Öykü

Gökotta: Bir Yaşam Tütsüsünün Anıları

Uçsuz bucaksız orman, bir oraya bir buraya salınan ağaçların katmerli gövdelerinin sıklığı ve yapraklarının arasından sızdırdığı güneş ışınlarının yer yer bıraktığı lekelerle birlikte cennetten huzmeler saçıyordu sanki. Yeşilin bütün tonlarını içinde barındıran izbe koruluk, kendi oluşturduğu ahenk ve düzenin aksine, çok daha yozlaşmış topraklardan kibrini kuşanarak gelen heybetli, genç ve yakışıklı bir yağızı üstünde taşıyan atın toynak sesleriyle yankılandı.

Mannelig, elçi olarak gönderildiği krallık tarafından ona verilen haşmetli bir hançeri efendisine götürmek üzere yola çıkmış ve kestirme olduğunu düşündüğü bu koruluğa dalmıştı biçare. Hilal biçiminde birleşerek giderek yükselen ağaç topluluklarının arasına dalınca ona bineklik eden zarif atının adımları yavaşladı. Genç ve heybetli şövalye üstüne üstüne uzanan koca bitkilerin ulvi yapraklarından kaçınırken, iri elleriyle kılıcının kabzasını kavradı ve yol almaya devam etti.

Garip bir ruhani atmosferi vardı bu koruluğun doğrusu. Kendi içerisinde barındırdığı mistik bir cümbüşlüktü bu, şövalyenin adını tam olarak koyamadığı. Kendisini burada hem tekinsiz bir diyara atılmış gibi hem de bir yandan çanları huzur kokan bir kiliseye teslim olmuş gibi hissediyordu. Yeşillerinin ardında saklı ne yabanıl davaların güdüldüğünü işitmişti bu körpecik kulakları efendisi tarafından. Her şövalye gibi o da onuruna oldukça düşkün ve savaşçı kimliği ile ön planda olmayı sevse de, bir nebze olsun gösterişten de asla geri kalmıyor, mütevazılık şöyle bir yana dursun, çoğu zaman burnundan kıl bile aldırmıyordu.

O an ne olduğu bilinmez, miskin miskin ilerleyen atın göz bebekleri aniden korkunç bir şekilde irileşti ve ansızın haykırırca kişnemeye başladı. Mannelig, kılıcını kavradığı yerden öyle bir hışımla çıkardı ki, sert çeliğin kınından havada raks edercesine dalgalanan sesler yükseldi göğe doğru. Şövalye ne olduğunu anlamadan içine adeta bir ifrit kaçmışçasına celallenen Glosyon’u mahmuzlayarak durdurdu ve boşta kalan eliyle onun kırçıllaşmış yelesini okşamaya başladı. Adını İsveççe Glosbe olan ve gök gürültüsü anlamına gelen kelimeden alan bu dört bacaklı ve doğurgan canlı, gerçekten de normal şartlar altında korkusuz ve bir şimşek kadar takip edilemezdi. Fakat bir terslik vardı. Mannelig, Glosyon’u daha önce hiç bu kadar tedirgin görmemişti. Siyahlara bulanmış gözbebekleri gittikçe irileşmeye devam ediyordu.

Gökyüzü aniden sırça bir fanusa düşmüş gibi karardı. Kasvete boğulan bulutlar toplaşarak pamuktan upuzun bir battaniye oluşturmuşlar gibi duruyorlardı uzaktan bakıldığı zaman. Ağaçlar gerindikçe gerinmiş, esneyerek adeta çit oluşturacak kadar birleşmiş gibi bir izlenim veriyorlardı. Mannelig, uzaklarda koruluğun dışına doğru koşturan bir iki ceylan yavrusu olduğunu fark etti. Muhtemelen ayrılmakta olan sürüyü takip etmeye çalışıyorlardı. Bir şeyler yaklaşıyor olmalıydı, fırtına öncesi sessizliğin habercisiydi bu düpedüz. Hislerinde doğruydu da. Fakat nereden bilsindi ki, üzeri mantar öbekleriyle ve ezilmiş bitki özsularıyla kaplı taşların arasından, devasa ve çirkin bir trolün aniden bu bozuk toprak yapısına sahip yolun ortasında karşısına fırlayacağını?

Mannelig kılıcını arşa kaldırarak trolün gözleri hizasında kolunu sabitledi. Daha önce hayatında hiç böylesine çirkin bir varlık görmemişti. Glosyon’un üstünden inmeye hiç niyeti yoktu fakat kendi çapında bir gözdağı vermek için hızla toprak zemine atıldı. Korkusunu belli etmemek için elinden geleni yapmalıydı. Ne de olsa o cengaver bir şövalyeydi.

Karşısında duran trolün eciş bücüş duruma gelmiş postürüne baktı. Açıkta kalan göğüsleri iyice bir sünmüş ve dökülmeye yüz tutmuştu. Derisi garip bir şekilde eriyik duruyordu ve her tarafı sararıp solmuş bitki yığınlarıyla kaplanmış olmasına rağmen pul pul dökülmeye başlamıştı. Dirseklerinin ve dizlerinin bulunduğu oval bölgeler kıymık gibi bilenmiş küçük dal parçalarıyla bezenmişti. Biçimsiz vücuduna oranla küçük kalan kafası ise, üstündeki iki koca yassı deliği andıran gözleri ile bulanık bir şekilde ona bakmayı sürdürüyordu. Bu gözlerde garip bir şekilde vahşilikten öte, daha önce görmediği kayıtsız fakat bir o kadar da ihtiyatlı bir anlam yakaladı Mannelig. Birtakım riyakarlık söz konusuydu sanki. Bir şeylerin ağırlığı yahut bilinmezliği. Tarifi olmayan bir duygunun belki de.

Aradaki sessizlik gitgide büyüyordu. Kuşlar ötüşmeyi ve kanat çırpmayı bırakarak dallara tünemişlerdi. Ağaç kovuklarında cirit atan sincaplar topladıkları fındıkları bile öte beriye saça saça ta buraya kadar gelmişlerdi. İlahi bir komedyanın tam karşılığı yaşanıyordu bu korulukta an itibariyle. Doğa ana bütün seyircilerini toplamış, kurban olarak seçtiği iki ayrı dünyadan gelen bedeni yem olarak önlerine atmıştı sanki. Aradaki sessizlik, en nihayetinde Mannelig’in hülyalı ve karakteristik ses tonu ile sona ermiş oldu.

– Kılıcım şahidim olsun ki bana doğru yeltendiğin an, kelleni koparacağıma ve onu yağlı bir kazığa oturttuktan sonra uluyarak kudretli bir zafer narası patlatacağıma ant içerim!

Yabani görüntüsünden es vermeyen trol, ona hiç yakışmayan ve küçük bir kızcağızı andıran davranışlarıyla ilk olarak geri çekilmeye yeltendi fakat sonradan kararını değiştirerek kalmaya karar verdi ve buruşuk parmaklarını birbirine kenetleyerek bakışlarını istemsizce yere indirdi.

– Beni çok yanlış anladın soylu silahtar. Niyetim asla sana zarar vermek ya da seni korkutmak değildi. Ani çıkışımı bağışla lütfen. Fakat ben. Ben bu anı öylesine çok bekledim ki. Sonunda yolun ortasına atılacak cesareti bulduğum için içim kıpır kıpır. Ah, Mannelig. Şanlı Mannelig, bir bilsen kaç kadim zamandır yolunu gözlediğimi.

Mannelig, trol konuştukça pis bir lağımı andıran devasa ağzının içinden göğe karışan yosunumsu kokunun ağırlığıyla bir an olsun kendinden geçer gibi hissetti. Koku o kadar kötü ve yoğundu ki, tarifi yahut bir başka eşi benzeri kesinlikle olamazdı! Boşta kalan eli ile yüzünü örtmemek için kendini zor tutuyordu çünkü burnunun direği kırılıyordu lakin ihtişamından vazgeçmemeye niyetliydi.

Ayrıca trolün davranışlarında gerçekten anlam vermekte güçlük çektiği birtakım garip unsurlar vardı. Böylesine büyük, uzun ve çarpık bir bedenin aksine davranışları fazlaca insanımsı ve anlamsız hissettiriyordu ona. Gel gelelim, trolün dişi olduğu her halinden belliydi. Emin olduğu tek şey buydu.

– İsmimi öylece o kirli ağzına almaya nasıl cüret edersin! Hem sen beni nereden bilecekmişsin ki? Şöhretimin yedi cihana yayılması dışında, ismimi nereden duymuş olasın söyle bakalım?

Trol çekingen bir tavırla, uzun parmaklı ve birer kıl yumağı haline gelmiş şekilsiz ayaklarını öne doğru uzattı ve boğum boğum olan baş parmaklarını utangaç bir edayla birbirine sürtmeye başladı. Mannelig, trolün düpedüz kur yaptığını anlayabilecek kadar görmüş geçirmiş yetişkin bir erkekti. Şaşkınlığını gizleyemiyordu, adeta dumura uğramıştı. Yine de ihtiyatı elden bırakmama niyetini koruyordu.

– Ama Mannelig, seni görüp duymamak ne hacet? Böyle bir kabahati işleyen herkes kendinden utanmalı! Senin gibi bir varlığın farkında olmamak imkansız. Seni gördüğüm ilk andan itibaren seni düşlemediğim bir gün bile olmadı. Sanki seni düşündükçe insanlaşıyorum, vücudumu saran garip bir esinti dolaşıyor bütün uzuvlarımda. Sana olan aşkımın yarattığı etki ile doğayı bütünüyle titretebilirim. İstersen bunu kanıtlayabilirim. Sana yemin ederim ki, bu dileğimi gerçekleştirmeme izin verdiğin taktirde başarısız olursam karşılığında seni tamamıyla rahat bırakacağıma da ben ant içiyorum o halde! Ama bana bu şansı bir kere olsun vermen gerek Mannelig. Bu aşka değer olduğumu kanıtlama izin ver, gel hemencecik evlenelim seninle!

Mannelig dehşete düşmüş bir şekilde bir iki adım geriledi bu sefer. Bu trol kafayı sıyırmış olmalıydı. Hangi türden bir insan evladı böyle bir teklifi kabul edebilirdi ki? Bu delilikten başka bir şey değildi. Yine de kibirden o kadar gözü dönmüş ve o kadar kendini beğenmiş biriydi ki, gururu okşanmadı da değildi yani.

– Sen neden bahsediyorsun böyle ormanların kaçkını? Aklını mı yitirdin yoksa? Oysa uzaktan bakılınca oldukça gelişkin ve kurnaz bir trol gibi duruyorsun doğrusu. Söyle bakalım, seni bu şehvete yönelten şey nedir? Neden bana olan aşkı yüzünden kahrolan binlerce körpecik kız varken, yakışıklılığım dillere destanken ve herkes bana baktığında iç geçiriyorken, deli gibi ortalıklarda dolanıp duran seni öylesine tercih edecekmişim ki? İnsanı bile andırdığın söylenemez, neler vadediyorsun de bakalım dağların kızı? Fakat şunu unutmayasın! Ozanlar bile vakti haliyle benim güzelliğimi anlatan eserler kaleme almıştır. Gönlümü öyle kolay kolay çelemezsin.

Trol, Mannelig’in sözleri karşısında kalbinin orta yerine zehre bulanmış bir ok atılmış gibi olduğu yerde donakaldı. O zehir yayıldı da yayıldı, bütün kanına karıştı sanki. Kendini daha önce hiç bu kadar aciz ve çaresiz hissetmemişti. Bu nedenle kendini kanıtlamalı, Mannelig’e eşdeğer bir dişi olarak onun yanında var olabileceğini ona hissettirmeliydi. O da sevilmeye değer bir eş olabilirdi.

– Doğrusunu söylemek gerekirse Mannelig, senin dışında kim bu sözleri bana sarf edecek olursa olsun, nasırlanmış bu pençelerle onu öyle bir deşerdim ki kanı yere düşmeden son nefesini vermiş olur ve ömür yumağı sonlanırdı. Ama sen. Ah Mannelig sen.. Senin sözlerin karşısında ben ürkek bir ceylandan farksızım. Korunmasız ve evrendeki bütün tehlikelere açık yabanıl bir bitki gibiyim. Ve sen ithamlarınla beni cehennemin en ücra köşesine tekrar tekrar gönderiyor, evrendeki bütün ışığı sömürerek dünyamı karartıyorsun sanki.

Daha sonra nefesi tıkanır gibi oldu ve homurdanır gibi sesler çıkararak yutkunduktan sonra konuşmasına devam etti. Hareketleri bıçkınlaşmıştı. Hırs iyicesine gözünü bürümüştü. Ne yapıp etmeli Mannelig’e sahip olmalıydı. Bozuk İsveççesiyle derdini anlatmaya koyuldu yine.

– Sen yeter ki iste Mannelig, sen iste ben evrendeki bütün nimetleri senin önüne sererim! Bak şu ormana, gözlerini aç ve iyice bak. Sana bu toprakları inletecek kadar hızlı koşan ve seninkini asla aratmayacak kadar atılgan bir at veririm! Bunun dışında. Dur bir dakika aklım bulanıyor bazen, sana direkt olarak bakmakta güçlük çekiyorum, bakışlarımı kaçırıyor olmamı bağışla lütfen Mannelig. Bunun dışında sana evler inşa ederim, bunu gerçekten yaparım! Bütün bu gördüğün koruluğu seninle birlikte yeniden şekillendiririz ilk başta ha, ne dersin? Dere yataklarına uzanırız beraber, daha önce hiç yudumlamadığın kadar baş döndürücü içecekler hazırlarım sana. Ve bütün bunların şerefini seninle tatmama izin verirsen, belki. Belki bir gün ben de büyüleyici bir insan kadına dönüşebilirim! Evet Mannelig, sözlerime güven lütfen. Bunun olacağına inancım sonsuz. Senin sevgin beni insana dönüştürebilir. Lütfen evlen benimle Mannelig, lütfen evlen! Sevginin doruklarını yaşamama izin ver, sana sahip olmama izin ver, lütfen evlen benimle, ne olursun!

paganizm öykü

Mannelig ısrardan hiç haz etmezdi. Bu nedenle bu sefer tepesi baya bir atmış olacak ki, kılıcını tehditkar bir tavırla trole doğru öyle bir savurdu ki, trol gerisingeri çekilmek isterken ayağı yıllanmış taşlara takıldı ve kendini ansızın yere kapaklanmış bir vaziyette buluverdi.

– Orada dur bakalım dağların kızı! Daha tam olarak bir insan gibi konuşmayı bile beceremiyorsun benimle. Sevgini nasıl kanıtlayacakmışsın ki? Senin bana vadettiklerin her ne kadar güzel ve büyüleyici gibi görünse de zaten benzerleri her gün karşıma sunuluyor. Senin sevgin ölümcül ve zehirli. Bir lanetten farksız! Seni kimselerin gerçek anlamda sevebileceğine inanmıyorum doğrusu. Benim gibi onurlu bir şövalyeyi bile kısa bir sürede hayattan bezdirdin. Hem sana bir şey söyleyeyim, bak bu dediklerime iyice kulak versen iyi edersin. Bir gün bütün bu dediklerin gerçekleşecek olsa bile senin gibi imansız ve kötürüm biriyle olmaktansa kellemi kendi çıplak ellerimle keserim daha iyi! Sen Hıristiyan bile değilsin! Azizlerin ağıtları ve kilisenin çanları senin için bağrınsın dağların kızı! Selam olsun Doğa Ana’ya fakat bu beni son görüşündü. Bir daha adımı bile anmayasın sakın. Şerefim üzerine yemin ederim ki çok daha kötü sonuçlar ile karşı karşıya kalırsın!

Mannelig son sözlerinin üzerine kılıcını son bir kez savurduktan sonra pelerinini uçuşturarak Glasyonu’n üstüne atıldı ve ormanın gölgelerine doğru hızla onu mahmuzladı. Saniyeler içerisinde karanlıklar onu yuttu ve yok oldu. Trolün kendini tekrardan ifade etmesine bile şans tanımamıştı.

Trol kızının yüreği öyle buruklaşmıştı ki bir an ölümün kokusu burnuna vurmuş gibi hissetti. Eli ayağı buz kesmişti. Sanki kanı çekiliyordu. Yüzlerce yamyam, leşinin üstüne çökmüşte bütün kanını emiyor gibiydiler. Fiziksel acı eşiğine kıyasla tarifi olmayan derin bir üzüntü içerisindeydi şimdi. Haykırmak, içindeki bütün nefreti kusarak yakıp yıkmak istiyordu önüne çıkan her şeyi. Belki de hayat ona bu bedeni, etrafı tarumar etmesi için bahşetmişti.

Gel gelelim, Mannelig bir bilseydi, ah bir bilseydi ki sadece bu teklife evet dese bile trol kızı onun için gözü kapalı bir şekilde Hıristiyan olur ve kendini vaftiz töreninin ortasına atardı.

Yumruk yaptığı avuçlarının arasında biriken toprak ve ezilerek kokuşan ebegümecileri sıkarak etrafa saçtı ve bir hışımla kalktıktan sonra koşturmaya başladı.

Dağlar, ovalar, çeşitli bitkiler tarafından kuşatılmış, yontulmaya tenezzül edilmemiş çentik çentik taşlar.

Sanki hepsi üzerine üzerine geliyordu.

Aşkı asla tadamayacaktı. Böylesine kutsal bir olgu onun için artık bir düş bile olamazdı çünkü az evvel hayal kurma yetisini sonsuza kadar yitirdiğini biliyordu. Sevilmenin değerine bir kez olsun erişemeyecekti. Bütün gururunu ayaklar altına alarak bir daha gün yüzüne çıkmamak üzere mağarasına kaçtı dağların kızı.

Karanlığın içerisinde inzivaya çekildi, ömrü boyunca dışarı adım atmayacağına yemin etti.

Bu esnada göz yaşları bir sırım gibi sertleşmiş yüz derisini aşındırıyor, hıçkırıkları rutubetli mağaranın oyuklarında yankılanıyordu dalga dalga.

Bunu gören doğa ana kullarını tembihlemek üzere yine iş başına geçti. Koruluğu canlandıran, ona renk veren bütün canlılar trol kızını hayata geri döndürebilmek için mağarasının girişinde toplanarak, her gün güneş doğmadan önce onun için bir ağıt yakmaya başladılar.

Ve doğa ana yükümlülüğünü yerine getirdi. Evrenin notaları son olarak şu sözcüklerle birleşti.

Şafaktaydı, güneşin yükselmesinden önce,

Ve kuşlar şarkılarını söylüyorlardı,

Bir trol kadını kaba ve aldatıcı bir sesle,

Teklif etti bir şövalyeye.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?

Sana on iki şahane binek atı vereceğim,

Gölgeli bir koruda otlayan.

Ne sırtlarına semer vurulmuş,

Ne de ağızlarına gem.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?

On iki değirmen vereceğim sana,

Tillö ve Ternö arasında.

Taşları en kırmızı bakırdan yapılmış,

Ve çarkları gümüşle doldurulmuş.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?

Bir kılıç vereceğim sana,

Halkaları on beş altın yüzükten.

Ve benim istediğim gibi savaşacaksın,

Savaş meydanında fatih olacaksın.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?

Çok yeni bir gömlek vereceğim sana,

Giyebileceklerinin en iyisi, en parlağı.

Dikilmemiş iğne veya tahtayla,

En beyaz ipekten tığ işi.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?

Eğer Hıristiyan bir kadın olsaydın,

Hediyelerini memnuniyetle kabul ederdim.

Ama biliyorum ki sen en kötü dağ trolüsün,

Necken ile şeytanın tohumusun.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?

Dağ trolü kapıdan dışarı koştu,

Titriyor ve inliyordu.

Yakışıklı şövalyeye sahip olsaydım

Azabım sona erecekti.

Herr Mannelig Herr Mannelig, benimle evlenir misin?

Sana vereceğim tüm şeyler için.

Eğer istiyorsan sadece evet veya hayır de,

Yapacak mısın yoksa yapmayacak mısın?


Şarkı: Offdrykkja – Herr Mannelig.
Not: Bu öykü bir İsveç efsanesinden ilham alıyor.

Oğuzhan Karacaoğlan

Yeraltı edebiyatı alanında ustalaşmak isteyen bir yazar adayıyım. Aynı zamanda konsept sanatla ve karakter tasarımı ile ilgileniyorum. Spiritüel bir kişiliğim ve kurgularımı yazarken bundan fazlasıyla yararlanıyorum. Akdeniz Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenimime devam etmekteyim. Tek amacım bir gün özellikle kendi kitlesine karşı saygın, yaratıcı ve üretken bir yazar olabilmek.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *