Öykü

Hayati Dünyadan Bir Misafir

Güneşli bir öğle vaktiydi. Küçük kasabada herkes günlük telaşları içerisinde sağa sola koşturuyor, caddeden tek tük de olsa bir araba geçiyordu. Genç bir delikanlı, erkek kardeşinin koluna sıkıca asılmış, onu kitapçı dükkânının vitrinin önünden ayırmaya çalışıyordu. Küçük kardeşi ise inatla durduğu noktadan ayrılmıyor ve bir parmağını vitrine sallayıp duruyordu.

“Yürü artık! Bütün gün seninle uğraşamam bacaksız!” diye bağırdı delikanlı.

“Ama… Ama baksana! En sevdiğim serinin yeni bir romanı çıkmış, görmüyor musun?”

“Görüyorum. Ne olmuş yani?” dedi delikanlı ters ters.

“Ne mi olmuş? Hep böyle aksi olmak zorunda mısın? En sevdiğim şeyin kitap okumak olduğunu biliyorsun. Haydi, gidip fiyatını soralım. Lütfen!”

Delikanlı hayır bile diyemeden küçük kardeşi kendini onun elinden kurtarıp dükkânın kapısından içeri atılmıştı bile. O da kardeşini yakalamaya çalışırken kendini birden bire dükkâna girmiş buluverdi. Şaşkın şaşkın etrafına bakınırken, kardeşinin almak için yanıp tutuştuğu kitabın kartondan görseliyle burun buruna geldi. Üzerinde birbirinden kılıksız üç tip ve arkalarında şu ejderha denilen saçmalık vardı görselin üzerinde. Büyük harflerle de şöyle yazıyordu; Cüce Derinlikleri Ejderhaları.

“Cüce derinlikleriymiş… Hıh!” dedi burnundan soluyarak. “Bir çocuk kitabı ne kadar derin olabilirse bu kitabın da o kadar derin olduğuna kalıbımı basarım.” diye ekledi ardından ve hızla raflar arasında dolaşarak küçük kardeşini aramaya başladı. Dükkân, dışarıdan göründüğünden daha büyük ve kalabalıktı. Az sonra kardeşinin açık sarı saçlarını raflar arasında görür gibi oldu ve o tarafa yöneldi. Onu reyon görevlilerinden biriyle konuşurken buldu. Elinde de şu saçma sapan kitap vardı. Anlaşılan aradığını bulmuştu. Delikanlı memnuniyetsizlikle yüzünü buruşturdu. Hâlbuki kardeşine, o kitabı bulamadan önce ulaşmayı istiyordu. Şimdi işler biraz daha zor olacaktı. Yoksa tam tersi miydi? Ufaklığın yüzünde düşünceli ve sıkkın bir tavır vardı sanki. Delikanlının kendisine yaklaştığını gören küçük çocuğun yüzünde hem bir telaş hem de umut parıltısı geçti.

“Bakıyorum da kitabını bulmuşsun.” dedi delikanlı sahte bir gülümsemeyle reyon görevlisini selamlayarak.

“Kardeşiniz gerçekten de çok zevkli. Bu yaşta kitap okumayı sevmesi ne kadar da güzel, değil mi?” dedi görevli neşeyle.

“Evet, ne demezsiniz… Bu hevesi beni öldürüyor” dedi delikanlı, bir taraftan da sözlerindeki gerçek payını düşünüp gülümseyerek. Şu reyon görevlisi bir an önce basıp gitseydi ya! Küçük kardeş, görevlinin varlığından destek almış olacaktı ki “Satın alabilir miyim? Param var! Sadece birazı eksik… Üzerini sen tamamlayabilir misin? Önümüzdeki hafta geri öderim, söz.” diyerek araya girdi.

Reyon görevlisi merakla bir ağabeye bir de kardeşine baktı. Delikanlı “O ne biçim söz öyle? Geri ödemek falan… Ver bakayım şu kitabı, parayı da alayım. Haydi, kasaya…” dedi sahte bir gülümseme ile. Reyon görevlisi memnun bir halde “Yine bekleriz.” diyerek başka müşterilere doğru yöneldi. O arkasını döner dönmez delikanlının yüzündeki gülümseme kayboldu ve parayı cebine atıp elindeki kitabı raflardan birine dikkatsizce tıkıştırıverdi.

“Hey! Ne yapıyorsun? Dikkat et, kapağını buruşturdun! Onu satın alacağımızı sanıyordum.” diye itiraza başladı küçük kardeş.

“Kes sesini, yoksa senin de bir yerlerini buruştururum anladın mı?” dedi delikanlı ve kardeşinin kolunu sertçe geriye bükerek çocuğun acıyla inlemesine sebep oldu. “O içi boş paçavralara harcayacak param yok benim. Senin de öyle!” diye söylenmeye devam etti. Kardeşini ite kaka kitap dükkânından çıkarttı ve sırtından ittirip bir duvara yasladı. “Bir daha bu tür saçmalıklara para harcadığını görürsem bacaklarını kırarım, beni duyuyor musun?” dedi tehditkâr bir tavırla.

“Benim paramla ne aldığım sadece beni ilgilendirir.” dedi küçük kardeş, cesaret edebildiği kadar yüksek sesle.

“Ah, evet. Senin paran… Benden para da saklamaya başladın demek. Bu parayı nereden buldun? Yoksa çaldın mı küçük hergele?”

“Hayır! Babamın bana verdiği harçlıklardan biriktirdim o parayı. Paramı geri ver!”

Delikanlı buna bir kahkaha ile cevap verdi. “O parayı unutsan iyi olur ufaklık. O artık benim param. İçin rahat olsun, kitaplardan daha faydalı şeylere harcayacağımdan emin olabilirsin.” dedi alaycı bir şekilde.

Küçük kardeş bir itiraz çığlığı eşliğinde sertçe ağabeyinin ayağına bastı ve kendisini kavrayan tutuştan kurtulup birkaç adım öteye koştu. Sonra geriye dönüp yaşlı gözlerle “Sen bir pisliksin! Keşke annemiz yerine sen ölseydin! Böylesi çok daha âdil olurdu!” diye bağırdı. Ardından da koşarak uzaklaştı.

Genç delikanlı acı ile ayağını ovuştururken kardeşinin koşarak uzaklaşmasını izledi. Bir an için peşinden gidip ona dersini vermek istedi ama etrafına toplanan meraklı kalabalığı görüp bundan vazgeçti. Nasıl olsa akşam evde karşılaşacaklardı. O zaman kozlarını rahatça paylaşabilirlerdi. Doğrulup deri ceketinin yakalarını düzeltti ve kardeşinin gittiği istikametin tersine dönüp yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Kısa süre içinde ayağındaki sancı azalmıştı ve keyfi biraz yerine gelir gibi olmuştu. Aklına cebindeki para geldi ve onu nereye harcayabileceğini düşünmeye başladı. Bir paket sigara alırdı belki. Ya da alkol mü alsaydı acaba? Düşünceleri ister istemez tekrar kardeşine ve onun sarf ettiği son cümlelere döndü. “Annemiz yerine sen ölseydin keşke.” demişti. Bu ne cüret? Sanki kendisi her gün bunu istemezmiş gibi? O acı günün üzerinden neredeyse iki yıl geçmişti ama hâlâ ne kardeşler ne de babaları onun yokluğuna alışamamışlardı. Delikanlı, annesini çok net hatırlıyordu. Evlerinin arka bahçesinde oturur ve bütün gün kitap okurdu. Bu onun en büyük zevklerinden biriydi. Kardeşi de bu gereksiz huyu annelerinden almıştı zaten. Annesi özellikle de Harry Potter serisine hayrandı ve bu hayranlığı onun sonuna sebep olmuştu. Çevre civarlardaki bir şatoya turistik bir gezi düzenlendiğini duyunca nasıl da heyecanlanmıştı? “Bu…” demişti “kitaplardaki atmosferi daha iyi soluyabilmem için inanılmaz bir fırsat! Mutlaka katılmalıyım!” Orada soluyacağı havanın son nefesi olduğunu bilemezdi elbette. Hiç kimse bilemezdi. Anlatılanlara göre şatonun arka bahçesinin baktığı uçuruma gereğinden fazla yaklaşmış ve kimse yardımına koşamadan aşağı yuvarlanıp korkunç bir şekilde can vermişti. “Uçan süpürgesiyle bir cadı gelip seni kurtarsaydı ya!” diye homurdandı delikanlı. Gözündeki yaşları elinin tersiyle silerek kimsenin ağladığını görmemesi için dua etti. Ona göre, eğer o abuk sabuk kitapları okumasaydı annesi hâlâ hayatta olacaktı. Eğer o kitapları okumak yerine kendileriyle biraz daha fazla vakit geçirse şimdi daha güzel anıları olacaktı. Oysa şu anda annesini düşündüğünde tek hatırladığı arka bahçede o lanet kitapları okuduğu anki görüntüsünden ibaretti. Sinirle yerdeki bir konserve kutusuna tekme attı ve bayırdan aşağı yuvarlanmasını izledi. Bir saniye… Bayır mı? “Ah, lanet olsun! Buraya da ne zaman çıktım ben böyle?” diye söylenerek üzerinde bulunduğu yeşil tepelere baktı. Kasabayı çevreleyen ormanlık arazinin hemen dibindeydi. Dalgınlıkla yürürken buralara kadar gelmişti anlaşılan. Bezginlikle bir homurtu koyuverdi ve geri dönüş yoluna doğru döndü. Tam o esnada arkasından birinin seslendiğini duydu.

“Bayım! Şey… Affedersiniz. Kurbağamı gördünüz mü? Onu kaybettim de…” dedi yuvarlak hatlara sahip bir çocuk.

“Kurbağan mı? Hayır görmedim. Şanslısın çünkü görseydim onu ezerdim! Şimdi kaybol!” diyerek onu tersledi delikanlı. Şişman çocuk gitmedi, aksine ters ters kendisine bakmaya başladı. Tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken ormanın kıyısında sarışın bir kız belirdi ve hülyalı bir sesle “Neville! Kurbağanı buldum, gel haydi.” diye seslendi. Kurbağasının bulunduğunu duyan Neville tüm öfkesini unutarak arkasını döndü ve “Trevor, seni ihtiyar yaramaz. Nerelerdeydin sen ha?” diyerek o tarafa yöneldi. “Teşekkürler Luna.”

“Bir şey değil. Trevor’ı yakınında tutsan iyi olur. Bu civarlarda bol miktarda Zar Kanatlı Bızbız bulunur ve en sevdikleri yiyecek kurbağadır.” dedi Luna, kulağına taktığı bir turpla dalgın dalgın oynarken.

“Zar kanatlı ne?” diye sordu Neville, ikisi birlikte ormanın derinliklerine doğru kaybolurken.

Delikanlı bir müddet ikilinin ardından bakakaldı. “Neydi şimdi bu? Sirkten kaçmış iki kaçık mı?” dedi kendi kendine gülerek. Tam arkasını dönmüş gidecekti ki kendisi de yaptığına şaşırarak ormana doğru ilerlemeye başladı. İkilinin az önce kaybolduğu yere geldi ve dikkatle ormana daldı. Birdenbire kendisini gizli bir patika üzerinde buluverdi. “Bak sen şu işe…” diye mırıldandı ve ihtiyatla patikayı takip etti. Kısa bir yürüyüş mesafesin ardından kendini bir açıklıkta buldu. Açıklığın tam ortasında ise az önce gördüğü iki garip çocuğun da aralarında bulunduğu kızlı erkekli bir grup duruyordu. Grup, küçük bir çember oluşturmuş ve hep birlikte eski bir saç fırçasına dokunuyorlardı.

“Siz ne halt karıştırıyorsunuz orada öyle?” diye sordu delikanlı. Grubu oluşturanlar telaşla yerlerinde zıplayıverdiler. Gelenin kim olduğunu anlamak için hep birlikte delikanlıdan tarafa döndüler. Onu görür görmez Neville, “Ah! Şu Muggle!” diye homurdandı.

“Mug-Ne?” diye sordu delikanlı patavatsızca gruba yaklaşarak.

“Merlin’in Sakalı! Neville, Luna… Kimsenin dikkatini çekmememiz gerekiyordu!” diye söylendi çocuklardan biri.

“Kimin sakalı?” diye sordu kafası iyice karışan delikanlı.

“Özür dilerim Seamus. Hepsi Trevor’ın kabahati. Sürekli benden kaçıyor.” diye mırıldandı Neville. Trevor itiraz edercesine vırakladı.

“Nesiniz siz ha? Komedyen falan mı? Hem o saç fırçasıyla ne işler karıştırıyorsunuz söyleyin bakayım!” diyen delikanlı ileri atıldı ve fırçayı kapmaya çalıştı. Çocuklar hızla fırçayı onun kavrayışının erişemeyeceği bir yere çekerek gerilediler.

“Zamanımız yok, vakit gelmek üzere! Sersemletin şunu gitsin!” dedi kızlardan biri.

“Çocuklar…” dedi Seamus telaşlı bir sesle ve elinde parlamaya başlayan fırçayı işaret ederek. Çocuklar hep birden ileri atılıp fırçaya işaret parmaklarıyla dokundular. Delikanlı bu oyuna daha fazla katlanamayacağına karar vererek bir adım daha attı ve fırçayı almak üzere elini uzattı. Fırçaya dokundu… Ve işte ne olduysa o anda oldu. Ayakları birden yerden kesildi. Sanki midesinin gerisinden bir kanca onu tutmuş da aniden ve hızla onu ileri çekiyormuş gibiydi. Bir renk cümbüşü ve rüzgâr uğultusuyla birlikte bir yerlere taşındığını hissediyordu. Omuzları diğer çocukların omuzlarına çarpıyordu ama parmağını saç fırçasından çekemiyordu bir türlü. Sonra her şey başladığı hızla sona erdi ve yere yuvarlandı. Başı dönüyor ve midesi çok kötü bulanıyordu. Yattığı yerden kalkamadı. Kulağına belli belirsiz bir müzik sesi geliyordu. Ama normal bir müzik değildi bu. Sanki sirk müziği gibi bir şeydi. Bir de oldukça kalabalık bir topluluğun uğultusu geliyordu uzaklardan. Etrafındaki diğer çocukların konuşmaya başladığını duydu.

“Geldik mi?” diye sordu biri.

“Sanırım geldik Dean. Baksanıza karnaval başlamış bile!” diye cevap verdi Luna. Tam o esnada içlerinden biri, delikanlının üzerine basıp yuvarlandı. Neville’di bu.

“Ay! Affedersiniz.”

“Neville ne yapıyorsun? Sakın yine kurbağanı kaybettiğini söyleme bana.” diye çıkıştı Seamus.

“O-oh! Bir sorunumuz var çocuklar.” dedi Dean Thomas.

“Bu o Muggle değil mi? Onun ne işi var burada?” diye sordu Seamus telaşla.

“Son anda anahtara dokunmuş olmalı. Birilerini uyarmamız gerek. Onun burada olmaması gerek.” dedi Neville.

“Haklısın. Ama önce onu sersemletelim.” dedi Seamus. Ardından da bir “Ridiculous!” sesi ve kırmızı bir ışık parıltısı…

***
Delikanlı gözlerini açtığında kendisini küçük bir hücrede elleri arkasından zincirlenmiş vaziyette buldu. Onu buraya kim tıktıysa kaçmayacağından emin olmak istemişti anlaşılan. Çok fazla uzaklaşmış olamazdı. Dışarıdan hâlâ o garip müziğin tınısını ve kalabalığın uğultusunu duyabiliyordu çünkü. Zincirlerinden kurtulmak için biraz debelendi ama çırpınmanın faydasız olduğunu fark etmesi fazla zamanını almadı. Çaresizlikle iç geçirip omuzlarını çökertmişti ki hücresinin karanlık köşelerinden oldukça tiz ve ince bir ses duyuldu.

“Nihayet uyandın demek?” dedi ses. Anlaşılan bir hücre arkadaşı vardı.

“Nerdeyim? Kimsin sen?” diye sordu delikanlı merakla.

“Ah nihayet konuşkan birisi!” diye yanıtladı ses hevesle onu. “Senden önceki hücre arkadaşım hiç de hoş sohbet biri değildi. Bir bar kavgasına karışmıştı galiba. Tam olarak öğrenemedim. Bilirsin cüceler pek konuşkan olmazlar. Irkımla ilgili bir alıp veremediği de vardı sanırım. Gerçi ben bunu pek dert etmedim. Cücelerle ilgili hatırı sayılır bir tecrübem var ne de olsa! Hatırlıyorum da bir keresinde…”

“Nerede olduğumuzu söyleyecek misin söylemeyecek misin?” diye tersledi delikanlı. Eğer araya girmezse karşısındaki hiç susmayacakmış gibi bir hisse kapılmıştı nedense.

“Nerede miyiz? Bir hücrede tabii ki! Yoksa daha önce hiçbir hücrede bulunmadın mı? Ay çok heyecanlı! Kendi ilk hücre deneyimimi hatırlıyorum da…”

“İlk hücre deneyimin mi? Daha önce de mi hücreye girdin? Nesin sen, azılı bir suçlu falan mı?” diye sordu delikanlı telaşla.
“Yo yo! Hayır! Hepsi sadece yanlış anlaşılmalardan ibaret olaylardı. Zaten hepsinde de gardiyanlar beni hücreden kendi elleriyle çıkartıp şehir kapılarına kadar da eşlik etmişlerdir. Gerçi pek kibar olduklarını söyleyemeyeceğim ama… Aman o kadar kusur goblin kızında da olurmuş derler.”

“Goblin mi? Kimsin sen Allah aşkına?”

“Ay! Ne kadar kabayım. Kendimi tanıtmadım değil mi?” dedi ses ve oturduğu gölgeler içerisinde ayağa kalkıp ışığa doğru geldi. Bir çocuğun boylarında, çocukça bakışlara sahip, sivri kulaklı bir yaratıktı bu karşısındaki. Yürüdükçe başındaki tepe saçı ve belindeki keseleri bir o yana bir bu yana hoplayıp duruyordu. “Ben Tasslehoff Burrfoot. Tanıştığımıza memnun oldum.” dedi incecik sesiyle. “Kusura bakma, elini sıkmak isterdim ama gördüğün gibi ben de senin gibi zincirliyim.” dedi zincirlerini şıkırdatarak.

“Tazle-ne?” diye sordu delikanlı şaşkınlıkla. Hâlâ karşısında duran şeye şaşkınlıkla bakıyordu.

“Dostlarım kısaca bana Tas der. İstersen sen de böyle söyleyebilirsin. Ne de olsa artık arkadaş sayılırız. Aynı hücreyi paylaşıyoruz, baksana…” dedi çılgınca bir sırıtışla. Sanki bir pastayı falan paylaşmaktan bahsedermiş gibi rahatça söylemişti bunu.

“Ay ne ilginç kıyafetlerin var senin. Hiç böylesini görmemiştim.” diyerek deri cekete ilgiyle bakmaya başladı. Tasslehoff’un birbirinden alakasız ve oldukça renkli kıyafetlerine bakan delikanlı ister istemez bu yoruma güldü.

“Sanki şey kıyafetleri gibi… Ne diyorlardı ona? Hah, Waffle!”

“Muggle.” diye düzeltti delikanlı, kendisini de şaşırtarak.

“Aman, her neyse işte.” dedi kender. Sonra birden, kocaman açılmış gözlerle delikanlıya bakarak “Sen onlardan biri misin yoksa?” dedi heyecanla.

“Şey…” diye mırıldandı delikanlı.

“Ay çok heyecanlı! Uzun zamandan beri ilk defa Hayati Dünya’dan biriyle karşılaşıyorum biliyor musun?” dedi kender.

“Hayati Dünya mı?”

“Evet! Senin dünyan… Canım biliyorsun ya işte, Hayali’nin tersi.”

Delikanlı sadece şaşkın bir biçimde başını sallamakla yetindi. Ne diyeceğini bilemiyordu. Fakat görünüşe bakılırsa Tas ne diyeceğini fazlasıyla iyi biliyordu ki susmak nedir bilmeden konuşmaya devam ediyordu. Kısa bir süre içinde delikanlı Tasslehoff’un bir kender olduğunu öğrenmiş, Sturm, Tanis, Flint ve adını hatırlayamadığı bir sürü kişi ile ilgili garip hikâyeler dinlemek zorunda kalmıştı. Tam Tas, Trapspringer amcası ile ilgili bir hikâye anlatmaya başlamıştı ki delikanlı daha fazla dayanamayarak “Lütfen sus artık!” diye bağırdı. Kendisiden önceki cücenin neden hoş sohbet olmadığını anlamaya başlamıştı. Büyük ihtimalle cüce ağzını açmaya dâhi fırsat bulamamıştı da ondan.

Tas alınmış bir ifadeyle “İyi iyi sustum. Sen de en az o cüce kadar sıkıcı olmaya başladın, biliyor musun? Gerçi senin bir sakalın yok ama sen ne demek istediğimi gayet iyi anladın sanırım. Sana sakal yakışmayacağından değil yanlış anlama. Sakalım olmasını ne kadar da çok isterdim. Kenderlerin sakalı çıkmıyor biliyor muydun?”

“Tas…”

“Tamam! Sustum!”

Bu kez gerçekten de susmuştu anlaşılan. Delikanlının başı zonkluyordu. Çabucak buradan kurtulmak için bir çözüm bulmalıydı. Burada akıbetini beklemeye hiç niyeti yoktu. Ayrıca Tasslehoff her an yeni bir hikâye anlatmaya başlayabilirdi ki bunu kaldırabileceğinden pek emin değildi. Bir müddet karanlıkta oturup sessizce düşündü ama aklına herhangi bir şey gelmedi. En sonunda konuşan yine Tas oldu; “Canım sıkıldı.”

Diyarlarda bu sözü duyup da arkasına bakmadan kaçmayacak kişi yoktur. Kilitli bir odada canı sıkkın bir kenderle kapalı kalmaktansa koskoca bir orduyla tek başına, hem de silahsız olarak dövüşmeyi kabul edecek bir sürü savaşçı bulmanız mümkündür. Maalesef delikanlının kenderlerle olan tecrübesi şu son yarım saati geçmediğinden nasıl bir tehlike ile burun buruna olduğundan bihaberdi.

Bir iki zincir şakırtısı duyuldu ve Tas zincirlerinden kurtulmuş bir vaziyette hücrenin içinde dolanmaya başladı.
Delikanlı şaşkınlık ve öfke karışımı bir duyguyla “İstediğin zaman zincirlerinden kurtulabilir miydin yani? Niye bunu daha önce söylemedin ki?” diye sordu.

“Sormadın ki…” diye yanıtladı Tas, masumane bir sırıtışla. “Dur seni de çözeyim de düzgün bir şekilde tanışalım.” dedi ve hızlıca delikanlının zincirlerini tutan kilidi de açtı. Ardından minik elini uzatarak “İşte! Şimdi tanışabiliriz. Ben Tasslehoff.” dedi memnuniyetle.

Delikanlı kendisine uzatılan bu eli çevirmedi ve kenderle el sıkıştı. Ne de olsa buradan çıkmak istiyorsa kendere ihtiyacı olacaktı. “Memnun oldum Tas. Saatimi geri alabilir miyim lütfen?”

“Ay! Bu senin mi? Düşürmüş olmalısın. Al işte, ben olmasam kaybedecektin gördün mü?” diyerek saati geri verdi.

“Bak Tas. Benim burada olmamam gerekiyor. Bir şekilde geri dönmem lazım, beni anlıyor musun?”

“Ah, tabii. Merak etme ben sana yardım ederim. Çok heyecanlı!” dedi kender hevesle.

“Kilitler konusunda çok ustasın bakıyorum.” dedi delikanlı yerdeki zincirleri göstererek.

“Öyle. Kenderlere özgü bir ustalıktır.” diye sırıttı Tas.

“Bahse girerim hücrenin kapısını da açabilirsin.”

“Elbette! Çocuk oyuncağı. Şimdi düşündüm de… Eminim gardiyanlar da bizi içeri kilitlemek istememişlerdir. Eminim o yaşlı adamcağız anahtarı kilitte dalgınlıkla çevirmiştir. Eh, onun hatasını düzeltmek de bize kalıyor. Eminim buna çok sevinecek.” diyerek hızla kapıya yöneldi. Bir dakikadan kısa bir süre sonra dışarıdaydılar. Kapıda da gardiyan falan yoktu. “Mahkûmlarının kaçamayacağından oldukça emin olmalılar.” diye fikir yürüttü delikanlı.

“Onları suçlayamam doğrusu. Dışarıda yılın en büyük karnavalı dururken kim buraya tıkılmak ister ki?” dedi Tas.

“Ne karnavalı?”

***
Fantastik Diyarlar Karnavalı gerçekten de yılın en büyük karnavalıydı. Tüm diyarlardan çeşitli halklar buraya gelir, senede bir kez de olsa toplanıp hep beraber eğlenirlerdi. İşte şimdi Tasslehoff’un eşliğinde hücre evinden çıkan delikanlı, parlak güneş karşısında gözlerini kırpıştırarak bu karnavala bakıyordu.

“Nasıl? Anlattığım kadar varmış değil mi?” diye sordu Tas.

Delikanlının söyleyebildiği tek şey “Vay canına!” oldu. Üzerlerinden süpürgeleriyle cadılar veya büyücüler geçiyordu. Sağda solda parlak zırhlı şövalyeler, uzun boylu kaslı barbarlar, zarif elfler hep birlikte konuşup gülüşüyorlardı. Kaymak birası satan bir satıcı yanlarından geçip gitti. Az ötede Quidditch maçı denilen bir şey için bilet satılıyordu. Oldukça popüler bir şey olsa gerekti. Sıra oldukça uzundu çünkü. Hemen hücrenin karşısında bir atlıkarınca duruyordu. Fakat oyuncak atlar makineye bağlı değildi, havada süzülüyorlardı. O garip müziğin nereden geldiğini de böylece anlamış olmuştu delikanlı.

“Hmmm… Acaba Flint nerelerdedir? Eminim ben yokken başını yine bir sürü belaya sokmuştur. Onu bulsam iyi olacak.” dedi Tas düşünceli bir tavırla. Sonra da kalabalığın arasında yürümeye başladı. Delikanlı da ne yapacağını bilmediğinden çaresizce onun peşine takıldı. Onlar yürürken kenderin yaklaştığını görenler hızla onun minik ellerinin uzanamayacağı bir mesafeye çekiliyordu. Göremeyenlerin keseleri ve diğer değerli eşyaları ise esrarengiz bir biçimde kenderin eline düşmek gibi garip bir huy edinmişlerdi. Neyse ki delikanlı kenderle beraberdi de herkesin eşyasını geri iade ediyordu. O hücreye geri dönmeye hiç niyeti yoktu çünkü.

Az sonra devasa bir ringin önüne geldiler. Oldukça büyük bir boks ringine benziyordu. Ringin tam ortasında ise oldukça toplu ama bir zamanlar sportmen bir yapıya sahip olduğu anlaşılan cüppeli bir adam duruyordu. Kısa sarı saçları ve mavi gözleri vardı. Adam, elindeki değneği boğazına yaslayarak “Sonorus!” dedi ve birdenbire sesi tüm alanı kaplayacak derecede yükseldi. “Merhabalar sevgili büyücüler ve cadılar… Elfler ve cüceler… İnsanlar ve buçukluklar… Ve tabii ki de kenderler. Bendeniz, çoğunuzun da bildiği gibi, Ludo Bagman!” Çılgınca bir alkış koptu. “Kıyak herif şu Bagman.” dedi Tas kıkırdayarak.

“Bugünkü gösterilerde size anlatımımla yardımcı olacağım.” diye devam etti Bagman. “Heyecanlı olduğunuzu biliyorum. O yüzden lafı fazla uzatmadan direkt müsabakaya geçiyorum. Bu yıl ilk olarak bir güreş müsabakasıyla karşınızdayız. Sarı köşede Buzyeli Vadisi’nin derinliklerinden kopup gelen, Battlehammer klanı reisinin üvey oğlu, barbaaar…”

“Wufgar!” diye bir tezahürat koptu kalabalıktan. Sarışın, dev gibi bir barbar ringin ortasına gelip iki eliyle kalabalığı selamladı. Ardından sırtından indirdiği Aegis-Fang’i alıp gösteri maksatlı birkaç hareket yapıp kalabalığın coşkulu tezahüratlarını arttırdı. Tekrar köşesine dönüp silahını köşede bekleyen kızıl bukleli bir bayana teslim edip ısınma hareketlerine başladı. Bu sırada Bagman yine konuşmaya başlamıştı. “Kırmızı köşede ise Solace kasabasında büyümüş, Mızrak kahramanı, kalbi vücudundan büyük olan savaşçııııı…”

“Caramon!” diye kükredi kalabalık.

Caramon, biraz da arkasındaki kızıl saçlı bayanın dürtüklemesiyle, utangaç bir sırıtışla kalabalığa el salladı. Tasslehoff heyecanla “Bak, bak! Bu bizim Caramon! Hani sana anlattığım, kardeşi büyücü olan.” diyerek delikanlının kolundan çekiştirmeye başladı. “Ah keşke Flint burada olsaydı. Bunu görmek istediğinden emindim oysaki… Sahi biz Flint’i arıyorduk değil mi? Nerelerde acaba?” diyerek ringin kenarından ayrılıp tekrar kalabalığın arasına karıştı. Delikanlı da onunla birlikte gidiyor bir taraftan da etrafına inanamayan bakışlarla bakıyordu. Şu son bir saattir bütün o inanmıyorum dediği, çocuk masalı saydığı şeylerle iç içe, omuz omuzaydı. Onlarla konuşuyor, göz göze geliyor, selamlaşıyordu. Hatta içlerinden biriyle dost bile olmuştu. Elini tutup kendini sürükleyen kendere şöyle bir baktı ve acaba kendilerinden nefret ettiğini bilseler ona ne yapacaklarını düşünmemeye çalıştı. “Bu onların gerçek olduğunu bilmeden önceydi.” diye mırıldandı kendi kendine.

“Hey, şurada bir han var. Haydi, girip bakalım. Eminim Flint oradadır.” diyerek başı çekti Tas. Delikanlıda çaresizce onu izledi. İçeri girer girmez baharatlı patateslerin kokusu burunlarına çarptı. İkisi de iştahla bu kokuyu içlerine çektiler. “Hmm… Otis her zamanki gibi performansının zirvesinde!” dedi kender. İkili yavaşça masaların arasında dolaşmaya başladı. “Şu Flint benim eve dönmeme yardımcı olabilir mi dersin?” diye sordu delikanlı.

“Flint mi? Sanmam. Ama Tanis bir yolunu bulur. O bulamazsa Raistlin mutlaka bulur. Gerçi bunun için onu ikna etmemiz gerekebilir ama merak etme, beni kıramaz. Raist ve ben çok sıkı dostuzdur.” dedi kender gülümseyerek.

Bir masaya sıkışmış dört kısa siluet görür gibi oldu delikanlı. Kendere dönüp “Hey! Şunlar sizinkilerden mi?” diye sordu.

“Bunlar mı? Ah, hayır hayır.” diye güldü Tas. “Bunlar buçukluk. Kendilerine Hobbit denilmesini tercih ederler. Oldukça hoş sohbet ve yardımseverdirler. Gel, onlara soralım bakalım bizim ihtiyarı görmüşler mi?” Yavaşça masaya yaklaştılar.

“Siz ne derseniz deyin. Bence Artemis Entreri tarafından kaçırılmış olmak bir tabur ork tarafından kaçırılmış olmaktan kat be kat kötüdür.” dedi bir buçukluk.

“Ama onlar normal ork değillerdi Regis. Bunu sana kaç kere söylememiz gerek?” dedi bir diğeri.

“Evet ya. Onlar Uruk-Hai’lerdi. Yani Pippin ve beni kaçıranları kastediyorum.” dedi Merry. “Onlarla normal orkları karşılaştırmak bir hata olur.” diye ekledi ardından.

“Bir Uruk en az on orka bedeldir demiş bir ork atasözü.” dedi Pippin.

“Hadi canım! Bence bunu sen şimdi uydurdun.” dedi Regis gülerek.

Masada ufak bir kahkaha koptu.

“Sen ne dersin Sam?” diye sordu Merry.

“Valla ben onu bunu bilmem efendiler. Demem o ki ne Uruk-Hai ne de Entreri denilen şu herif… İkisi de Bay Frodo ile benim yaşadığımız şeylerin yanında değirmende buğday tanesi gibi kalır. Bilmem anlatabildim mi Bay Merry?”

“Kesinlikle çok güzel anlattın efendi Samwise.” dedi Regis.

“Keşke Bay Frodo da burada bizlerle olabilseydi.” diyerek iç geçirdi Sam.

Regis dostunun kederini görüp kadehini kaldırdı ve “Frodo’ya!” dedi. Diğerleri de kadehlerini kaldırıp “Frodo’ya!” dediler.

“Froro’ya!” dedi Tasslehoff.

Tüm hobbitler durup yeni gelenlere kuşku ve şaşkınlıkla baktılar. “Froro değil, Frodo!” diye çıkıştı Sam.

“Sakin ol Sam.” dedi Merry. “Bak sen. Bir kender ve büyük ahaliden biri yan yana… Söyleyin bakalım, ne istersiniz bizlerden?” diye sordu arkasına yaslanarak.

“Flint’i soracaktık da… Ak sakallı, kısa boylu biri. Kısa olması normal çünkü o bir cüce. Gerçi siz de benim gibi kısasınız, o yüzden kısa sayılmaz sanırım. Kısa demişken, biliyor musunuz daha önce hiçbir hobbitle tanışmamıştım. Bizim oralarda küçük ahaliden pek bulunmaz. Gnomlar sayılmaz sanırım?” Hobbitler şiddetle olumsuz anlamda başlarını salladılar. “Gnom dedim de aklıma geldi, size Gnosh ile olan maceramı anlatmış mıydım?”

“Mızrak kahramanı Flint Fireforge’u arıyorduk da. Siz yardımsever hobbit beylerin yardımcı olabileceğini düşündük.” diyerek araya girdi delikanlı, kendisinden beklenmeyecek bir kibarlıkla.

“Ben gördüm.” diye öne atıldı Regis. “Az önce Bruenor ile birlikte dışarı çıktılar. Kızıl sakallı bir cüce. Battlehammer klanının lideri olan…” Tasslehoff’un çenesinden kurtulmak için her şeyi anlatmaya hazır birinin ses tonuyla konuşuyordu. Delikanlı buna hiç şaşırmadı. Büyük ihtimalle kendisi de aynı durumda olduğundandı bu.

“Teşekkürler.” dedi delikanlı ve Tas’ın tek kelime bile etmesine müsaade etmeden onu kolundan tuttuğu gibi dışarı çıktı.

Tekrar kalabalığın arasına karışmışlardı. Bir ‘Burnuk’la Hazine Avı’ yarışmasının önünden ilgisizce geçtiler. Tasslehoff alıngan bir ifade ile delikanlıya bakıyordu. Delikanlı “Bak Tas. Flint’i bir bulalım, istediğin kadar hikâye anlatmana izin vereceğim, söz. Yeter ki eve nasıl döneceğimi bir bulayım. Ondan sonra istersen sabaha kadar muhabbet ederiz.” dedi. Bir roman kahramanını avutmaya çalıştığına inanamıyordu.

“Sahi mi?” diye sordu Tas. “Ay çok eğlenceli olacak. Sana kender döndürme kaşığımdan bahsetmiş miydim hiç?” diye sordu hevesle.

“Eve dönüş yolunu bulduktan sonra Tas…”

“Ah evet, tamam. Şimdi… Nerede şu bizim ihtiyar? Flint’i seveceksin. Çok aksi ve huysuz biri gibi görünür ama aslında o sert kabuğunun altında altın gibi bir kalbi vardır. Gerçi senin taraftaki destanlarda anlatılmış çoğu. Ben hiç göremedim. O destanların bu tarafa getirilmesi yasaktır. Ama… Tabi ya! Sen görmüşsündür! Hatta belki okumuşsundur bile!”

“Şey…” diye mırıldandı delikanlı.

“Söylesene ha, söylese! Benden nasıl bahsetmişler? Gerçek bir kahraman gibi mi yoksa sadece bir yan karakter gibi mi yer alıyorum o destanlarda?” diye sordu Tas heves ve heyecanla yerinde hop hop hoplayarak. Delikanlı, kenderin hevesli ve umut dolu bakışlarıyla karşılaştı ve hayatında ilk defa o kitaplardan birini okumuş olmayı çok istedi. Sonra Tasslehoff’a şöyle bir baktı ve okumuş olsa da olmasa da aynı cevabı vereceğini fark etti.

“Evet Tas. Senden gerçek bir kahraman gibi, hatta o kahramanların en önemlilerinden biri olarak bahsediliyor.” dedi.

Kender sevinçle havaya sıçradı. “Biliyordum! Sevgili Margaret ve Tracy… Flint’e söyleyinceye kadar bekle! Beni hayal kırıklığına uğratmayacaklarını biliyordum. Onların bu tarafa ilk geldiği zamanı görmeliydin. Öyle şaşkınlardı ki…”

Delikanlı Tasslehoff’a gülümseyerek ve sevgiyle baktı. Sonra kendisindeki bu değişime hayret ederek durdu. Neler olmuştu kendisine böyle?

Derken Bagman’in sesi bir kez daha ortalığı inletti. Farkında olmadan yine az önce önünden geçtikleri ringin yanına gelmişlerdi.

“Caramon ve Wulfgar’a bu muhteşem karşılaşma için koca bir alkış rica ediyorum. Herkesin tahmin ettiği gibi yine dostluk kazandı. Ve şimdi de gelmiş geçmiş en iyi iki kılıç ustasının dövüşüne şahit olacağız. Bayanlar baylar… Bu tarafta Menzoberranzan doğumlu, Buzyeli Vadisi kahramanı, kolcu drow…”

“Drizzt Do’Urden!” diye kükredi seyirciler.

“Ve diğer tarafta Kaer Morhen’de yetişmiş, Rivia kahramanı, Witcher…”

“Geralt!” diye coşkuyla haykırdı kalabalık. “White Wolf!” diye çığlık attı kadınlardan biri…

Birdenbire bir parmağı ile ileriyi işaret ederek “Flint!” diye bağırdı Tas. Delikanlı, minik parmağın gösterdiği yöne doğru baktı ve ringden inen iki devasa adamın yanında duran iki gür sakallı cüceyi gördü. Tas kalabalığı yararak onlara doğru ilerlemeye başladı. Bir taraftan da minik eliyle delikanlının eline yapışmış, onu da kendisiyle birlikte ileri çekiyordu. Tıpkı daha önce olduğu gibi kenderi gören kalabalık telaşla iki yana kaçıyordu. Bu yüzden kalabalığı yarmak delikanlının düşündüğü kadar zor olmamıştı. Oraya vardıklarında Wulfgar ve Caramon oldukça yorgun ama mutlu görünüyorlardı. İkisi de ringde sarf ettikleri efor yüzünden hâlâ soluk soluğa konuşuyorlardı. Caramon, neredeyse savaşçının ağırlığı altında kırılacakmış gibi görünen tahta bir iskemlede bacaklarını öne uzatmış bir vaziyette oturmuştu. Wulfgar’da hemen onun yanında bir kolunu Caramon’a dolamış vaziyette farklı bir sandalyede soluklanıyordu. Kızıl saçlı, çilli bir kadın Caramon’un omuzlarına masaj yaparken, kumral saçlı, iri gözlü bir diğeri de Wulfgar ile ilgileniyordu. Tam onların önünde ise biri beyaz diğeri kızıl saç ve sakala sahip iki cüce hararetle tartışıyorlardı.

“Neyin var senin evlat? O lanet elften dövüşmek adına kaptığın bir şeyler yok mu?” diye söylendi kızıl sakallı cüce.

“Sakin ol baba. Bu sadece bir gösteri maçıydı.” dedi kızıl saçlı, çekici kadın.

Delikanlı şaşkınlıkla “Baba mı?” diye mırıldanacakken Tasslehoff’tan yediği bir tekme ile kendine geldi ve çenesini tuttu.

“Catti-Brie haklı Bruenor. Bu yalnızca bir dostluk maçıydı.” dedi Wulfgar.

“Dostluk maçıymış. Bah! Sen onu benim tek boynuzlu miğferime anlat. Bu savaşçı bozuntusunu tek elle yenmen lazımdı senin.” diye çıkıştı aksi cüce.

“Savaşçı bozuntusu mu? Pöh! Kim hakkında konuştuğunu unutma dağ cücesi. Caramon’u, Tanis ve ben kendi ellerimizle yetiştirdik bir kere.” dedi beyaz sakallı cüce.
Caramon gülümseyerek yaşlı dostunu sakinleştirmek için araya girdi. “Sakin ol Flint. Wulfgar haklı bu sade… AH! Yavaş ol Tika! Kolumu koparacaksın!”

“Yavaş olmuş! Az kalsın kalbime inecekti! Bir dahaki seneye bırak da başkaları katılsın böyle şeylere. Sana bir şey olacak diye düşünmekten…” derken Tika’nın sesi çatallaşıp kesildi.

“Tamam hayatım. Endişelenecek ne var anlayamıyorum. Wulfgar benim kardeşim sayılır, onun bana bir zarar vermeyeceğini biliyorsun. Hem Sturm ve Tanin bu tür gösterilere katıldığında onlara bir şey demiyorsun hiç.” diye itiraz etti Caramon.

“Ah, insanlar…” dedi Flint bezgin bir biçimde.

“Onları anlayamıyorsun değil mi? Ama itiraf etmek gerekir ki elflerden daha anlaşılırlar.” diye fikrini beyan etti Bruenor.

“Bak bu konuda haklısın işte. Yıllardır benim elfin ergenlik problemleri ve aşk karmaşaları ile uğraşıp duruyorum. Üstelik Tanis, yarım bir elf. Tam olsa ne olacak düşünemiyorum bile!”

“Hah! Sen bir de kara elfleri görmelisin. Diyarlarda adını bilmeyen kalmadı, kahramanlıkları dillere destan oldu o hâlâ iç karmaşaları ile uğraşıp kendini aşağılamakla meşgul.”

İki cüce birbirlerine bakıp aynı anda “Elfler… Pöh!” deyiverdi. Sonra da candan bir kahkaha nöbeti ile birbirlerine sarıldılar.

“Flint! Nihayet seni buldum.” diyerek patavatsızca ikiliye sarıldı Tas.

“Elfler kötü mü demiştim? Kenderleri unutmuşum.” diye homurdandı Flint, kenderin kollarından kurtulmaya çalışarak. Ardından da şöyle bağırdı; “Hançerimi geri ver seni küçük…”

“Ah pardon. Bu da nerden geçmiş elime böyle? Bu da senin sanım Bruenor.” diyerek en masum ifadesiyle bir altın kesesini kızıl sakallı cüceye geri verdi Tas.

“Moradin’in Sakalı!” dedi Bruenor şaşkınlıkla.

“Reorx’ün çekici.” dedi Flint bezginlikle.

“Ne var yahu? İki de bir çağırıp durmasanıza! Şurada kırk yılın başında bir karnavalda eğleniyoruz. Onu da zehir ettiniz!” dedi bir anda tam ortalarında beliren, kırmızılar içerisindeki oldukça şık bir cüce.

“Ah! Kusura bakma Dougan. Bu iki aksi cücenin seni bir daha rahatsız etmeyeceğine eminim. Merak etme.” dedi Tas, tatlılıkla.

“Bahse var mısın?” dedi Dougan.

“Ben varım.” diye lafa atıldı hemen ringdeki Ludo Bagman. Dougan Redhammer keyifle kıkırdayarak Bagman’a yönelirken Flint de öfkeyle Tasslehoff’a dönüp “Ne istiyorsun kapı kulpu beyinli? Senin yüzünden bir tanrılardan azar işitmediğim kalmıştı. Sayende o da oldu!” diye çıkıştı.

“Ben de seni özledim Flint. Ama şimdi sevgi gösterilerine ayıracak vaktimiz yok.” dedi Tas, sinirinden giderek kızarmaya başlayan Flint’e aldırmadan. Bir eliyle delikanlıyı yanına çağırarak “Bu benim bir dostum. Hayati Dünya’dan yanlışlıkla bu tarafa düşmüş. Ona geri dönmesi için yardım ediyorum. Tanis’i ya da Raistlin’i nerede bulabileceğimizi biliyorsundur diye umuyorduk.”

“Ben biliyorum.” diye lafa karıştı Caramon. “Raist, diğer arkadaşlarıyla birlikte Büyücüler Çadırı’nda.”

“Harika! Hep orayı görmek istemişimdir. Haydi, gidelim.” dedi Tasslehoff ve bir kez daha delikanlının elinden tutup yürümeye başladı.

“Ağır ol bakalım kender efendi! Bensiz hiçbir yere gitmiyorsun. Özellikle de Büyücüler Çadırı’na! Her tarafı berbat etmene müsaade edeceğimi sanıyorsan çok yanılıyorsun!” diye kükredi Flint ve çabucak ikilinin peşine takıldı.

***
Delikanlı, bir tarafında sakallı bir cüce diğer tarafında ise sivri kulaklı bir kenderle geniş caddede yürürken kendini oldukça tuhaf hissetti. Ama anlayamadığı bir sebepten dolayı varlıklarından mutluydu. “Yalnız olmaktan yeğdir.” diye mırıldandı kendi kendine…

Az sonra oldukça şatafatlı devasa bir çadırın önündeydiler. Çadırın etrafı, karnavalın diğer yerlerine oranla daha tenhaydı. Çadır bezinin rengini kestirmek güçtü. Sanki her adımda rengi değişiyormuş gibi gelmişti delikanlıya. Üzeri asa, süpürge, büyücülük kuleleri gibi motiflerle ustaca süslenmişti. Bu simgelerin hiçbiri çocukça görünmüyor, aksine bakanlarda derin bir saygı uyandırıyordu. Çadırın en tepesine beyaz, kırmızı ve siyah aylardan oluşan bir üçlü işlenmişti. Çadırın eteklerini ise alev desenleri ve bu alevlerde kaybolan bir yüzük motifi süslüyordu. Hemen girişte ise yeşil ve sevimli bir koruluk vardı. Koruluğun hemen dibine ufak bir tabela asılmıştı, üzerinde de şirin harflerle “Mohikan Korusu” yazılmıştı. Bu yazıyı gören Tas ve Flint, delikanlının anlayamadığı bir nedenden dolayı kıkırdamaya başladılar. Koruluğu birkaç adımda geçip çadırın girişine vardılar. Tas, kapıdan girmek için hızlı bir hamlede bulundu ama Flint tam zamanında kenderin koluna yapışarak onu durdurdu.

“Nereye gittiğini sanıyorsun sen lânet olasıca? Oraya öyle elini kolunu sallayarak giremezsin!”

“Nedenmiş o?” diye sordu Tas.

“Neden mi? NEDEN mi? Bir de neden diye soruyor. Neden olduğunu gayet de iyi biliyorsun! Çünkü karnaval boyunca âlimler orada toplanıp çok önemli meseleleri tartışırlar ve rahatsız edilmekten hiç mi hiç hoşlanmazlar da ondan!” dedi Flint. Sesini elinden geldiğince alçak tutmaya çalışsa da öfkesini kontrol etmekte zorlanıyordu.

“Âlimler mi? Amaaan, sende! Bizim Raistlin ne zamandan beri âlim sayılıyor ki?” diye kıkırdadı Tas. “Hem hep burayı merak etmişimdir. Eminim bizi gördüğüne memnun olacaktır.”

“Sesini alçalt lanet olasıca! Toplantılarını bozacaksın!” diye tısladı Flint öfkeyle. Aynı anda çadırın iç kesimlerinden gür kahkaha sesleri geldi.

“Toplantı mı? Bana daha çok parti veriyorlarmış gibi geldi.” dedi delikanlı bu ses üzerine.

Üçlü merakla ve (kender hariç tabii ki) ihtiyatla ilerledi ve bir açıklığa vardılar. Vardıkları yer bir çadırdan çok bir saray avlusu gibiydi. Yerler mermer kaplıydı ve yüksek sütunlar uçsuz bucaksız gibi görünen tavana doğru yükseliyordu. Tepelerinde, genişçe kristal bir pervazın ardında, hem gündüzü hem geceyi hem de dört mevsimi birden aynı anda yaşıyormuş gibi görünen harika bir gökyüzü görünüyordu.

“Büyü…” diye tısladı Flint. Yüzünde halinden hiç de memnun olamayan birinin ifadesi vardı.

Avlu oldukça zevkli mobilyalarla döşenmişti ve tam ortada yuvarlak, büyük bir masa vardı. Masanın etrafında ise kimi mavi, kimi kırmızı, kimi ise siyah renkli cüppeler giymiş yaşlısıyla genciyle bir sürü büyü kullanıcısı toplanmıştı. Aralarından bazıları pipo tüttürüyordu. Ve hepsi de kahkahalar atıyordu.

Tam ortalarında, masanın üzerinde, beyaz sakallı bir büyücü hararetle bir şeyler anlatıyordu.

“…ve sonra ona dönüp dedim ki; (sesini dramatikleştirerek) “Bu görev sana ait. Artık diyarların kaderi senin omuzlarında. Çünkü sen O’sun, yani seçilmiş kişi…”

Avlu yine gür kahkahalarla çınladı. Büyücüler öyle gülüyorlardı ki bazılarının gözlerinden yaşlar geliyordu.

“Peki ya sonra? Sakın bu numarayı yuttuğunu söyleme bana!” diye sordu içlerinden biri.

“Yuttu tabii ki! Seçilmiş kişi masalını herkes yutar!” dedi masanın üzerindeki büyücü kahkahalar atarak. Bunun üzerine avluda bir kahkaha daha koptu.

“Seçilmiş kişiymiş. Şuna daha çok oradan geçen bahtsız enayi demek daha doğru olur aslında!” dedi bir başkası. Yine kahkahalar…

“İlahi Merlin! Sen adamı ölmekten güldürürsün. Şey… yani gülmekten.” dedi sivri şapkalı, şaşkın görünüşlü başka bir büyücü.

“Fizban!” diyen ince bir ses tüm avluyu sessizliğe gömdü. Bir anda tüm büyücüler dönüp yeni gelenlere baktılar. Avlunun havası bir anda değişmişti âdeta. Az önce şen şakrak gülen büyü kullanıcıları şimdi her zamanki çatık kaşlı hallerine geri dönmüşlerdi. Aniden griler içerisindeki, çalı kaşlı çalı sakallı, yaşlı bir büyücü ayağa kalkıp asasını yere vurarak

“Bu ne cüret? Hangi akla hizmet âlimlerin toplantısını bölüyorsunuz?” diye bağırdı. O bağırırken sesi âdeta bir gök gürültüsüne dönüştü ve tüm avluyu kapladı. Gölgesi ise tüm ışığı kapatarak karşısındakilerin kalbine korku ve endişe düşürdü. Flint ve delikanlı anında oldukları yere büzüşüverdiler. Tasslehoff ise hiç etkilenmemiş görünerek “Vay be! Bunu nasıl yaptın?” diye sordu heyecanla.

“Gandalf! Bunu ben hallederim. Eğer müsaade edersen elbette…” diyen daha ince ve daha nazik bir ses duyuldu. Griler içerisindeki büyücü konuşan meslektaşına baktı ve “Emin misin Albus?” diye sordu usulca.

“Eminim. Sanırım konuklarımızın niye burada olduğunu biliyorum.” diyerek tatlı tatlı gülümsedi Albus Dumbledore.
Tasslehoff fırsattan istifade edip bir koşu Fizban’a sarıldı. “Fizban! Nerelerdeydin?”

“Fizban mı? Hani nerede?” dedi yaşlı kişi şaşkınca etrafına bakınarak.
Hemen Fizban’ın yanındaki gölgelerde, birisi hafifçe kıkırdadı. Ardından da kısa bir öksürük nöbetine tutuldu. Merakla o tarafa bakan Tas, başka hiçbir şeyle karıştıramayacağı kum saati biçimli gözlerle karşılaştı.

“Raistlin!” diyerek sarılmak maksatlı kollarını açtı ve narin büyücüye yöneldi. Fakat Raistlin’in aniden açılan gözleri ona bunu yapmaması gerektiğini hatırlattı ve hareketini yarıda kesti. “Her yerde seni arıyordum Raistlin. Bize yardım etmen gerek.” dedi.

Raistlin ise “Yardım mı? Neden sana yardım edecekmişim ki?” dedi alt dudağını küçümser bir şekilde bükerek.

“Neden mi? Neden olacak? Biz dostuz da ondan! Beni kıramayacağını biliyorum, haydi ama!” diyerek ileri bir adım attı.

“Bana dokunursan… Seni bir kurbağaya çeviririm.” diye tısladı Raistlin tehditkâr bir biçimde.

Tasslehoff bir an duraksadı. Sonra kocaman açılan gözlerle “Gerçekten mi?” diye sordu hevesle.

Raistlin bezgin bir homurtu koyuverdi. “Neden hazır kendisi buradayken Pala… Demek istediğim Fizban’dan yardım istemiyorsun ki Tas?” dedi, düş yakamdan dermişçesine bir ses tonuyla.

“Bak bu iyi bir fikir işte!” diye şakıdı Tas. Sonra boş bakışlarla kendisine bakan Fizban’a döndü. “Bize yardım edebilir misin Fizban?” diye sordu büyücüye.

“Yardım mı? Elbette oğul. Şapkamı bulur bulmaz…” dedi Fizban.

“Aman Fizban, şapkan her zamanki gibi başında!” diyerek kıkırdadı Tas.
Bunun üzerinde Fizban’ın yüzündeki şaşkın ifade yerini yavaş yavaş bilgiç bir bakışa bıraktı ve bir elini kenderin omzuna koyarak “Merak etme oğul. Sen üstüne düşeni yaptın. Bundan sonrası Albus’a kalmış.” dedi sakince. Tasslehoff arkasına döndüğünde Dumbledore’un delikanlı ve cücenin yanı başında olduğunu gördü.

Dumbledore, yarım ay biçimindeki gözlüğünün arkasından bakarak delikanlıyı iyice süzdü. O mavi bakışlarda garip bir şeyler hissetti delikanlı. Sanki aklındakileri okuyabiliyorlarmış gibi geldi bir anlığına. Dumbledore nazikçe gülümseyerek “Sanırım burada geçirdiğin kısa zaman senin için faydalı olmuştur.” dedi.

“Şey… Aslına bakarsanız evet.” dedi delikanlı utanarak. Biliyordu! Onlar hakkında neler düşündüğünü biliyordu! Ya diğerlerine de söylerse? Ama bu buraya gelmeden önceydi…

“Merak etme, her şey yoluna girecek.” dedi Dumbledore, delikanlının koluna girerek onu avlunun uzak bir ucuna doğru götürürken. Tas ve Flint de hemen peşlerindeydi.

“Kitap okumak sandığın gibi boş bir uğraş değildir. Başkalarını okudukları şeylere göre eleştirmek ise bomboş… Özellikle de neyi ne hakkında eleştirdiğini tam manasıyla bilmiyor ve hurafelere dayalı eleştiri yapıyorsan. Anlıyor musun?”

“E-Evet efendim.” diye kekeledi delikanlı.

“Geri döndüğünde daha da iyi anlayacaksın.” diye gülümsedi Dumbledore. Delikanlı ne demek istediğini tam anlayamamıştı ama nedense yakında öğrenecekmiş gibi bir his vardı içinde. “Şimdi…” dedi Dumbledore, ıvır zıvırlarla dolu bir fıçının başına geldiklerinde. “Senin ki hangisiydi? Ah, evet. Saç fırçası…” Asasının bir hareketiyle eski bir saç fırçası fıçıdaki diğer anahtarların arasından sıyrılıp delikanlının eline konuverdi.

“Arkadaşlarına veda etmek istersin sanırım?” diye sordu yaşlı büyücü kaşlarını havaya kaldırarak.

“Gidiyor musun yani? Ama daha sana anlatacağım hikâyeleri dinlemedin bile…” dedi Tas, hüzünlü bir sesle. Delikanlı bir dizinin üstüne çökerek “Üzgünüm Tas, şu an için buna vaktimiz yok maalesef. Ama söz. Efsaneleri özellikle senin için bir kez daha okuyacağım.” dedi.

“Ay gerçekten mi? Duydun mu Flint?” diyerek yaşlı cüceyi dirseğiyle dürttü kender. Flint ise içerisinde “kapı kulpu” ve “lanet kender” kelimeleri geçen bir homurtu koyuvermekle yetindi.

Delikanlı Flint’e sarıldı. Flint bundan pek memnun kalmamış görünse de kısacık bir süre kendisine sarılmasına izin vermiş sonra da homurdanarak kolları kendinden uzaklaştırmıştı. Tas ise delikanlıya daha uzun süre sarıldı.

En sonunda Dumbledore “Gitme zamanı.” dedi. “Cüzdanı geri vermen gerekmez mi Tas?” diye ekledi ardından.
“Hangi cüzdan? Ay, bu senin mi?” diyerek cüzdanı delikanlıya uzattı kender.

“Aferin Tas. Ama sanırım saati de geri vermen gerekecek.” dedi Dumbledore, tatlı tatlı gülümseyerek. Tas hafif utanarak saati de geri verdi. Bir taraftan da Flint’e “Bunu nasıl yapıyor anlamıyorum.” diye fısıldamakla meşguldü. Flint ise her zamanki gibi homurdanmakla yetindi. Bu kadar büyücünün arasında olmaktan hiç de memnun görünmüyordu.

Delikanlı bir iç çekip şöyle bir etrafına baktı. Büyü kullanıcıları etraflarında yarım bir daire oluşturmuş, onun gidişini izliyorlardı. Tas, gözyaşlarını tutamayarak “Kendine iyi bak!” diyerek çılgınca el sallamaya başladı. Flint’e çarpıp miğferini yere düşürdüğünün ve cücenin daha fazla homurdanmasına neden olduğunun farkında bile değildi. “Bizleri unutma. Umarım burayı sevmişsindir. Aman canım, ne saçmalıyorum ben? Tabi ki de sevdin. Hayali Dünya’yı bir kenderden çok daha ne sevdirebilir ki?” diye ekledi ardından.

Delikanlı kenderden ayrıldığına mı üzülsün yoksa büyücülerin ve cücenin bu yorum karşısında gözlerini devirmelerine mi gülsün bilemedi. Sadece el sallamakla yetindi.

Ardından saç fırçası parlak bir ışıkla parıldamaya başladı.

***
Delikanlı gözlerini açtığında her şeyin başladığı açıklıkta boylu boyunca yatmaktaydı. Gözlerini kırpıştırarak yerden kalktı. Bütün bunların bir rüya olup olmadığını düşünüyordu ki elinde sımsıkı tuttuğu saç fırçasını gördü ve iliklerine kadar ürperdi. Bir koşu tutturup kasabaya doğru yöneldi. Kitapçı kapanmadan dükkâna ulaşmayı umuyordu. Emin olması gerekiyordu. Soluk soluğa kendini dükkânın kapısından içeri attı. İlk baktığı şey Cüce Derinlikleri’nin görseli oldu. İşte Tas oradaydı. Flint de öyle… Şu yanlarındaki de Tanis olmalıydı. Geri geri birkaç adım atıp görsele şaşkın bakışlarla bakmaya devam etti. Sonra hızlı bir şekilde rafların arasına daldı. Fantastik reyonunu bulduğunda çılgın gibi kitapları karıştırmaya başladı. Sonra aradığı şeyi buldu. Ejderha Mızrağı Destanı…

“Destanlar…” diye fısıldadı kulağında Tasslehoff’un minik sesiyle.

“Gerçi senin taraftaki destanlarda anlatılmış çoğu. Ben hiç göremedim” diyordu ses. Titreyen ellerle kitabı raftan nazikçe aldı ve sayfalarını dikkatle çevirerek rastgele bir sayfayı okumaya başladı.

“Ayy Tanis! Görmeliydin! Çok eğlenceliydi!” cümlesini okuduğunda gülümsemeden edemedi.

Dükkândan çıktığında iki elinde de kitaplarla dolu poşetler vardı. Fantastik kitaplarla… Kardeşinin koleksiyonunda olmayan tüm kitapları satın almıştı. Kardeşinin istediği kitap da aralarındaydı. Eve gidip okumaya başlamak için sabırsızlanıyordu. Tabii ki kardeşinden özür diledikten ve barıştıktan sonra… “Sanırım kardeşimle yeni bir ortak noktamız var artık. Ve yeni bir kavga sebebimiz… Okuma sırası kavgası!” diyerek gülümsedi ve evinin yolunu tuttu.

Hayati Dünyadan Bir Misafir” için 16 Yorum Var

  1. Muhteşemdi!

    “Aaa Neville, aa Luna, aa Tass! Aaaaa herkesi anladım ama Dougan Redhammer bile burda!” şeklinde nidalarla okudum ve okurken oldukça eğlendim ^^.
    Ellerinizi sağlık! Lezizi bir öyküydü ve her seriden karakterleri çok güzel harmanlamışsınız. Genç delikanlıyada kapak oldu hani :P.
    Baştaki abi ve kardeş arasındaki dialogda güzel bir taşlamaydı. Fantastiğe olan bakış açısını harika bir hikayeyele işlemişsiniz :D.

    Tebrik ederim. Güzel bir kurgu ve harika bir hayalgücüydü

  2. Olağanüstüydü!

    Hazal ile kafiyeli bir yorum yapmak için bu şekilde başlayayım dedim yoruma. :)) Bir hikaye bu kadar mı keyif alınarak okunabilir. Uzun zamandır Tas olmadan devam ediyordum ki birden burada karşıma çıkınca oldukça sevindim! İ

    İlk başta Harry Potter’dan kesit daha sonra Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar, Yüzüklerin Efendisi… hepsi ama hepsi birbirinden güzeldi.

    Başından sonuna çok sevdiğim bir öyküydü. Hani bir bu kadar daha yazmış olsan sıkmadan usanmadan okurdum. Genellikle diğer romanlardan alıntı yapılan hikayeler pek sevilmezya, bu tam tersi etki yarattı. “Fantastik Diyarlar Karnavalı” olayıda harikaydı!

    Tekrar tekrar ellerine sağlık. 🙂

  3. Kafiyeli yorumun sayesinde bir an kendimi bir romanın arka kapağını okuyormuş gibi hissettim 🙂 Çok teşekkür ediyorum övgü dolu yorumların için.

    Bu arada hikayenin son kısmında parlak fikirleri ile bana yardımcı olan değerli bir dostuma da buradan teşekkürlerimi sunarım.

  4. Selamlar!

    İlk defa senden bir öykü okuyorum ve gerçekten etkilediğimi söylemeliyim. Zaten okuyup beğendiğim(iz) bütün diyarlara kısa bir gezi düzenlemişsin resmen. 🙂 Hepsini de bir karnaval etrafında birleştirmek çok yaratıcıydı.

    Olaylara gelirsek; gencin fantazyayı sevmemek için geçerli nedenleri varmış. Okurken gerçekten de hak verdim ona. Ki bu önemli bir artı bence. Günümüzde fantazyaya karşı olan “çoğu” kimsenin böyle ciddi bir nedeni yok diyebiliriz. Hep kulaktan dolma bilgilerle oluşuyor bu ön yargılar. Bu nedenle karakteri daha ilk baştan sevebilmeyi başardım.

    Caramon – Wulfgar karşılaşmasını keşke Caramon kazansaydı, dedim okurken. 😛 Wulfgar’ı oldum olası sevmemişimdir. : )

    “Seçilmiş Çocuk” göndermelerine de bittiğimi eklemeliyim. : )

    Fizban ve Tas’ı yeniden görmek muhteşemdi. Ayrıca şu sözlerden çok etkilendim:

    “Gerçi senin taraftaki destanlarda anlatılmış çoğu. Ben hiç göremedim”

    Bizleri ücretsiz bir gezintiye çıkardığın ve iyi vakit geçirmemizi sağladığın için teşşekkür ediyorum.

    Ayrıca önceki aylarda yayınlanan öykülerini de, vakit buldukça okumak istiyorum. Not ettim, merak etme. 😛

    Kalemine sağlık.

  5. Rüya gibi bir şeydi bu. Allstars maçı izlemek gibi, yada DC vs Marvel tipi bir oyun oynamak gibi. Nefis kokulu, tadı tuzu yerinde baymayan, kıvamı uygun ve boğazdan kaymak gibi giden bir çorba.

  6. “Nutkum Tutuldu! Bir Sonraki Kainatlar Savaşını Unutun Bu Öykü Tam Size Göre.” -The Times

    Bu öykü evrensel yayınlansaydı alacağı en kötü yorum bu olurdu herhalde okurken bu öykünün devamı mutlaka gelmeli dedim ama Caramon Benimde favorimdi ama olsun hepte iyiler kazanmasın sıkıcı oluyor =D

  7. Eh bir şey söylemeye gerek yok sanırım. Şu çizgi filmlerin bir anda bütün karakterleri buluşturup çektiği ve benim zevkten dört köşe olduğum çizgi filmler(animasyonlar) gibi. Klişelere yapılan göndermeler iyiydi.

  8. Hepinize birbirinden değerli ve güzel yorumlarınız için teşekkür ederim arkadaşlar. Yazarken tek düşüncem fantastik eserlere gönül vermiş olan sizin gibi okurların yüzünü gülümsetebilmekti. Görüyorum ki bu amacıma ulaşmışım. Eğlenmenize çok sevindim.

    Bu arada ben ne Wulfgar’ın ne de Caramon’un galibiyeti hakkında kesin bir şey yazmadım. O kısımı okuyucunun kendisine bırakmıştım. Siz kendiniz galibiyeti Wulfgar’a vermişsiniz 🙂 İronik değil mi? 🙂

    Tekrardan teşekkürler…

  9. Bense galibiyeti Caramon aldı diye algıladım :P. Caramon’a burdan “yakışıklısıııın, karizmatiksiiiin! Caramon sen bizim her şeyimizsin!” tezahüratı yapmak istiyorum :P.

  10. Ne fesatmışsınız ya. Caramon en sevdiğim serinin güzide bir karateri. Özel bir ilgim yok, sadece Ejderha mızrağı olunca o seriye ait bir karatere tezahürat yapmak geldi içimden 😀

  11. öncelikle ridiculous böcürtü etkisizlestrme büyüsü diye hatrylyrm:)) gzel olmus bnmde bu tarz bir hikayem var:))

  12. Evet, ridiculous yani sersemletme büyüsü böcürtler üzerinde de etkiliydi. Doğru hatırlıyorsunuz. Fakat bu büyü sonraki kitaplarda “sersemletme” olarak çevrilen büyüyle aynı. En azından okuduğum İngilizce kitaplarda böyleydi.

    Bu arada temayla alakalı olmayan hikayelerinizi forumumuzda da paylaşabilirsiniz.

    Çok teşekkürler…

  13. Ben hikayelerimin burda yaynlanacak kadar olgunlastgni sanmiyorm henüz:) hele sizin hikayelerinizin yaninda:))
    kitaplari Türkçe okudugum için o konuda bir yorum yapamayacagim:))

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *