Öykü

Griffinlerin Zamanı

Bölüm 1

01.12.2010 Saat : 19.00

Gökyüzünün rengi pembeye çalıyordu. Güneş biraz önce batmıştı ama güneşten gelen sarı, turuncu renkleri, gökyüzünün puslu mavisiyle karıştığında bu hali alıyordu manzara. Mevsimlerden sonbahardı ama etrafta birkaç iğne yapraklı ağaçtan ve çimlerden başka yeşillik yoktu. Sonbahar’ın sararmış yapraklarından oluşan ve insanın içini ısıtan o renk cümbüşünü burada görmek imkânsızdı. Yine de puslu, bulutlu gökyüzünü ve denizin soğuk mavisini ısıtan güneşin son ışıkları insana mutluluk veriyordu. İnsanlar sahil boyunca oturmuş, manzaranın keyfini çıkarıyordu.

Elleri cebinde sakince ilerleyen gözlüklü, kır saçlı ihtiyarın düşünceli ve ağır aksak yürüyüşünü karşıdan gelen; okuldan çıkmış, korkusunu elinde arkasına saklanarak taşıdığı kitaba hapsetmiş genç kadın ve ellerini birbirinin omzuna atmış sohbet ederek geçen iki eski dost karşılıyordu.

Arkadan gelen uğultu, taze tuttuğu balıkları tavada pişirip; balık ekmek satan adama aitti. Bir ambulans sesi eklendi bu sese ve ardından sahili paralel olarak geçen vapurun motor gürültüsünün uzaktan gelen hoşluğu da katıldı senfoniye. Kıyıdan geçen insanların konuşmaları, sahil yolundan geçen arabalar, seyyar satıcılar, giderek kararan havadan dolayı yanan ışıkların yaydığı elektrik enerjisinin duyulmayan sesi. Birkaç kişinin toprak koşu yolunda yürürken çıkardıkları hışırtılı ayak sesleri, balıkçıya “Ratgele!” diyen adam, denizin dalgalanması ve rüzgarın sesi de.

Giderek kararan havada pembeye çalan gökyüzü sanki Akın’ın içini ısıtmak istercesine daha da kızarmıştı. Şehrin ahenkli senfonisini bozan kişi; Akın’a sakin ve sessiz bir biçimde yaklaşan satıcıydı. İstanbul’dan geldiğini söyleyen satıcı, yaklaşırken bir nazar boncuğu ve Akın’ın arabasına yapıştırabileceğini söylediği Türk bayrağı logolu küçük bir sticker hediye etmiş ve ardından “Hangi takımlısınız?” diye sormuştu. “Bir saniye, bakalım var mıymış Beşiktaş tespihi?” diyerek elini çantasına daldırdığında, Akın:“Bu kadar hediyeyi kabul edemem.” demişti. “Para; destek amaçlı olarak hapishanede yatan bir arkadaşıma gidecek, zaten bunları da o üretiyor. Gönlünüzden ne geçiyorsa verebilirsiniz.” diyerek Akın’ı etkilemeye çalışmıştı satıcı ve gerçekten çok kibardı. Üzerinde çok parası olmayan Akın, utanarak adama birkaç bozukluk uzattı “Gönlümden kopan bundan çok daha fazlası ama…” diyerek.

Büyük bir patlama sesiyle birden irkilen Akın; oturduğu yerden fırladığında uykulu gözlerini ovalayıp etrafını kestikten sonra, boynunda olması gereken postacı tipi küçük boy çantasını aradı. Üzerinde değildi. Oturduğu bank’a dönüp bakındı ama çantası yoktu. Bu arada patlama sesine benzer bu ses de neyin nesiydi, etrafta bir şey gözükmüyordu. Biraz önceki manzara gerçekti, hala ordaydı ama ne zaman uykuya dalmıştı, anlam veremedi. Üstelik çantası da çalınmıştı, oysa çantada eski bir dostunun ona hediye ettiği onun için çok değerli ama alan hırsız için hiçbir anlamı olmayan kitabı ve içinde 20TL. olan cüzdanından başka hiçbir şeyi yoktu. 20 TL. için değer miydi? Tabi; hırsız nerden bilebilirdi ki, bu kadar şık, temiz giyimli bir adamın çantasında 20 TL’den başka para olmadığını.

“Kahretsin!” dedi Akın. “Umarım, gizli bölmeyi fark etmezler.” İlk anda kadim dostunun hediye ettiği kitabı düşünmüştü ama şimdi aklına gelen, cüzdanın gizli bölmesindeki belgelerden başkası değildi. Belgelerin de reel anlamda parasal bir karşılığı yoktu aslında ama, kendisiyle ilgili bazı bilgileri içeriyordu ve bu Akın’ın hiç ama hiç hoşuna gitmemişti.

Bölüm 2

25.11.2010 Saat : 01.00

Dilek internet’e girdiğinde, ona attığı keylogger sayesinde Akın’a uyarı gelmişti. Msn’ini çevrimdışı olarak açmakla Akın’dan kaçabileceğini zannediyorsa yanılıyordu. Akın, son zamanlarda, Dilek’in tüm sırlarını öğrenmeye adamıştı kendisini. Attığı her adım, yazdığı her kelime ona mail olarak geliyordu. Bilgisayarının, msn’inin, maillerinin ve hatta banka şifrelerinin bile ne olduğunu biliyordu.

Ondan gizli maillerini okuyup, tekrar okunmamış olarak gözükmesi için gerekli ayarlarını da yaptıktan sonra maili kapatıyordu. Onun her adımını o kadar iyi biliyordu ki maillerini saat kaçta açıp kontrol edebileceğini, günün hangi saatini hangi işine ayırdığını ve hatta tuvalete bile hangi zamanlarda gittiğini biliyordu. Onu son 3 aydır sabırla takip ettiğinden günlük rutinini çözmüştü. Bu da aynı hack’lerken kullanılan bir teknik gibiydi. Takip etmek ama sabırla, yılmadan ve verileri toplayarak, emin olana kadar.

Dilek, bir iletişim firmasının call-center bölümünde çalışıyordu. O da teknolojilerden haberdardı ancak bir hacker’la baş edebilecek kadar değil tabii ki. Akşamları iş çıkışı bazen iş arkadaşlarıyla bazense önceki işyerlerinden ya da mahalleden arkadaşlarıyla bar’a gitmekten ve birkaç şişe bira devirmekten hoşlanırdı. İşyerinde yasak da olsa birilerinden öğrendiği taktikleri kullanarak, msn’ye girmeyi, uzun zamandır görüşemediği arkadaşlarıyla ya da uzaktaki erkek kardeşiyle msn’den yazışmayı severdi. Bir de sinema düşkünüydü, haftada bir de olsa sinemaya mutlaka giderdi. Okuduğu kitaplar da hep film uyarlaması olan kitaplardı. Etrafında olanlardan habersiz, çok iyi niyetli biriydi. Bazen kendi çıkarları için birilerini kötüleyip, dedikodularını yapıp, üste çıkmaya çalışsa da bunu yüzüne gözüne bulaştırıyordu. Akın onun bu sevimli beceriksizliğini çok seviyordu. Ayrıca elleri çok şefkatliydi Dilek’in. Aynı zamanda da çok iyi yemek yapardı, şefkatli elleri bu işe de çok yatkındı.

Akın’a gelen son mailde saat 01:30’u gösteriyordu. Tam da bu esnada Dilek’in abisi, ondan yarınki akşam yemeği için çok sevdiği içli köfteyi yapmasını istemiş, Dilek’ten de fırçayı yemişti. “Gecenin bu saati bile yemeği mi düşünüyorsun, ağabeycim?” demişti kızarak. Akın içinden kıs kıs gülerek, “Ben, bu kadar zorunu istemiyordum, Ferhat ağabeycim bastır!” diyordu. Akın gülerken birden duraksadı ve somurtmaya başladı. Çünkü diğer mail geçmişti eline ve bu mail ne yazık ki Dilek’in sevgilisine yazdığı sevgi sözcükleriyle doluydu. Kıskançlığını gizleyemeyen Akın; klavyedeki gerekli tuşlara basıp görev yöneticisini açmış ve bilgisayara kapat kısmındaki kapat butonuna klavyedeki “Ctrl” tuşu ile birlikte basarak toplamda 1-2 saniyeyi geçmeyecek bir hızda bilgisayarını kapatmıştı. Bu Microsoft’un da önerdiği bilgisayara zarar vermeden en hızlı kapatma yöntemiydi. Akın bilgisayara zarar vermeden kapatmıştı evet ama kendisine zarar vermekle meşguldü. Yumruğunu masaya, kafasını birkaç kez duvara vurup, ardından askerliğini yaptığı Irak’tan getirdiği keskin bıçağı bacağına saplamıştı. Ölümcül bir yara almamıştı aslında ama belli ki kalbi, çok derin yara almıştı.

Bölüm 3

01.12.2010 Saat : 20.10

Akın; yıllardır aradığı işi sonunda bulmuştu. Tam da kendisine göreydi, zevkle yapıyordu işini ve üstüne para da kazanıyordu. Bu işteki beşinci ayıydı. İşinden çok memnundu ama geçmişte yaptığı bazı hatalar vardı. Bunları kimsenin bilmesini istemezdi, bu nedenle ne evde, ne iş yerinde, ne de başka bir yerde bırakmazdı geçmişini açığa çıkaracak küçük kağıdı. Hep üstünde taşırdı ve bunun en kolay yolu da cüzdanında taşımaktı. Cüzdanını da işte bu nedenle arka cebinde değil, gözünün önünde olması için boynunda taşıdığı çantasında saklardı.

Takıntılı biriydi Akın, çok dikkatliydi, ancak bu dikkati bazen küçük kazalara da sebebiyet verebiliyordu. Çünkü dikkatini bir noktaya odakladı mı, etrafındaki başka şeyleri göremiyordu bazen.

Bir sürü alışamadığı iş değişikliğinden sonra, sonunda kendini bu işe adamıştı. Aldığı eğitimler sayesinde çok iyi bir bilgisayarcı olmuştu, hatta hack’lediği birkaç site yüzünden polis tarafından yakalandıktan sonra, devlet’ten teklif almış, polis kadrosunun bilişim hizmetleri departmanında göreve başlamıştı. Ama bu yakın geçmişte yaptıklarını gizlemiyordu. Acaba yakalandığı işlerin haricinde yaptığı diğer işleri de biliyor olabilir miydi polis departmanındaki arşivler? İçine büyük bir şüphe düştü.

Biraz önce saat tam 20.00’ı gösterdiğinde duyduğu patlama sesi ona, geçmişte yaşadığı bir anıyı çağrıştırmıştı.

2000 yılı Haziran ayıydı. Bir metro istasyonundaydı ve o zamanki arkadaş grubuyla bardan çıktıktan sonra herkes evlerine gitmek üzere dağılmıştı. Akın, metro’ya binmek için gruptan Serkan ile birlikte durakta beklerken yine şehrin senfonisine dalmıştı. Bu senfoniye metro istasyonunda canlı müzik yapan bir grup genç de eşlik ediyordu ki, birden büyük bir patlama sesi duyulmuş, herkes koşuşturmaya başlamış ve anons eşliğinde insanlar panik olmamaya davet ediliyordu. Ardından bir patlama daha gerçekleşince, insanların çığlıkları, güvenlik görevlilerin yangın söndürme cihazlarına saldırmaları ve giderek büyüyen alevlerin etrafı sarmasından dolayı Akın da, ilk patlamadaki sakinliğini kaybetmiş, adeta korkmuş ve kaçması gerekirken şoka girip, donakalmıştı. Serkan’ın onu dürtmesiyle kendine geldi. Karşıdan gelen Nazlıydı. İstasyonun karşı tarafında diğer yöne gitmek üzere bekliyordu Nazlı. Bağırarak onlara doğru koşturuyor ve alevden bazı parçaları yanmış ceketini üzerinden çıkartmaya çalışıyordu. Akın, gördüğü manzara karşısında afallamış, ne yapacağını şaşırmıştı. Okuldan, en yakın arkadaşlarından biriydi Nazlı. Çok severdi onu. Koşturmaya başladı ve güvenlik görevlilerinden birinin elindeki yangın söndürme tüpünü alıkoymak için görevliye bir omuz attı, sendeleyip yere düşen görevlinin elinden tüpü aldı ve Nazlı’ya doğru koşturarak onun yanan kıyafetlerini söndürmek için Nazlı’nın üzerine köpüğü püskürtmeye başladı. Kendinden geçmişti Akın, alevler dinmiş olmasına rağmen hala püskürtmeye çalışıyordu, Nazlı da “Yeterrrrrr!” diye bağırıyordu. Güvenlik görevlisi elinden yangın söndürme tüpünü alıp başka ihtiyacı olan birine doğru giderken Nazlı, Akın’a sarıldı.

Akın gözlerini açtığında derin derin nefes alıyordu ve yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Etrafta kurtulamayanlar vardı. Birkaç kişi çok derin yara almış, son demlerini yaşıyordu, bazıları ise artık nefes almıyordu.

Bu olay birkaç dakika içinde yaşanmıştı. Akın beyninde bunu canlandırdığında ise, saniyeler sürmüştü belleğinde tüm olayların yaşanması. Ardı ardına bir dizi olayı daha anımsadı. Yine bir metro istasyonunda işlediği cinayet geldi aklına. Unutmak istercesine gözleri kapalı biçimde kafasını hızlıca iki yana salladı, ellerinin ayasıyla şakaklarından tutarak kafasını sıktı ve ağrımaya başlayan başını bir nebze de olsa rahatlatmaya çalıştı. Cinayeti bir hiç için işlemişti ama yakalandığı kişiye onu ele vermemesi için her ay bir miktar ödeme yapıyordu. Toplu ödeme değil, aylık ödeme yapmasını adam istemişti. Her ay 500 TL. ödemeyi adam yaşadığı sürece yapacaktı ve cüzdanında sakladığı evrakta adamın adı, soyadı ve hesap numarası gizliydi. İkinci bir cinayeti işleyemezdi, çünkü öldürdüğü kadını aslında seviyordu. Ama uğradığı ihanet’ten dolayı aynı zamanda nefret ediyordu. Adamı yok etmeyi de düşünmemiş değildi ama hiçbir zaman bunu yapmak için gerekli cesareti toplayamamıştı kendinde. Hapsi boylamayı hiç istemezdi. Hapishane ona göre değildi çünkü.

Bulunduğu yerde bir metro yoktu, olamazdı da zaten. Çünkü burada yere kazma vursan su çıkıyordu. Buraya metro yapmak imkansızdı. Acaba patlama nerde oldu diye düşündü ve sesin geldiği yöne doğru yol almaya başladı. Metro’yla ilgili bir şey olduğunda gelip onu bulurdu çünkü. Sahil boyunca 500 metre kadar yürüdü ve kalabalığı takip ederek iskelenin karşısındaki ara sokağa daldı. Harabeye dönmüş sokağı gördüğünde bakakaldı. Her zaman yürüdüğü sokak bir cehennemi andırıyordu, her zaman sayısal loto oynadığı şu Hasan bakkalın yerinde de yeller esiyordu. Hasan ağabey’in depo olarak kullandığı köşedeki dükkan ve yanındaki diğer 2 dükkan tamamen yok olmuş, boş bir arazi halini almıştı.

Hasan Ağabey yaralıydı ama yaşıyordu. İnanamamıştı, o patlamadan sağ çıkmıştı. Yanına gitti ve usulca “Geçmiş olsun Hasan ağabeycim…” dedi. “Neler oldu burada?”

-“Ya sorma oğlum! Esmer bir adam geldi bana birkaç ufak şey hediye etti, ardından hangi takımlı olduğumu sordu. Galatasaraylıyım dedim ben de. Sonra aniden bir kartal belirdi gökyüzünde. Böyle kocaman bir şey. Hani şu senin Harry Potter romanlarında var ya Griffinler, onun gibi bir şey. Bana “Bundan sonra Beşiktaşlısın, o yanında çalışan adama da söyle tövbe etsin, o da Fenerliymiş duyduğuma göre.” dedi. Gökyüzüne doğru uçmaya başladığında, kocaman bir alev topu düşmeye başladı üzerimize. Kaçtım sahile doğru da, kurtuldum. Yoksa şimdi diğer taraftaydım.” dedi.

Dükkana geldiğimdeyse yerinde yeller esiyordu. 3 dükkan yerle bir oldu; arazi oldu. Tapusu da üzerimeydi. Şimdi Eski Eserler Kuruluyla da başım belaya girmez inşallah, biliyorsun tarihi eser olarak geçiyordu bizim dükkanlar.” dedi. “Kendi yaptırttı, yaktırttı filan derler oğlum. Bu anlattığım hikayeye kim inanır ki!” diye ekledi. Tarlaya dönmüş dükkanların olduğu yere doğru yürüdüklerinde ilginç birkaç şekil ve gotik bir yazı karakteriyle “Metro” yazıyordu.

Esmer adam’ın verdiği Beşiktaş tespihini cebinden çıkarttı Akın. Şöyle inceledi biraz. “Oğlum ne yapıyorsun, tespih çekmenin zamanı mı?” diye sordu Hasan ağabeyi. “İzin ver ağabey, bir saniye.” dedi Akın. Tespihi ters çevirdi. İç tarafında her bir tâne’nin üzerine bir harf denk gelecek şekilde “Metro” yazılıydı. Her kelimenin arasında 2 tâne boş geçiyordu. Ve metro kelimesi tam olarak 5 kere yazılıydı. Bu griffin’in imzası olmalıydı. Onu uykuya daldıran etki tekrar başlamış gibiydi. Sanki tespihi tuttuğunda onu etkileyen bir şeyler oluyordu, başı dönmeye başlamıştı Akın’ın ve birden yere yığıldı.

Bölüm 4

02.12.2010 Saat : 10.00

Birileri sırtını sıvazlayarak ve yumuşak bir sesle Akın’ı uyandırdı. “Kalk artık, uykucu!” Tanıdık bir sese benziyordu ama kimdi? Ayrıca Akın böyle uyandırılmaya hiç alışık değildi. Gözlerini aralayıp baktığında dün gece olanları anımsadı. Hala bir anlam veremiyordu olanlara, ona tespihi veren esmer adam karşısındaydı, ama ses; yanında duran öldürdüğü kıza aitti. Bu nasıl olabilirdi ki? Zaten öldürdüğü günden beri onu hatırlamaktan alıkoyamıyordu kendini, her gece rüyasında onu görüyordu. Herhalde bu yaşadıkları bir rüya olmalı diye düşündü. Öyleydi tabi, rüyada olmalıydı. Rüyadan çok, berbat bir kabustu belki de.

Beyninde bu düşünceler akıp giderken, öldürdüğü kız konuştu ve düşüncelerinin birden kesilmesine sebep oldu. “Şey! Ben; Grino! Grino Metro. İkiz kardeşim Grono’yu hunharca yok ettin. Böylelikle zaman serbest kaldı ve “Metro” krallığı’nın yeniden hüküm süreceği günler başladı. Onun laneti yüzünden krallığımız çok kötü günler yaşamıştı. Ve sizin ödülünüz bu sarayda benimle birlikte, sonsuza dek yaşamak.” dedi.

“Sonsuza dek yaşamak mı? Hem de senin gibi güzel bir kadınla, üstelik kardeşinden sonra ve de bu sarayda, öyle mi?” dediğinde, Grino birden arkasından açılmaya başlayan kanatlarını çırparak uçmaya başladı. “Bir melek miydi yoksa benim öldürdüğüm kişi” diye düşündü Akın. Ama öyle olsa kardeşi de bir melek olurdu ve bir melek, kız kardeşini öldürdüğüm için bana ödül vermeyi teklif etmezdi, herhalde? Kafası iyice karışmıştı. Giderek yükselen Grino, sarayın çatısına yaklaştığında bir kartala; ya da şey, Hasan ağabey’inin de dediği gibi bir griffin’e dönüşmüştü. Çatının kubbesi elektronik bir aletle yönetiliyor gibiydi, garip sesler çıkararak açıldı çatı ve Grino gözden kayboldu.

Kardeşimin karşına çıkmasını sağlayan ve onu sana önce aşık edip sonra da ihanet etmesini sağlayan’ın kim olduğunu sanıyorsun diye geçirdi aklından Grino, göğe yükselirken…

Bölüm 5

02.12.2010 Saat : 20.00

Güzel griffin insan kılığında döndüğünde Akın’ın kafası hala karışıktı ama kendisini bu sarayın yeni kralı olmaya da alıştırmıştı. Grino; şefkatle Akın’a sarıldı ve “Hadi kraliçem yatağımıza gidelim.” dedi.

Akın anlayamamış, öylece şaşırıp kalmıştı. Grino, hemen lafa girdi. “Biz griffinler çift cinsiyetliyiz ayrıca bizim toplumumuz anaerkil bir yapıya sahiptir. Bir sakıncası mı var?” diye sordu.

Akın şoka girmiş gibiydi. “Sadece, mmmm… krallığa kendimi çok alıştırmış-…” derken; Grindo bir cadı gibi kahkaha atmaya başladı. “Sadece şakaydı, Kralım. Çift cinsiyetli olduğumuz bir şaka, anaerkil bir toplum olduğumuz ise doğru. Kararları birlikte alırız ancak yaratıcı özelliğe sahip dişilerin imzası olmadan, bir karar geçerli sayılamaz.” dedi.

Akın rahatlamış, sonsuza dek sürecek mutlu bir hayatın hayaline dalmıştı bile…

Griffinlerin Zamanı” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar animania;

    Seni yeniden seçkide görmek güzel. Öncelikle yazım tekniğinde gözle görülür bir gelişme olduğunu söylemek istiyorum. Tırnak işareti sorununun üstesinden gelmişsin mesela. Ayrıca zaman belirten ara başlıkları kullanarak zaman ve mekandaki değişmelerden kaynaklanan kafa karışıklığını ortadan kaldırmışsın, tebrik ederim.

    Hikayeye gelecek olursak; ilk kısımları oldukça iyiydi. Sahilde oturan adam, yanına yaklaşan gizemli yabancı vs. oldukça ilgi çekiciydi. İkinci kısmından ilkinden aşağı kalır yanı yoktu hani… Ama tam o kısmın sona erdiği noktada ipler bir anda kopuveriyor.

    Mesela metroda yaşanan anının hikaye ile hiçbir bağlantısı yok. O kısımda Akın’ın kurtardığı kızı Dilek veya gerçek adı ile Grono olarak kullanabilir, ilk tanışmaları olarak yansıtabilirdin. İkincisi ise Akın’ın Dilek’i ortadan kaldırdığı bölümün olmaması hikayeyi olumsuz yönde etkiliyor. Sanki birisi makası alıp o bölümü kırpıp atmış gibi bir eksiklik, bir hamlık var öyküde.

    Ama şu da bir gerçek, bu öykün bir öncekine nazaran daha iyiydi. Gerek yazım tarzın olsun gerekse kurguyu sunuş şeklin olsun kesinlikle gelişmiş ve biraz daha oturmuş durumda.

    Bana kırılmayacağını ve bunları yapıcı olmak için söylediğimi bildiğin için bu kadar rahat konuşuyorum. Dilerim mazur görürsün.

    Kalemine sağlık…

  2. Mazur görmek ne demek kardeşim, bu siteye üye olmaktaki amacım da buydu zaten, biliyorsun. Kendimi geliştirmek. Bu kopukluk aslında yazış zamanındaki kopukluktan ileri geliyor olabilir; sen söyleyince farkettim. Bahsettiğin bölümleri yazdıktan birkaç gün sonra devam edebilmiştim. Ama tabi bu bir maazeret değil.

    Olumsuz ve olumlu her türlü eleştirin için sağol. Herkesin olumlu olumsuz eleştirilerini bekliyorum.

    Teşekkürler.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *