İlmek ilmek işledi beni gecenin sonuna, ta ki görüşünü yitirene dek. O an anladım ben bir hikâyenin en önemli parçasıydım. Üzerime dokudu tüm acılarını, korkularını, sonsuzluğu…
Belki ölmek son verecekti bu hikâyeye. Ama ben ölemezdim çünkü eserler ölümsüzdür. Düşüncelerinizi ifade etmek için yaparsınız bunu. Bir eseri beslemenin, büyütmenin tek sebebi vardır. Kendinizi görünmediğiniz zamanlarda görünür kılmak. Beni dokuyan kadının da görünmezliğe gittiğinde görünür kılmak istediği korkunç bir gerçek vardı. Anlatmayı bitirdiği gün öldürüldü. Benim yanım onun lahit’iydi artık. Tıpkı diğerleri gibi…
Bazen kader size oyunlar oynar. Gizemli, korkulu ve sonu sizin sonsuzluğunuza bağlı bir oyun… Bu oyunun sonu da tam olarak öyle olmuştu. Bedeninden fışkıran kanla üzerime yığıldı son nefesini vererek. İmzası sonsuzluğa oldu benim güzel dokuyucumun. Onu doğrayan uğursuz gölge derin bir nefesin ardından kaybolduğunda onun yerde iki parça yatan bedeni oracıkta kaldı. Kapı ardından kapandı Halime’nin.
Kan, yoğun tadı ve kokusuyla benim üzerimde desenler çizdi. Gözleri öylece durdu, tıpkı kendi zamanı gibi. Donuk ve soğuktu. Tek bir korku ifadesi kalmamıştı üzerinde. Bense sadece görmekle yetindim. Ağlayamadım. Bağıramadım. O an hatıralarım canlanıp ışıksız mekâna ışık yaymaya başladı. Sayıklamaları geldi gözümün önüne. “Gelecek, bitirmek lazım. Gelecek ve bende gideceğim. Onlara yaptığını bana da yapacak. Lanet geri gelecek. Karanlık gölge geri gelecek. Yaz Halime yaz bunları. Halına yaz lanetin bitmesi için…”
O gece anladım. Biri gelip beni çözene kadar öylece beklemekten başka çarem olmadığını… Bekledim üzerimdeki kan bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde kurudu zamanla. Tabii beni temizlemişlerdi olayın olduğu zaman. Ne kadar temizlenebilirse günah! “Lanet geri geldi!” demişti köyün yaşlı kadınları. Gözlerindeki yaşlarla Halime’yi toprağa, beni suya boğdular.
Ve bir gün o geldi. Kırklı yaşların başında, kıvırcık siyah saçlarını arkasında umarsızca toplamış, teni kahverenginde güzel yüzlü adam. Bakışları derindi. Acı vardı gözlerinde geçmişten kalan derin bir yürek yanığı… Eğildi bana doğru onu ilk görüşümdü. Naif elleriyle dokundu tüm ilmeklerime teker teker. “Eğer” dedim yüreğimden kopan sesle “Kadını olsaydım bu dokunuşlar beni cennetin koylarına taşır mıydı?” Köydeki kadınların hepsi başına üşüşmüştü şehirli çocuğun. Beni bu denli dikkatle incelemesinden anlamıştım bu ilme sahip olduğunu. Üzerimde kalan kan izlerini sordu sonra köyün kadınlarına. Kadınlar telaşla birbirlerine bakıp ne diyeceklerini bilemeden kalakaldılar. Neden sonra o bet suratlı adam çıkageldi. Ahmet Ağa…
Başını önüne eğip beklediğim itirafı verdi gizliden. “Öldü genç yaşında Halime kız. Kendini öldürdü. Biz onu bulduğumuzda halısı bitmiş gözleri kapanmıştı.” Güneş, gözleri bende hiç kımıldamadan,” Nedenini bulamadınız mı?” diye sordu. Ahmet Ağa derin bir iç çekti. Yalandan acısı midemi kaldırdı. Dayanamıyordum yalana, haykırdım. “Hayır!” diyordum. “Ben gördüm kıymadı o kendine, kıydınız ona.” Lakin beni duyan olmadı. Güneş ifadesiz bir şekilde başını tekrar bana çevirip “Lanet nedir?” diye sordu. Herkes huzursuz olmuştu. Beni okuyabildiğini anlamıştım. Halime sonunda bir yolunu bulup gerçeği sıyıracak mıydı karanlıktan?
“Gel oğlum sana bir çay verelim de konuşuruz bunları.” Güneş başını sallayıp elini ipekli halıdan çekti ve bu garip adamı takip etti. Yıllarını verdiği bu işe yürekten bağlıydı. Eşini kaybettiği günden bu güne yapabildiği tek şey uğruna nerede dip bucak köy var gezip duruyordu. O bir halı bilimciydi. Sakin adımlarla köyün meydanına vardılar. Kahve hane işi olmayan köy halkının sesiyle inliyordu. Kafasında soruları vardı genç adamın, intihar…
Neden gencecik üstelik bu kadar yetenekli bir kız kendine kıyardı ki? Oturduklarında sordu.
“Neden olduğunu biliyor musunuz?” Ahmet ağa kafasını ilgisizce salladı. “Bu köy” dedi “Beyim büyülere karışmıştır. Ne zaman ki halıda usta bir körpe yetişir lanet gelir kapıya ve onu alıp götürür. Halime becerikliydi. İyicene dokurdu halılarını. Ama bu halıya başladığı gün tuhaflaştı gözleri. Kimsecikleri göremez oldu. Sözlüsünü de bıktırdı. Sonunda da kendine kıydı.” Başını önüne eğdi yaşlı adam, sesi çatallandı. Güneş daha fazla deşmemeye karar vermişti. Bu halı özeldi. Lanet dedikleri şey halıya da işliydi. Ama bir gölgeden bahsediyordu halı aynı zamanda. Öldürülmekten… Bittiğinde diyordu ilmekler öleceksin!
Ne yapacağını bilemedi. Çayını yudumlayıp medeniyetten uzaklaşmanın tadını çıkarmaya karar verdi. O gününü köyü gezmeye ayırmıştı. Tüm gün köyün çevresinde gezindi. Köylü kadınlarla sohbet etti. Gülüşmeleriyle içten içe eğlendi. Onu beğenen körpelere başıyla selam verdi. Halılara, kilimlere göz attı. İçlerinden işe yarayanları seçip kamyonetine yüklemek için kalacağı yere taşıttı özenle. O gece halının yanında kalacaktı. Gizemle dokunmuş, söyleyecek sözü olan yazıtının yanında. Ahmet ağaya iyi geceler diledikten sonra yürümeye başladı.
Ay parlıyordu gökyüzünde.” Beyim gel hele belli etme kendini!” diyen bir sesle irkildi. Arkasını döndüğünde yüzü tülbentle kapalı bir kadın gördü. Tedirgindi kadın. Ona uzanan elleri titriyordu. Etrafını kolaçan ettikten sonra kadının yanına vardı. Kadın elini tutup onu bir odaya sürükledi. Güneş şaşkındı ama merakına engel olamıyordu. Sonra odanın karanlığında bir süre kaldılar. Kadın konuştu. “Işığı yakamam kusura kalma. Yüzümü bellemeni istemem. Beni görmen iyi olmaz. Halime kız kendine kıymadı beyim!” diyordu tedirgin ses. Elleri gecenin körlüğünde dans ediyordu korkuyla. Gözlerini gördü Güneş. Kocaman bal rengi gözleri…
Yüzü olmayan bu kadın gençti. Telaşla konuşmayı sürdürdü.” Onu öldürdüler beyim. Beni de öldürecekler. Lanet kapıda. Gölge gelecek. Yardım et!” Güneş olduğu yerde donup kaldı. Ne yapabilirdi ki? “Polise jandarmaya gitmedin mi?” diyebildi. Kadın ağlıyordu galiba. “Beni kim dinler beyim. Deli damgası yerim. Hemen sustururlar. Yardım et yalvarırım. Allah’ın hakkı için. Başka çarem yok.” Genç kadın ayaklarına kapanmıştı Güneş’in. Ayağa kaldırmak için uğraştı ama beceremedi. Sonunda eğilip “Bana ne biliyorsan anlat. Ama önce bırak yüzünü göreyim. Söz kimseye söylemem seni.”
İkisi de yerde diz çömüş vaziyette kaldılar bir süre. Sonra kadın derin bir nefes verdi. Güneş elma kokan nefesini duydu. Sabun kokusunu. İçinde yükselen duyguyu bastırmaya çalışarak kadının yüzüne odakladı kendini. Kadın yavaşça korkarak kaldırdı tülbendi yüzünden. Göz göze geldiler. Buğday rengi teni Güneş’i sarsmıştı. Küçük bir burnu, dolgun dudakları vardı. Ve gözleri… İkisi de birbirlerini süzüyorlardı. Kadın utanarak başını çevirdi. Ay odanın içine dolmuştu çoktan. Güneş kendiyle beraber kadını da kaldırdı. Temiz havaya ihtiyacı vardı.
Camsız pencereye yönelip dışarı uzattı kafasını. Tam adın ne diyecekti ki karanlığın içindeki gölgeyi gördü. “Dur!” diye bağırıp hızla çıktı odadan. Koşmaya başladı. İrice bir gölge koyu renk pelerinini başına çekmiş tazı gibi koşuyordu. Güneş nefes nefese onu takip etmeye davrandı. Koştu, koştu. Sonunda yakalayacağına inandığı bir mesafede üzerine atladı bu garip yaratığın. Bir süre mücadele ettiler. Bu yaratık değildi, erkekti ve çok güçlüydü. Güneş onun yanında ufacık kalıyordu neredeyse. Adam yüzüne sağlam bir yumruk attı Güneş’in. Genç adamın görüşü bulandı. Kendine gelmeye çalışırken gölge adam onu üzerinden atıp metalik bir sesle “Git!” dedi. “Git bu senin işin değil!” Sonra aynı hızla gözden kayboldu. Güneş dizlerinin üzerinde doğrulup başını iki yana salladı. Düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Neden sonra kız geldi aklına koşarak evin olduğu sokağa döndü. Odaya girdiğinde kız gitmişti. Aklında sorularla halının yanına döndü. Loş ışığın altında halıyı okumaya çalıştı. Elindeki kahve fincanına sıkıca sarıldı. İçi titriyordu ama soğuktan değildi bu titreme. Halime haklıydı bir şey bu kızları öldürüyordu. Ama köylünün hurafeleri değildi bu. Kendi gibi, diğerleri gibi insandı. Artık bulaşmıştı gidemezdi. Bir süre halıyı inceledikten sonra kanlı kısımlara dokundu. Jandarmayı çağırsa mıydı? Yapamazdı. Aslında her şey buradaydı biliyordu. Halıda…
Uyku hızlı adımlarla ona geldiğinde Güneş huzursuzca kapadı gözlerini. Aklında görüntüler ve sorularla. Geceyi yarı uyur yarı uyanık geçiren Güneş sabahın ilk ışıklarıyla ayaklandı. Elini yüzünü yıkayıp geceyi unutmaya çalıştı. Gözünün çevresinde ki morluğa baktı. Acı yoktu. Adamı gözünün önüne getirmeye çalıştı. Yüzünü görememişti. Sadece güçlü yapısı aklındaydı. Uzun boyu ve geniş gövdesi… Ve o metalik ses… Derin bir nefes alıp dışarı çıktı. Gün ışığı köyü ısıtmaya başlamıştı. Kaslarını gevşetmeye çalışarak gerindi. Sonra ona doğru yaklaşan Ahmet Ağa’yı gördü. “Günaydın.” dedi neşeli görünmeye çalışarak. Yaşlı adam hızlı adımlarla ona yaklaştıktan sonra “Beyim ne oldu sana böyle?” deyip endişeyle elini Güneş’in gözüne götürdü. Güneş gülümseyerek “Yok bir şey… Sadece küçük bir kaza.” Ahmet ağa gözlerinde ki şüpheyi gizlemeye çalışarak “Anladım. Hadi beyim kahvaltı hazır.”
Güneş o zaman acıktığını hissetti. Yürümeye başladılar. Onları gören insanlar gözlerini dikip bakıyorlardı. Güneş bu bakışların ne anlama geldiğini bilemedi lakin bu bakışlar şüphe doluydu. Dün gece ki bal gözlü kız geldi gözünün önüne. Acaba onu bu gün görebilecek miydi? Garip, adını bile bilmiyordu lakin uzun zamandır ilk kez bir kadına içi ısınmıştı. Bir eve girip bahçeye oturdular. Ahmet Ağa keyifle içeri seslendi.”Leyla kızım çayları getir hele.” Neden sonra güneş kafasını taş merdivene çevirdiğinde dün geceki güzellik karşısında elinde tepsiyle duruyordu. Kendini kontrol etmeye çalıştı. Leyla yavaşça merdivenlerden aşağıya indi. Masanın üzerine demliği ve bardakları yerleştirdikten sonra “Hoş geldin beyim.” dedi.
Gözlerini masanın üzerinden ayırmıyordu. Güneş ise gözlerini ondan ayıramıyordu bu sırada. Ahmet Ağa başıyla gitmesini işaret etiğinde Güneş kendini toparlamaya çalışıyordu. Yaşlı adam yarım ağız bir sırıtışla “Güzel kızdır Leyla. Lakin aklı kıttır biraz. Zavallı, kimsesi yoktur. Ama güzel halı dokur beyim. Bitirmek üzere olduğu halıyı bir gör bence.” Güneş kafasını iki yana salladıktan sonra “Tabii.” dedi kekeleyerek. Sonra yaşlı adamın gürültülü sohbeti eşliğinde kahvaltıyı bitirdiler. Güneş’in gözleri Leyla’yı arıyordu. Ahmet Ağa “Gidelim mi?” dediğinde genç adam “Bir ellerimi yıkasam…” deyip evin içine girdi. Tam lavaboya yönelmişti ki Leyla telaşlı gözlerle ona yaklaşıp kulağına eğildi. “Saat iki de köyün arkasında ki ormana gel beyim. Kimseye belli etme!” Sonra onun arkasını dönmesine fırsat bırakmadan uzaklaştı.
Güneş elini yüzünü yıkayıp aşağıya indiğinde başı dönüyordu. Bu kadının kokusu ve içine girdiği girdap onu tamamen sarmalamıştı. Buluşma vakitleri gelene kadar sabırsızlıktan olduğu yerde kıvrandı. Merak ettiği bu gizemin yanında aslında onu heyecana boğan asıl sebep Leyla’nın kendisiydi. Bekledi. Saatin yaklaştığını gördüğünde Ahmet Ağa’ya eşyalarını toparlayıp biraz yürüyeceğini söyleyerek izin istedi. Yaşlı adam şüphe dolu gözlerle onu süzdükten sonra köşeyi döner dönmez o da çiftliğin yolunu tuttu. Bu genç adam onu huzursuz ediyordu. Sırrı öğrenebileceği korkusu tüm benliğini sarmıştı Ahmet’in. Çiftliğe vardığında karşısında duran heybetli adama korkudan sinerek baktı ve anlatmaya koyuldu kuşkularını. Bu sırada Güneş ormanda Leyla’yı bekliyordu. Geç kalmıştı güzel kadın. Başına bir hal gelmesinden korkarken yakaladı kendini. Sonra arkasında bir kıpırtı belirdi. Leyla hızlı adımlarla ona yaklaşıp kolunu kavradıktan sonra “Beni takip et beyim.” dedi. Güneş neye uğradığını anlamadan kolunda kızın sıcaklığını içine sindirerek onu takip etmeye başladı. Bu kız ne yapmaya çalışıyordu? Ormanın içinde bir mağaranın önünde durdular. Leyla arkasına dönüp onu incelemeye başladı. Adam yakışıklıydı. Aşıla gelmiş bir yüzü yoktu ama sıcacık görünüyordu teni. Güneş de durduğu yerden Leyla’yı süzüyordu. Bol gömleğinin ve etekliğinin arkasına sakladığı vücudunu hayal etti. Başındaki tülbent saçlarını saklamaya yetmiyordu. Kestane rengi saçları rüzgârda dalgalanıyordu. Leyla başıyla içeriye girmesini işaret ettiğinde Güneş heyecanla titredi. Belki de bu hikâyeyi sadece ona yakın olmak için uydurmuştu. Neden olmasındı?
Uzun zamandır bir kadının bedeninde gezinmeyen elleri karıncalanmaya başlamıştı. Onu istediğini hissetti. Mağaraya girdiklerinde Leyla kayanın üzerine oturdu. Güneş öylece ayakta duruyordu. Leyla konuşmaya başladı. “Bak beyim bu köyde otuz yıllık bir bela dolaşır. Ne zaman bir taze halı dokusa sonu ölüm olur. Köy halkı biliyor bunu ama korkularından ses etmezler. Halime o halıyı dokumaya başladığında biliyordu. Bana öleceğini söyledi. Ben hiç bir şey yapamadım. Sonunda gölge onu da aldı.” Ağlamaya başlamıştı genç kadın. Güneş yavaşça yanına yaklaşıp gözlerini aradı. Sonunda kız ona bakarak “Şimdi sıra bende!” dedikten sonra gözyaşlarına boğuldu. Tüm vücudu titriyordu. Güneş bir süre ne yapacağını bilemeden ona baktıktan sonra yanına iyice sokulup onu kollarının arasına aldı. Sıkıca göğsüne bastırdı. Kokusunu içine çekerek ellerini sırtının kıvrımlarında gezdirmek genç adama tanıdık bir huzurun kapılarını açmıştı. Neden sonra Leyla sakinleşip kendini onun kollarından kurtardı. “Yardım et.” dedi kararlı ve bir o kadar da korkulu bir sesle.
Güneş bir müddet düşündükten sonra konuşmaya girişti. “Halime’nin halısında ki motifler bir karabasandan bahsediyor.” Leyla’ya bakmamaya gayret ediyordu. Mağaranın içinde ileri geri yürüyerek devam etti. “Gelip onu bulacak ve alıp götürecek bir karabasan. Ama bu karabasan erkek cinsiyetiyle nakşedilmiş.” Leyla anlamayan gözlerle bakıyordu ona. Güneş,” kısaca bir erkek bu halıyı dokuyanı öldürecek. Halı bundan söz ediyor. Daha da garibi motiflerin arasında olan birleşme sembolü.” Leyla, “Birleşme ne demek?” dedi. Güneş yüzünde sakin bir gülümsemeyle tekrar ona yanaştı. Gözlerine bakıp elini yanağına götürdü. Leyla buna itiraz etmeyince yüzünü ona daha da yaklaştırarak fısıldadı. “Kadınla erkeğin bir olması.” dedi. Sonra gözleri kızın dudaklarına kaydı. Leyla’nın inip kalkan göğsünü görebiliyordu.
Yaklaşıp dudaklarını kızın dudaklarına bastırdı. Onu öpmeye başladı. Önce yavaşça başlayan öpüş daha sonra tutkunun sularında yüzmeye koyulmuştu. Kızın acemice yardım etmeye çalışması Güneş’i daha da heyecanlandırıyordu. Ama birden Güneş nefes nefese kendini kızın tadından kurtarıp kayalığa yaslandı. Leyla utancından kıpkırmızı elleri dudaklarında ona bakıyordu. Güneş yavaşça doğrularak “Özür dilerim.” dedi. Kız sadece başını sallamakla yetindi. Adam kendini biraz önceki durumdan sıyırmak için sordu. “Halime’nin sözlüsü varmış doğru mu?” Leyla “Evet.” dedi. “Ama sadece bir iki kez konuştular köyün meydanında sonra çocuk kızın deli olduğunu söyleyip karşı köyden bir kızla evlendi. Halime bunu pek de önemsemedi. Ama köylünün sözlerine engel olamadığından kendini eve kapadı. Halı bitene kadar da kimseyle görüşmedi. Sadece Ahmet Ağa girerdi yanına.” Genç adam kafasını kaldırıp” Neden sadece o?” dedi. Leyla” Biz halıyı Ahmet Ağa’nın bize getirdiği modele göre dokuruz. Zaten o modele göre halıyı dokuyan hiçbir kız bir daha gündüzü göremedi. Kaç kez jandarmaya gitmeye çalıştım bir bilsen. Her seferinde Ahmet Ağa jandarmaya benim kimsesiz bir deli olduğumu aklımın kıt olduğunu söyledi. Onlarda inandı. Çaresizim!” dedi Leyla Güneş’e doğru yaklaşırken. Ellerini tutup kendi göğsünde birleştirdi. “Sen okumuşsun, görgülüsün bana yardım et. Ben deli değilim. Ölmek istemiyorum.” Sonra kendini Güneş’in kollarına bıraktı. Genç adam onu sıkıca kavrayarak sordu. “Bu modelleri kendimi çiziyor? Yani o halılara ne oluyor sonra?” Leyla yüzünü ona doğru çevirerek”Hayır. Halı desenlerini çiftlikte yaşayan bir zengin bey çizer. Sonra sırayla bizden biri onu dokumaya başlar. Sonra sanırım o alıyor bu halıları. Kimse tam olarak kim olduğunu bilmez onun. Ahmet Ağa gidip deseni alır halı bittikten sonra da götürüp parasını alır.”
Güneş durumun iyice karıştığının farkındaydı. Kendini genç kadından uzaklaştırıp yere çömeldi. “Peki, kaç kız bu şekilde öldü? Leyla kısa bir sessizliğin ardından “Benim bildiğim beş.” dedi.” Halime iki senedir dokurdu o laneti. Bende benim halıma yaklaşık o zamanlar başladım. Ama bu ilk kez oluyor. Yani aynı anda iki halının dokunması… Genellikle beş sene de bir halı örneği gelir. Ben bir tek Halime’yi tanırdım. Diğer kızlar köylünün konuştuklarından duyduklarım. Zaten kimse dillendirmez bunu.” Güneş kafasını sallayarak “Halıların hepsini bu adam mı aldı?” diye sordu. Leyla başını sallayıp “Bilmiyorum ama galiba o aldı.” Güneş ayağa kalkıp “Nerede bu çiftlik?” dedi. Leyla tarif ettikten sonra kızın yanına yaklaşıp son bir öpücük kondurdu dudaklarına. Alnını alnına yaslayıp “Korkma!” dedi. “Ölmene izin vermeyeceğim. Şimdi evine git dikkatli ol. Gece çökünce dün konuştuğumuz yere geleceğim. Beni bekle.”
Sözleri bittikten sonra Leyla’nın koşarak uzaklaşmasını seyretti. Kafasında bin bir düşününce dolanıp duruyordu. Ne yapması gerektiğine karar vermeliydi. Dönüşü yoktu yardım edecekti. Adımlarını hızlandırarak köye vardı. Ahmet Ağa’yı gördü kahvede. Yanına gidip yüzüne bir gülümseme yerleştirdi. Çaylar geldikten sonra ilgisizce sordu.” Ahmet Ağa şu ölen kızın halısı onu almak isterim fiyatı nedir?” Ahmet bu soruyu duyunca çenesi kasıldı. Telaşlandığını belli etmemeye çalışarak “O satılık değil beyim!” dedi. Arkasından gülümseyerek ekledi. “Hem seçtiğin halı kilim daha kalitelidir.” Güneş neler döndüğünü bilemese de işin içinde bu adamında olduğundan emin olmuştu. “Belki.” dedi sakince” Ama o halı bir müşterimin siparişine tam uyuyor. Hem meraklanma karşılığını fazla fazla alırsın.” Yaşlı adam yine itirazlarını sıralayınca Güneş konuyu uzatmamaya karar verdi. Sakince çayından bir yudum alıp ona dolaşırken rastladığı çiftliği sordu. Ahmet yine çenesinde ki kasılmayı gizleyerek “Tarık Bey oturur orada.” dedi.” Zengin bir beydir. Servetinin nereden geldiğini bilemem lakin buranın eskisidir. O da senin gibi halıya meraklı. Genellikle buranın halılarını ona satarız.” dedi. Güneş “Onu ziyaret etmek isterim belki koleksiyonu benim ilgimi çeker.” deyince yaşlı adam kararsız ama yenilmiş vaziyette “Tamam gidelim öyleyse.” dedi. Arabaya binip çiftliğe doğru yol aldılar. Kimse konuşmuyordu. Güneş aklındaki parçaları toparlamak istercesine derinlere dalmıştı. Bu yaşlı kurda soru sormanın artık bir gereği olmadığının farkındaydı. Aklına takılan o kadar çok ayrıntı vardı ki.
Koca çiftlik arazisi göründüğünde genç adam yerinden doğruldu. Manzarayı incelemeye koyuldu. Arazi çok büyüktü. Sıra sıra meyve ağaçları, arazide özgürce dolaşan saf kan atlar manzarayı daha da görkemli kılıyordu. İçeri çalışanların bakışları arasında girdiler. Araba villanın önünde durduğunda iki adam arabadan indi. Güneş bir süre durup evi inceledi. Önünde büyük bir çeşme olan villa küçük bir sarayı andırıyordu. Giriş beyaz sütunlarla desteklenmiş, mermer heykellerle onu muhteşem bir tablo haline getirmişti. Sonra gözleri kapıda beliren beyaz biçimli saçları olan, uzun boylu, iri yarı ve şık giyimli adama kaydı. Muhtemelen altmışlı yaşının üzerindeydi lakin dinç bir görüntüsü vardı. Bir elinde tuttuğu şık bastonuyla merdivenlerden aşağıya indi adam ve konuklarına gülümseyerek baktı. Ahmet Tarık Bey’in yanına yaklaşıp saygıyla eğildi. Güneş bu manzarayı tüyleri diken diken seyrediyordu. Bu adamda hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı. Tarık genç adamın yanına kendine güvenen bir tavırla gidip “Merhaba, Güneş sizinle tanıştığıma memnun oldum.” dedi. Elini güçlü bir şekilde sıkarken… Güneş “Merhaba, bende sizinle tanıştığıma memnun oldum Tarık Bey.” dedi nezaketle. İçine çöken karanlık Güneş’i rahatsız etmeye başlamıştı. Merdivenlerden çıkıp salondan geçtiler. Her yer şık ve değerli antikalarla doluydu. Tarık Bey genç adamın evi incelemesini fırsat bilerek sordu.” Antikalar mı halılar mı Güneş siz en çok hangisine bağlısınızdır?” Adamın ses tonunda bir güç vardı. Karanlık bir güç…
Güneş daha öncede bu sesi bir yerlerde duyduğuna emindi ama tam olarak hatırlayamıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra bu meydan okumaya gözlerini adama dikerek “Benim işim halılardır Tarık Bey!” diyerek karşılık verdi. Adamın sinsi sırıtışına aldırmadan “Onları bulur değerlendirir ve müşterilerime ulaştırırım. Hiçbir nesneye bağlılık duymadım bu güne dek. Bence bağlılık insana duyulmalı.” deyip tamamladı sözlerini. Bu sırada yürüyüş tamamlanmış bir bahçeye açılmıştı salon. Tarık Bey misafirine masayı işaret ettikten sonra kâhyasına seslendi, hemen ardından Ahmet’e bir bakış atıp gülümseyerek Güneş’e döndüğünde yaşlı adam çoktan gitmişti. “Ne içersiniz genç dostum? Güneş “Kahve lütfen.” dedi. Tarık “Belki bir aperatif, hafif bir içkiye ne dersiniz?” “Hayır, teşekkür ederim. İçki kullanmıyorum.” Adam bir kez daha o sinsi gülücüklerinden birini daha sunarak uşağını başıyla yolladı ve tam onun karşısına oturdu.
İkili bir süre sessizce birbirlerini seyrettiler daha sonra Tarık Güneş’e işiyle ilgili birkaç soru sormakla yetindi. Halıları nasıl temin ediyordu, müşterileri kimlerdi, fiyatı neye göre belirliyordu ve bu deneyimi nasıl kazanmıştı. Güneş tüm sorularına içtenlikle cevap veriyordu. Yaşlı adam ise onu büyük bir dikkatle seyrediyordu. Kısa bir sessizliğin ardından Güneş “Halime’nin halısı ilgimi çekti.” diyerek söze girdi.” Motifleri şimdiye kadar gördüklerimin en iyisi… Tarzı modern fakat aynı zamanda mistik. Onu bir müşterim için almak istediğimde Ahmet Ağa onu sizin için ayırdığını söyledi. Biliyorsunuz kız kendini öldürmüş neyse ki halı bittikten sonra!” Tarık derin bir nefesin ardından gözü içki kadehinde “Evet. O motifi ben çizdim. Teşekkür ederim iltifatınıza. Kendi koleksiyonumu bu şekilde oluşturuyorum. Kızın trajik ölümü üzücü tabii.” Gözleri uzaklarla ilgili gibiydi adamın. Düşünceleri sabitti. Güneş sessizliği bozarak şansını bir kez daha denedi. “Onu almam mümkün mü?” Adam sert bir sesle “Hayır!” dedi.” O benim için icra edildi lütfen çıkışımı mazur görün ama mümkün değil.” Güneş anlıyorum der gibi başını salladı. Bu adam onun kanını donduruyordu. Ortam bir anda gerilmişti. Gerginliğin içinden Tarık’ın sesi yankılandı. “Sanat yüzyıllardır insanların zevkinden çok bir amaca hizmet etmek için yapıldı delikanlı. Motifler, sesler, renkler, harfler kullanıldı. Sonuç maddi kazançtan ötesinde bir amacı vardı, aktarmak. Düşünceleri ve anlatmak istediklerini aktarmak… Ben yıllardır bu köydeyim. Halı dokuyan o maharetli eller benim anlatmak istediğime hizmet verdi yıllarca. Bu halıda onların bir parçası… Para bu hizmetin yanında ölçülemez kalır.” Sözleri bittiğinde adam çevik bir hareketle masadan kalktı; bu sohbetin bittiğini gösteriyordu.
Güneş daha fazlasını elde edemeyeceğini anlayınca ayağa kakıp bu heybetli adamın elini sıktı ve onun kapıya kadar sessizce eşlik etmesini seyretti. Arabaya binip köye geri döndüklerinde gece çökmek üzereydi. Tüm olayların birbiriyle bağlantılı olduğundan emindi Güneş ve bu adamın anahtar olduğunu biliyordu artık. Ama nasıl kanıtlayabilirdi ki? Sonunda kararını verdi. Bu gece Leyla ile buluşacak sabah da erkenden gidip durumu jandarmaya anlatacaktı. Sonrada Leyla’yı alıp bu uğursuz köyden gidecekti. Kaldığı eve dönüp üzerini değiştirdikten sonra Ahmet Ağa ile havadan sudan konuşup yemek yedi. Sonra yorulduğunu bahane edip erkenden ayrıldı. Leyla ile buluştukları eve doğru giderken planının ince ayrıntılarını düşünüyordu. Eve girdiğinde mum ışığında sakince oturan Leyla karşıladı onu. Saçları açıktı. Tek yanına toplamıştı. Dalgalı saçları dans ediyordu o hareket ettiğinde. Güneş gördüğü güzellikten öylesine etkilenmişti ki tek isteğinin onu kollarına almak olduğunu hissetti. Leyla ona huzurla gülümseyerek bakıyordu. “Hoş geldin beyim.” dedi ince utangaç bir sesle. Elini Güneş’e uzatıp onu yanına oturttu. Kahvesini ikram etti. Güneş sessizce bu masumiyeti seyre daldı. Her hareketi, her adımı onu büyülüyordu. Elleri mum ışığında dans ederken güzel kadının genç adama bilmediği bir sırrı fısıldıyordu. Sonra Leyla onun yanına oturup sordu. “Ne öğrendin beyim?” Güneş kısaca bildiklerini anlattı. Sonrada “Bence bu Tarık denen adam işin tam ortasında ama kanıtlayamayız. Yarın jandarmaya gidip bildiğim her şeyi anlatacağım sonra da seninle birlikte buradan gideceğiz.” Leyla’nın kuşkulu bakışları altında Güneş ona iyice yaklaşarak fısıldadı.” Leyla benimle gel. Bu uğursuz yer sana göre değil.” Leyla başı önde hiç ses etmeden oturmaya devam etti.
Güneş içindeki arzuyu daha fazla bastıramadığını anladığında genç kızın yanına sokulup başını kendi yüzüne doğru kaldırdı. Onu delice bir istekle öpmeye başladı. Düşünmek istemiyordu. Ne içinde oldukları bu garip durum ne de etrafta dolaşan ruhlar şu an için onu ilgilendirmiyordu. Tek istediği onun bedeninde kendine yeniden yaşam vermekti. Leyla’nın ona karşı koymaya çalışması Güneş’i engellemiyordu. Dudaklarını iyiden iyiye genç kızınkilere bastırdı adam. Sonra yavaşça ellerini genç kızın bedeninde yolculuğa çıkardı. Toprak ve su kokan bu maceranın içinde kaybolana dek ona sahip oldu. Işık tekrar onları gerçek dünyayla buluşturduğunda göğsünün üzerinde Leyla’nın dağılmış saçları ve çıplak bedeni uzanıyordu. Bir süre sessizliğin içinde öylece kaldılar. Yerde serili olan el yapımı yün halının keskin kokusu derin bir huzur veriyordu onlara. Güneş kendini toparlamaya çalışarak konuştu.” Leyla, şimdi dikkatlice eve git. Sabah erken saatte ben jandarmaya her şeyi anlatacağım.” Kız başını ona doğru çevirdiğinde ellerini onun yüzünde gezdirmeye başlayarak devam etti. “Sonra da seninle beraber buradan gideceğiz. Sen bu yaşadıklarının hiç birini hak etmiyorsun ve bu gece olanlar benim için her şeyden daha değerli.” Kızın yüzünün aydınlandığını gören Güneş onun gülümseyen yüzünü göğsüne bastırdı. Kalkıp daha fazla söze gerek duymadan giyindiler. Leyla’nın alnına son bir öpücük kondurduktan sonra “Beni bekle yarın gideceğiz.” deyip onun kapıdan koşarak çıkışını seyretti.
Aklındakileri toparlamak için Güneş gecenin karanlığında biraz daha bekledi. Serin hava onun toparlanmasını sağlıyordu. İçeri döndüğünde Leyla’nın tülbendi onun savurup attığı yerde bekliyordu. Yavaşça eğilip onu yerden aldı ve pantolonunun cebine nazikçe yerleştirdi. Telefonunu çıkarıp iş ortağına kısaca başına gelenleri anlattıktan sonra eğer sabah ondan haber alamazsa jandarmaya haber vermesini istedi. Daha sonra ona ayrıntıları bildireceğini söyleyip telefonu kapattı. Odaya son bir göz gezdirdikten sonra dışarı çıkıp kapıyı kapatmıştı ki başında bir sızı ile arkasını döndü. Sendeleyerek yere kapaklanmadan önce aklında kalan tek şey korkunç bir yüzdü.
Gözlerini açtığında kocaman bir salonun ortasında kolları iki yanından bağlı dizlerinin üzerinde durduğunu anladı. İki zincirle kollarından duvara bağlanmıştı. Kımıldamaya çalıştı ama boşunaydı. Başının arkasındaki sızı dayanılmazdı. Kafasını iki yana sallayarak kendine gelmeye çalıştı. Gözlerinin önünden akan yoğun sıvı görüşünü engelliyordu. Kafasından kan geldiğini anladı. Odaya istemsizce göz gezdirmeye çalıştığında etrafın mumlarla döşenmiş olduğu dikkatini çekti. Her yer değerli halılarla kaplıydı. İran ipekleri, kirman halıları ve daha nice zenginlik büyük bir tablonun parçasıymışçasına etrafını sarmıştı. Neden sonra bir kadının sessiz inlemesi kulağına çalındı. Tam karşısına bakınca Leyla’nın duvardaki birleştirilmiş halılara kollarından ve bacaklarından asıldığını fark etti. Üzerinde şimşekler çaktı genç adamın. Kımıldamaya çalıştı. Çırpındıkça kan yoğunluğunu daha da arttırarak akıyordu. Hayır diye bağırmaya başladığı sırada üzerinde gri pelerini ile ona delici bakışlar atan Tarık Bey tam karşısına dikildi. Tarık genç adamın kıvırcık saçlarını eline dolayarak tıslarcasına metalik bir sesle konuşmaya başladı. “Sana gitmeni söyledim. Sense gitmek yerine benim eserime sahip çıkmaya çalıştın. Tüm emeğimi bir çırpıda harcamana izin vereceğimi mi sandın budala.” Güneş adama kızgın bakışlarını yönlendirerek “Sen hastasın!” dedi. Başında ki sızı ve sersemlik hissi gittikçe dayanılmaz oluyordu. Gözlerini kapatmamak için kendiyle mücadele ediyordu. Tarık Güneş’in etrafında dolaştıktan sonra odanın ortasına doğru ilerleyip yana mumların hemen önünde durdu. Kollarını açarak “Sanat masumiyetle karıştığında günahlardan arınmak mümkündür ve ben…” dedikten sonra tekrar genç adama keskin bir bakış attı. Başını arkaya devirip kolları açık vaziyette dönmeye başladı “Ve ben bu masumiyetle arınmak istedim. Yıllardan beri onların bana verdikleri hediyeyi büyük bir sevgiyle sakladım. O kızların kanları büyük bir amaca hizmet ediyordu. Son parça da tamamlandığında ben ölümsüz olacaktım.” Dönmeyi bırakarak kızgın bakışlarla Güneş’in yanına diz çöküp saçlarını sertçe kavradı. Leyla acı bir çığlık attı. Tarık yüzündeki hastalıklı gülümsemeyi saklamadan “Ama sen benim eserimi sabote ettin. Sen benim tablomun en önemli parçasını kendi şehvetine boğdun. Şimdi ise bunun bedelini kanınla ödeyeceksin!”
Güneş’in yanından ayrılan gölge adam Leyla’nın yanına giderek yüzünü ellerinin arasına aldı. Arkasını dönüp geç adama bir bakış attıktan sonra dudaklarını Leyla’nın boynunda gezdirmeye başladı. Güneş çığlık çığlığa bağırıyor küfürler savuruyordu ama kımıldayamadı bile. Leyla yüzünü kaçırmaya çalışsa da bağları buna engel oluyordu. Sessizce gözünden gelen yaşlar genç adamın yüreğini yakmaya başlamıştı. Adam bir süre gözleri Leyla’nın üzerinde öylece durduktan sonra eline altın saplı, işli kılıcını alarak yavaşça salonun ortasına döndü. Kılıç loş ışıkta kıvılcımlar saçıyordu. Tarık sözlerine metalik sessiyle devam etti. Yaşlı adam sanki bir rutinin en önemli kısmındaymışçasına kendinden geçmişti. Olduğu yerde salınarak konuştu.
“Yıllar önce bu köye geldiğimde masumiyet denen kavramdan bihaberdim. Her şeyim vardı. Her türlü şehvetin tadına bakmıştım. Kadın, erkek, çocuk demeden… Ama hep bir eksik olduğunu biliyordum. Ne param ne de gücüm içimdeki açlığı bastıramıyordu. Sonra bu köye geldim. Kızların sevdiklerine halı dokuduğu tüm sözlerini ilmeklere gömdüğü bu köye… Halı dokuyan genç bir tazeyi seyretmeye koyulduğum o gün kararımı verdim. Benim bu dünyaya imza atacağım esere onlar can verecekti. Bu eserin bana özel olmasını istiyordum. İlk aklıma gelen motifleri kendim çizmek oldu. Sonra bunu kızlardan birine dokutmak istedim. O eserini nakşettikçe içimdeki özlemde büyüdü. Sonra fark ettim ki eserimi mühürlemediğim sürece hiçbir anlamı olmayacaktı. İşte o an bir şimşek çaktı zihnimde. Halıyı bitirmek üzere olan o genç körpenin kanıyla mühürlemem gerektiğini anladım. Kan hayattı. İmzaların en büyüğü… İlk eserimi bir kılıcın darbesiyle mühürledim. Körpe bir bedenden akan kan beni yeniden ölümsüz kılıyordu. Artık kimse bu eseri lekeleyemeyecekti! Artık kimse o körpenin masumiyetine dokunamayacaktı! Ben onu cennetin sonsuzluğuna gönderiyordum. Ahmet Ağa denen o gözü doymaz köpek bunu gördü. Ama aç gözlülüğü benim işime yaradı. Onu susturmakla kalmadım bana yardım etmesini sağladım. Ta ki gelip sen benim eserimi mahvedene kadar!”
Güneş bu konuşma devam ederken kurtulmanın bir yolunu arıyordu. Tarık fark etmeden elinin birini zincirinden kurtarmayı başarmıştı. Son sözlerin üzerine onu oyalamanın en iyi yol olduğunu anladı. Gözlerini adama kilitleyerek “Senin eserin tamamlandı Leyla da halıyı bitirdi ben nasıl engel olabilirim ki?” dedi. Adam bu sözlerin üzerine pelerinini savurarak kılıcını odanın ortasında salladı. “Sen onun masumiyetini çaldın. Halıyı dokumayı bitirdiğinde o sana ait olmuştu. Sen benim eserimi lekeledin!” Adam çılgınca kendi etrafında dönüyor. Kılıcını havada savurarak bağırıyordu. Bunu fırsat bilen Güneş diğer elini de kurtararak çevik bir hareketle yerinden kalktı kısa bir an dengesini sağlamaya çalışarak kendini kaybeden adamın üzerine atladı. Tüm gücüyle onun kendini toparlamasına fırsat vermeden sıkı bir yumruk indirdi suratına. Güneş anın verdiği hırsla kendi acısını unutmuştu. Ardı ardına yumruklar atıyordu iri yarı rakibine. Sonunda adam yumruklardan kendini sıyırıp Güneş’i üzerinden atarak boynuna yapıştı. Ayağa kalmaya çalıştıkça, adam onun boynunu daha bir sıkıyordu. Leyla acı çığlıklarını kontrol edemiyordu artık. Güneş nefessiz kalmaya başlamıştı. Mücadele ediyor ama adamın iri elleri onun kurtulmasına fırsat vermiyordu. Son çabaları da sonuç vermeyen Güneş adamın elleri arasında hareketsiz kaldığında artık Leyla’nın da sesi kesilmişti.
Adam bir çırpıda rakibini kenara fırlattıktan sonra genç kadının yanına gitti. Çelik gibi delici bakışlarını kızın üzerinde gezdirdikten sonra kılıcını özenle kenara koyup “Seni temizleyeceğim meleğim.” diyerek Leyla’nın üzerindekileri yırtmaya başladı. Kız çaresiz yalvarırken adam sanki başka bir dünyadaymışçasına bakışları derinlerde geziyordu. Güneş bu çığlık ve yalvarmaların arasında kesik kesik nefes almaya çalışarak zorla da olsa doğruldu. Etrafına kolaçan ederken kılıcı fark etti. Sarsak adımlarla kılıcı eline alarak sessizce Leyla ile adamın boğuştuğu yere doğru ilerledi. Bilincini yitirmeden önce Leyla’yı kurtarmalıydı. Kan kaybediyordu. Elini karnına götürdüğünde oradan oluk oluk akan kan dikkatini çekti. Adam onu bıçaklamıştı öncesinde. Tarık, Leyla’nın üzerinde genzinden gelen bir hırıltıyla kıza sahip olmaya çalışırken Güneş son çabayla kılıcı adamın sırtına geçirdi. Derin bir çığlık alacakaranlığı yardı. Tarık anlamsız gözlerle arkasını dönmeye çalıştı ve sonra Leyla’nın üzerinde hareketsiz kaldı. Güneş sonunda derin bir nefesin ardından kendini karanlığın kollarına bıraktı. Tüm sesler uzaklaştı ve derin bir boşluk etrafını sardı.
Gözlerini açtığında günler geçmişti. Leyla başucunda hastane odasında ona gülümsüyordu. Genç adam gözünü ışığa alıştırmaya çalışarak “neler oldu?” diye sordu kısık bir sesle. Leyla baştan sona her şeyi anlattı. Ortağına açtığı telefondan sonra meraklanan arkadaşı hiç vakit kaybetmeden köye ulaşmış daha sonra Ahmet Ağa biraz sıkıştırılınca her şeyi itiraf etmişti. Güneş ve Leyla’yı bulduklarında Tarık ölmüştü. Güneş ise hastaneye kaldırılmıştı. Yaklaşık üç gündür bilinçsiz yatıyordu burada. Leyla sözlerini bitirirken gözyaşları genç adamın ellerini dokunuyordu.
Geri döndüler köye ve bana. Ben onların bir daha dönmesini beklemiyordum aslında. Geldiklerinde el ele idiler. Bana şefkatle bakıp özenle katladıktan sonra arabanın arkasına taşıdılar. Mesafeler sonra evdeydik. Beni evlerinin en güzel köşesine yerleştirdiler. Leyla’nın dokuduğu kardeşimin yanına… Bunca zaman gördüğüm kanın yerini mutluluk ve iki insanın birbirlerine duyduğu aşk aldı. Geçmişin acıları onların peşini bıraktı. Ama ben bazen hala Halime’nin bana dokunurken duyduğu korkuyu ve onun kanlı bedenini görüyorum. Artık kızgın değil hatta bazen gülümsüyor bile. Benim üzerimde onu sonsuzluğa taşıyan bir imza var. Ben ölümsüzüm o da öyle…
Selamlar;
Çok güzel bir hikaye yazmışsınız yine. Güneş ile Leyla’nın aşkından mı bahsetsem, yoksa Tarık Bey’in kötücül planından mı? Okumaya doyamadığım, çok keyif aldığım bir hikaye oldu benim için.
Arada o ufak yazım hataları yerini koruyor maalesef. Bu da üzüyor beni, böylesine güzel bir anlatıma bu tip hatalar hiç yakışmıyor.
Ellerinize ve kaleminize sağlık.