce. Ne olursa olsun geride kalan bir iskelettir. O da zaten toprakta kaybolup gider zamanla…
Sanki bir roman ya da hikayenin özetini okuyor gibi oldum. Aslında Akif’in değişimini konuşmalar ve belli olaylarla sunsaydın, sanki hikaye havasına daha çok yaklaşırdı.
Bilmiyorum, ama ben yazarın okuyucuya açık açık bilgi vermesini, kendi düşüncesini direkt söylemesini pek sevmiyorum. Biraz Tanzimat Edebiyatı dönemi hikayesi gibi oluyor. Verilecek mesajın satır aralarında ustaca gizlenerek verilmesi daha çok hoşuma gidiyor(yazarın ağzından değil).
Yazım yanlışları, anlatım bozuklukları ve noktalama eksiklikleri de var. Ki bu herkeste olur; usta yazarlarda bile. Yazmaya devam edersen her şey düzelebilir. Çünkü hikaye anlatma gücünün yüksek olduğu belli oluyor eserinde.
Eline sağlık, başka hikayelerde görüşmek üzere. 🙂
çok teşekkür ederim. Çok güzel eleştiriler bunlar, elbette dikkat edeceğim.
Üç öykünün de az çok benzer yapılarda. Kendini kanıtlama çabası, bu arada ezilen değişen bükülen bir ruh. Bu hikayende öncekilerde olduğu gibi belli bir amaçla yazılmış gibi. Endişeler, korkular , sanki içinde bir mahkeme kurulmuş, kazanmak istenilenler ve kaybedilecekler arasında bir muhakeme yapılıyor. Otobiyografik gibi demiştim öncekine, şimdi de aynısını düşünüyorum. Dibe her batan orada kalmaz, bir şeyin dibi varsa, o halde, ayakları zemine vurup yüzeye de çıkılabilir. Sonuçta hayatın da suyun olduğu gibi kaldırma gücü var. Bizi derinlere iten ceplerimizde taşıdıklarımız değil midir en nihayetinde. Bir dahaki ay görüşmek üzere.
Beni şaşırtmanı çok isterim.
Sevgiler, Dipsiz.
Beni tanımayı başardın. Bilmiyorum içimden geldiği gibi yazıyorum. Ama yazmak demek gülmek ile eşdeğer değil. Hayatın acı tarafları o kadar masum ki onları anlatmak benim için paha biçilemez. Biliyor musun? Koca bir kitap dolusu hikaye yazıp bastırdım. Umarım eline geçer ve okursun. Beni, ya da yazılarımı okuyup beni çözümlemen ve tahlillerin fevkalede. Çok teşekkürler…
Gerçek yaşamda örneklerini gördüğümüz gerçekçi bir karakter yaratmışsın. Bu konuda oldukça başarılısın. Karakterin dönüşümünü de başarıyla irdelemişsin. Güzel de bir hikaye anlatmışsın. Öte yandan, keşke yüzeysel olmasaydı, bir özet gibi olmuş. Bunun dışında biraz dağınıklık var. Karakterin betimlemesi daldan dala atlayarak yapılıyor.