Yeterince gelişmiş bir teknoloji büyüden ayırt edilemez.
Arthur C. Clarke
***
Ayaklarının altında kanlar içinde yatan insanın yüzünde kaybetmişliği gördü. Yaralı, hasarlı, güçsüz ve yitik son insandı. Kendisi gibi değildi, çaresizdi. Bunun yanında son insanın ölümü kendi ellerinden, yani insanlığın gelişimini en başından beri izleyen sessiz seyirciden olması damağında tuhaf bir his yaratıyordu. Etrafındaki sayısız ölü beden onu rahatsız etmiyordu ama karşısındakinin ölümü onu derinden etkilerdi. Yapmak istemiyordu.
Güç bela nefes almaya devam eden kadının her yanı kesikler ile doluydu. Seyirci yoktu, yuhalayan veya yücelten de yoktu. İkisinin tek şahidi bulutlardı. Mavi gökyüzünün sağlıklı ak bulutları. Hem karşısındaki ölmek üzere olan insan hem de kendisi özgür ve mavi göğü seviyorlardı.
Son insanın katili olmak üzere olan kişi düşündü. Bundan yirmi ışık yılı önce güneşi göremediğini hatırladı. Sonrasında tüm umudunu yitirdiğinde aklında çakan fikri evirip çevirdiğini anımsıyordu. Yıldızların olmadığını ve uzayın karanlığını duyumsayamadığını. Ardından gelen milyarlarca insanı anımsadı, her gün bir başka telaş ve koşuşturma içinde zaten kısa olan hayatlarını heba ettiklerini gülümseyerek düşündü. Esasında hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmekteydi.
Karşısındaki zavallı kadının böyle bir derdi yoktu. Ölmemeye çalışmaktan çok yorgun düşmüş olmalıydı. Veya onun durumunda tam tersiydi, emin değildi gerçekten. Yirmi ışık yılı önce oluşan kozmik Güneş atımı, ilk ana gezegende insanlığın yüzde doksanını, sadece altı dakika içerisinde, toz ve küle dönüştürdü. Zaten her şey böyle başladı.
Geriye kalanlar insanların binlerce yıllık sosyal gelişimi ve kültür birikimi sırasında gölgelerde gizlenmiş mutasyona uğramış insanlardı. Genetik açıdan zaten bozunuma uğraşmışlardı ve yüksek radyoaktiviteye karşı doğal bir bağışıklıkları vardı. Ancak Güneş artık bildikleri eski tatlı yıldız değildi ve zamanları dardı.
Büyük olasılıkla pek çoğu bu durumu kendileri de bilmiyorlardı. Ancak bilenler yeryüzünün yeni hâkimi oldular. Teknoloji yok olmadı, yok oluş ön görüldüğünün aksine dirilişe dönüştü. Bu, on beş ışık yılı önce gerçekleşti. İnsanlar artık etten, kemikten ve kandan bedenlere gerek duymuyorlardı.
Tek kurtuluşun var oluşlarını simgeleyen tüm anıları, tecrübeleri ve ne kadar gereksiz görünürlerse görünsünler kişiye ait her tür ufak bilginin elektronik kuantum belleklerine yüklenmesi olduğu düşünüldü. İnsanlar beyinlerinden vazgeçtiler ve çeliğin soğuğunu yürek atımına yeğlediler.
İnsan olmak yeniden tanımlanmalıydı belki ama tüm edebiyatçılar, sosyal düşünürler ve felsefe bilimciler çoktan güneşin gazabında yok olmuşlardı. Belki de artık düşünmeyi bırakarak sonuçları ne olursa olsun eylemlerde bulunmaktı insanlığı şişe kapağından geçirerek özgürlüğe kavuşturan.
Dünya artık karbon ve hidrojen temelli olmayan bedenleri ile yeni insanlığa sadece bir zindan olabilirdi. Tüm zaman onlarındı, ölüm gelmiyordu, tüm düşünceler anlıktı. Bu durum kadim, biri güçsüz ve öteki kudretli, iki insani değerin en öne çıkmalarına ve değişmelerine sebebiyet verdi. İlki ve zayıf düşen bencillik oldu. İnsanlar hayatları için korkmak zorunda kalmadıklarında ve diğerleri kelimenin tam anlamı ile gerek düşünsel gerekse fizik sel açıdan oların dengi haline geldiklerinde tüm bencilliklerini geride bıraktılar.
İkincisi ise inanç oldu. İnsanların daha ileriye gitmelerini sağlayan tek şey artık tanrıya değil sadece kendi benliklerine inanmaktı. Hayatta kalmanın hayvani içgüdüsü onları en uç noktalara ulaştırdı. Sinirlerini kablolar ve hücrelerini nanobotlar ile değiştirdiler. İnsanlığın dünyasına ölüm olmadığında, tanrıyı bir kenara bırakmadılar ama unutulması uzun sürmedi. Evrim bunu gerektirdi.
Sonunda on ışık yılı önce, insanlık dünyayı terk etti. Geriye kalanlar oldu ama biricik yıldızları onları uzun süre korumadı ve kendi mezarlarını Güneş sistemini yutan bir süper nova ile hazırlamış oldular.
On ışık yılı boyunca kendilerine halen insan demeyi uygun gören tamamen çeşitli metaller ve kompozit alaşımlardan başka hiçbir malzemeden oluşmayan ruh kutuları, evrenin dört bir yanına dağıldılar. Pek çoğu ruhun ne olduğu bilgisini bile artık tozlu bilgi bankalarından geri çağırmıyorlardı.
Her biri kendi özgür iradesi ile kararlar aldı. Bir kısmı insanlığın daha çok şey öğrenmesini destekliyordu ve yaşam içersin ya da içermesin tüm gezegenleri incelemeye kararlıydılar. Bir kısmı aynı kendileri gibi başka makineleri üretebilecekleri hammaddeler içeren veya belki kendi bedenlerini daha gelişmiş bir başka model ile değiştirebilecekleri gezegenlerin arayışına girdiler.
Ancak toplam yüz doksan bin altmış altı makine-insan’dan sadece tek biri nefes almanın özlemini çekti. Mavi ve yeşilin o tanıdık dokularına sahip bir gezegen görmenin mutluluğunu tarif edemezdi. Gözyaşlarının, boğazındaki o duruma özgün düğümlenmenin ve aynı hissi paylaştığın sıcak bir dokunuşun özlemi zihnini ateşten bir mızrak gibi dağladı.
İnsanlığı yeniden karbon ve hidrojeni baz alarak sıfırdan tasarlamaya karar veren bu makinenin adı Negnin-793 olarak bilinir. Negnin diğerleri ile olan bağlantısını tamamen kapattı ve öncesinde ön görülememiş bir kara delik raporunu uzayın derinliklerine saldı. Tüm izini kaybettirmeyi amaçlıyordu. Yapmaya karar verdiği şey diğerlerince öğrenilirse hor görüleceğini biliyordu.
Negnin nereden başlayacağını bilmiyordu ve kendisine akılsız robot kölelerden bir müfreze oluşturarak başladı her şeye. Yeni geldiği dünyanın kaynakları ana gezegeninkinden çok daha fazlaydı. Gezegene kendisince Eden adını vermeyi uygun gördü. Kadim Hubble fotoğraflarında bu gezegene ait hiçbir numaralandırma yoktu.
Negnin’in ilk deneylerine steril ve dış ortamdan tamamen yalıtılmış organik tasarıma olanak veren bir laboratuarda başladı. Eden de hali hazırda bulunan basit ve gelişimini tamamlamamış canlıları incelemeye öncelik verdi. Bu sırada makinelerden oluşan bir ordu önlerine gelen her şeyi katalogluyor ve kullanıma hazır hale getirerek laboratuara taşıyorlardı. Negnin bu işlemin doğal hayata olan negatif etkisini olabildiğince azaltan önlemler aldı. Dendiği gibi, makine-insanlar bencil değillerdi.
Negnin ihtiyaç duyduğu yüksek enerjiyi yüzyıllar içinde yavaşça inşa edebildiği tek bir plazma reaktöründen elde etti. İlk Güneş’in onlara yıkıcı yüzünü göstermesinin tek pozitif etkisi onu anlamalarını ve gücünü kullanmayı öğrenmelerini sağlaması olmuştu.
Negnin arşivde karıştırdığı sayısız eserin arasında daha önce gözünden kaçmış olduğunu fark ettiği bir tane seçti. Bir yüzü olsa gülümserdi çünkü kitaba göre yapmaya çalıştığı şey tanrının rolüne soyunmaktı. İlgili eserleri dakikalar içinde geri taradı ve bu onu yapmakta olduğu şeyi tekrar düşünmeye itti. Negnin ölümden korkmuyordu ama yaptığının iyi veya kötü mü olarak değerlendirilmesi gerektiğine karar vermekte güçlük çekiyordu.
İstediği şeyi yerine getirmekte herhangi bir engel olmadığına emindi. Ancak ya sıfırdan bir bedene kavuşturduğu ilk insan çalıştırdığı makineler gibi ruhsuz ve düşüncesiz doğarsa? Ruhun ağırlığını hesaplarına katmalı mıydı? Yirmi bir gram tanımsız bir ağırlık tüm eşitliğin bozulmasına sebep olabilirdi. Ayrıca yaptığı insan ertesi gün jöle gibi dağılırsa kendisini kötü hissedeceğini biliyordu.
Bu yüzden ilk ciddi denemelerini insanlar için yapmadı. Arşivden insan metabolizmasına en çok benzeyen ve evrim sürecinde ortak ağaçlardan gelmiş türlerin geri yaratılması adına gerekli tüm bilgileri çağırdı ve işe koyuldu.
Negnin halen yarattığı ilk şempanzeyi dün gibi hatırlardı. Bozuktu, sorunlu ve yaşam süresi kısaydı. Tüm bunların yanında, her şeye rağmen, yaşıyordu. Çözümün canlıyı erişkin beden halinde küvezde oluşturmak yerine aynı bir ana rahmi gibi embriyodan başlatmak ile çözülebileceğini ön gördü ve haklı çıktı. Göbek deliksiz altı nesil ve kırk altı şempanze üretti. Sonunda mükemmelliğe ulaştığında elde ettiği deney bilgilerine dayanarak tüm komplikasyonları inceledi ve hatalarını irdeledi.
Mümkün olan en az hata ile ilk insanını yaratmaya başlaması çok sürmedi. Sekiz aylık sentetik ana rahmi içindeyken tüm kalp atış ritmi, tansiyonu, kan şeker oranı, hücre bölünmesi ve hücre sayımı sağlıklı bir organik insanı işaret ediyorlardı. Negnin’in göbek deliksiz şempanzeleri ile onu saatlerce hiçbir şey yapmadan izlediği oldu.
Tüm bu süre boyunca Negnin’i rahatsız eden tek bir unsur kalmıştı. Şempanzeleri her ne kadar özgür davranış sergilerlerse ve kendileri gibi davranırlarsa davransınlar laboratuardan dışarıya çıktıklarında ve Eden’in havasını soluduklarına on beş ile on altı gün arası kesinlikle ölüyorlardı. Her şeyi araştırmıştı ve pratikte içerideki hava ile dışarıdaki aynıydı.
Şempanzelere doğuma henüz bir ay varken vakumlu elbiseler giydirerek ve özenle deneyler yaptı. Ne yabancı çift yıldızın ışığı, ne yer çekimi, ne atmosfer basıncı ne de havadaki oksijen ile diğer gazların oranı bu gibi bir ölüme sebep vermemeliydi. Peki, ters giden neydi? Şempanzelerin tümü beyinlerine yeterince oksijen gitmediği için ölmüşlerdi ancak herhangi bir darp izi veya akciğer problemi gözlenmiyordu. Deneyler boyunca deneklerin üzerinden lenslerini ayırmadı. Yapay DNA zincirlerinde yaptığı katrilyonda birlik bir kodlama hatası bile sadece kapalı ortamdan dış ortama geçtiği için bu canlıların ölümüne sebep oluyor olabilirdi.
İnsanını düzeltmek için vakti yoktu, ne kadar üzgün olursa olsun onun dışarıya çıkmasına uzun süre izin veremezdi. Çok uzun zaman boyunca koca evrende tek bir insan dahi ölmemişti ve ilkinin kendi elinden olmasına vicdanı dayanamazdı.
İlk ziyaretçisi bebeğin doğumunun olduğu gece geldi. Sonraki uzun dönemlerde yüz binlercesi gelecekti. Negnin bebeğin kendisini en az rahatsız hissetmesini sağlamak adına kendisine bir dişi insan avatarı oluşturdu. Yine vidalardan, plakalardan ve kablolardan oluşmasına rağmen organik insanı kucağına aldığında bir şey duyumsadığına yemin edebilirdi. Neydi peki bu? Kendi metal parmağını sıkan yumuşak etin kavrayışını gördüğünde her şeye değdiğini düşündü. “Adını Eve koyuyorum, umarım bir itirazın olmaz?” dedi mutlulukla. Sesi bir mikrofondan çıkmıştı ve her ne kadar mekanik bir tını taşımasa bile söylediği şeyin yapay duracağını düşünmüştü. Oysa ona o kadar gerçek ve organik geldi ki laboratuarın açılan kapısını işaret eden lens yanıp söndüğünde bile bu kadar şaşırmadı.
Eve’i küvezine geri koydu ve ziyaretçisini karşılamak üzere kapıya yöneldi. Laboratuar son bir ayda açık ortamları andırması adına tarafınca özenle düzenlenmişti ve giriş lobisi kesinlikle aydınlık, havadar, gündüz vakti bulutlu bir yeşil çayırı andırıyordu. Duvarlar dikkatli bakılmadıkça fark edilmiyorlardı.
“Dışarısı karanlık ama sen gündüzü çağırıyorsun, bedenin metal ama sen bunlar ile yaşıyorsun?” dedi ziyaretçi kapı önünde dikilerek ve Negnin’in arkasına sığınan korkmuş şempanzeleri göstererek. “Hoş geldin Ogoksehcevoleh- 487, seni beklemiyordum. Bilseydim daha misafirperver bir karşılama hazırlardım emin ol.” Dedi iğnelercesine. Ziyaretçi yaklaşık dört metre boyunda tamamen çelik ve Negnin’in hatırladığı kadarı ile eski kadim dünyanın Mısır adlı ülkesinin çakal tanrısını andıran hatları ile bir makineydi. Negnin onu neden bir insan olarak göremediğini bilmiyordu ancak bu şekilde düşünmekten rahatsız oldu. “Artık adım Ogok, bana bu şekilde seslenebilirsin.” Dedi geniş lobiyi gezerek. Genelde şempanzelerin oynadığı ufak tefek şeyler ve yemek artıkları ile doluydu her yan. Dışarıdan getirtilmiş birkaç ağaç da vardı. Ogok Ağaçlardan birinin yanına oturdu ve yaslandı. Ağaç durumdan hoşnut olmadığını belirtircesine hafifçe çıtırdadı. “Seninle konuşacaklarım var, çok önemli. Umarım vaktin vardır?” dedi Ogok.
Bu sırada Negnin bebeğin yanındaki alıcıdan onun ağladığına dair bir sinyal aldı. Ogok da bu sinyali yakalamış olacak ki o anda ayağa kalktı ve sorgularcasına Negnin’e baktı. “Sakın bana… Yapmış olamazsın?” dedi çelikten çakal-insan. Negnin ona kendisini takip etmesini işaret etti ve laboratuarın derinliklerine ilerlediler. Bu sırada ikisi de konuşmadı.
Bebeğin yanına geldiklerinde Negnin ondan görünmez moda geçmesini rica etti çünkü Eve’i korkutabilirdi. Ogok durumu onaylamaz biçimde kabul etti. Ogok, kadın robotun bebeği sentetik göğsünden Eden de yetişen bir laktatif ottan elde ettiği sentetik süt ile besleyişini izledi. Ogok anlamıyordu. Sonunda bebek tekrar uyuduğunda ikisi daha geniş olan yan odaya geçtiler ve oturup konuşmaya başladılar. Negnin Eve’i bırakamıyordu çünkü bebek parmağını bırakmayı reddediyordu.
Ogok, “Bunu neden yaptın?” dedi yargılarcasına. Negnin kendisini savunma gereği gördü çünkü eğer haksız olduğuna karar verirse Ogok’un organik insanı infaz edebileceğini düşünüyordu. Çok uzun zaman boyunca makine-insan toplumundan kendisini soyutlamış durumdaydı. Onların Negnin hakkında bilmediği kadar kendisi de onlar hakkında olup bitenlerden habersizdi. En mantıklı taktik bilgi açığını kapatmak olacaktı. Ogok’un iş birliği yapmaya yanaşmaması ihtimali için atmosfere gerekli hackleme işlemini yapacak nanobotlarından salmıştı bile.
“Çünkü yapabiliyordum. Bana engel olan hiçbir şey yoktu ve sonuçlarını görmek istedim. Hepimiz öyle yapmadık mı? Bundan sonra olacakları görmek için sonsuzluğa açılmadık mı?” Dedi gayet ciddiyetle. Ogok sıkıntılı görünüyordu, çelikten çakal kafasının büründüğü yüz ifadelerinin yelpazesi Negnin’i şaşırtıyordu çünkü makine dünyasına buna gerek olmamalıydı. “Yokluğunda iki federasyon kuruldu. Biri halen süre gelen savaşta kaybetmek üzere.” Dedi. Negnin neye uğradığını şaşırdı. Neden savaşıyorlardı? İnsanlar evrene açıldıktan sonra bile güce olan zaaflarını sürdürebilmiş miydi?
“Yanlış anlama, savaşanlar insanlar değiller. Aynı onun gibi (Eve’i kafası ile işaret etti), ancak bu kadar saf değiller, canlılar yaratıldı. Savaşanlar bu yaratılmış organik oyuncaklar. En büyük evrimin savaşarak sağlandığında hem fikir olundu. Yüz binden fazla olumlu oy alındı ve kurgusal iki federe galaktik örgüt oluşturuldu. Kulağa basit geliyor olabilir ancak binlerce yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Senin kayıp kara delik raporundan hemen sonra girişildi bu sürece. Ne kadar ölümsüz olursak olalım sonunda yok oluşun kaçınılmazlığı fark edildi. Buraya sıra dışı bir sinyal üzerine geldim. Halen inanmakta güçlük çekiyorum, çift yıldızın salınım şekli ve hızı tüm radyo frekanslarını engelleyecek biçimde. Yakında olmasaydım fark etmem imkânsızdı. Burası tam bir görünmez ve yaşam dolu kaleymiş.” Dedi huşu içinde.
“Ben sentetik canlıların bizim evrimimiz için savaşmalarını desteklemiyorum. Zavallı yaratıklar, bunu hak edecek hiçbir şey yapmadılar ve en kötüsü ne biliyor musun? Özgür olduklarını sanıyorlar.” dedi üzgün bir tavırla. Tüm konuşma boyunca Eve’e baktı. “Onu neden yarattın Negnin? Bir zırh giydirip bu gezegenin dört bir yanına mı salacaksın sen de?” dedi ardından hızla değişen yüz hatlarıyla ve bariz bir öfkeyle.
Negnin gülümsedi, kendisi farkında değildi ama bir anne gibi görünüyordu. Gülümsemesi Ogok’un müthiş yüz kası imitasyonunun aksine çok yapay ve derme çatma bir avatarındı ama her nasılsa Ogok’a gerçek gibi geldi. “Ona baktığımda atan bir kalbimin olduğu günleri ne kadar özlediğimi anımsıyorum Ogok. Kendim gibi birine sarılmayı, ağlamayı ve kahkahalar ile gülmeyi istiyorum. Kalbinin kırılmasının, hırsla çalışmayı ve alın terin ile mideni doyurmayı unutalı ne kadar uzun yıllar geçti düşünsene. Belleğinden geri çağır onları ve hayal et. Onun gibi olmayı” dedi Eve’i yavaşça sallarken.
Ogok, “Eğer ki onun insanlığı ile bir nebze olsun oynamamışsan, özgür iradesine dokunmamışsan ve erişkin hale geldiğinde ona bir tasma geçirmeyi düşünmüyorsan, buna rağmen o bir insan. Biliyorsun değil mi?” dedi. Negnin başını evet şeklinde salladı. Biliyordu, ne kadar masum görünürse görünsün, belki ilk nesilde değil ama sonra, bir gün, kan dökülecekti “Zamanı geldiğinde gereğini yapacağım Ogok.” dedi. Bir süre sessizce oturdular ve Negnin sessizliği bozdu, “Onu ölümsüz tasarladım” dedi hınzırca. “Hücre yapısı bozulmayacak ve gençliğinin doruğunda yaşlanması duracak. Sence beni kötü bir ebeveyn mi yapar bu seçimim?” dedi. Ogok şaşkındı. “Neden böyle bir şey yaptın?”
***
Binlerce yıl sonra Negnin halen cevabı bilmiyordu. Ayaklarının altında yirmisinden bir yaş daha fazla göstermeyen ilk kızına bakıyordu. “Sahi neden böyle bir şey yaptım Eve? Bu kadar acıya katlanamayacağını bilmeliydim. Çünkü ne de olsa, ben de bir insanım. Neden ölmene izin vermedim?” dedi.
Eve doğrudan yaratıcısının gözlerine bakıyordu, “Sen yanlış bir şey yapmadın anne, sorun bizlerdik. Yaptığın şey için seni affediyorum.” Dedi gözyaşları içinde. Negnin de onunla birlikte ağlayabiliyor olmaktan memnundu, son savaştan önce tüm zihnini beyin ölümü yaşamış bir numuneye aktarmıştı. Eve ona anne dediğinde aynı uzun zaman önce Ogok’a gülümsediği gibi gülümsedi. Artık hayattan başka ne isteyebilirdi ki? Anladı ki ölümden korkmamak için ölümsüz olmak gerekmiyordu, sadece yaşamış olmak yeterliydi. Elindeki bombanın pimini de çekerek Eden üzerinde geriye kalan son iki hayat formuna da son verdi.
Bu ay kötü annelerin hüküm sürdüğü hikayelerin ay sanırım 🙂 Gerçi Negnin’e “kötü” sıfatını yapıştırmak ne kadar doğru, orası tartışılır. Sonuçta muhatap olduğu kişi insanoğlu… Bize bu güzel hikayeyi okuma fırsatı sunduğun için teşekkürler.
Çok profesyonelce yazılmış bir öykü. Bu alternatif yaratılış öykülerini hep sevmişimdir.