Öykü

Hiçkimse; Dağdaki Baraka

Adamın kendine hammadde bulmak için yaptığı bu yolculukları bazen birkaç gün sürüyordu. Bereketli bir avda dönüş çabuk oluyordu ama talihi yaver gitmezse yani beklediği güzellikte av bulamazsa yoluna devam ediyordu. Özellikle dağlarda yaşayan asi hayvanların kürkleri daha güzel oluyordu. Kürkleri işi için etleri mutfak için ayırıyordu. İster kurt ister ayı isterse bir tavşan veya dağ keçisi olsun dağın temiz havasını alan avları kendilerini havadan kardan korumak için uzun tüylerden oluşan ve çoğunlukla kar gibi beyaz kürklerle donanmış oluyorlardı.

Feta, yola çıktığında çabuk döneceğini düşünmüştü. Çünkü kış boyu ava çıkılmadığı için avları iyice semirmiş olmalıydılar. Tüylerini dökmeden onları yakalamalıydı. Bu da bol av demekti. Ama gelgelelim işler umduğu gibi gitmemişti. Gün boyu yıllardır gittiği yerlerde dolanmış yayını anca bir ya da iki kere gerebilmişti. Oda elleri boş dönmesin diye bir tavşan vurabilmişti. Derisinden bir kürklü şapka bile yapamazdı. Öğleden sonra köyden iyice uzaklaştığını anlayınca geri dönmek yerine geceleyebileceği bir yer arıyordu.

Pusların arkasında hayal meyal görünen güneşin ufka iyice yaklaştığı saatlerde karanlık çökmeden geri dönemeyeceğini anlamıştı. Çevresine bakındı, geldiği yerde aşağılarda bahar ayları yerini yaza bırakıyor olmasına rağmen buralarda hava soğuktu. Kar sınırını çoktan aştığı içinde çevresi yer yer bembeyazdı. Ayaklarının bastığı karların erimesi temmuz aylarını bulurdu. Eliyle çantasını yokladı ve çakmak taşını orada hissedince içi rahatladı. Çakmak taşı varsa yanında çıra duruyor demekti. Çevresine bakındı, yakabileceği kök ve dalda bulmakta sorun yaşamayacaktı. Biraz daha dolanabilir belki akşam saati iyi bir dağ keçisi veya kızıl tilki vurabilirdi. Yolunu yukarı çevirdi ve adımları ağır ağırda olsa rakımını yükseltmeye başladı.

Genç adamın içini korku kaplamaya başlamıştı. Gökyüzünün griliği iyice siyaha dönmeye başlamıştı ve hala saklanabileceği bir girinti veya mağara bulamamıştı. Kuzey rüzgârlarına kapalı bir duvar dibi gibi yer buldu. Kayalar orada iyice düzleşiyor duvarı andırıyordu. Çevresine bakındı. Bulabildiği kadar dal parçaları buldu. Ateşi gece boyu beslemeliydi. Yığınının yeteri kadar olduğuna kanaat getirince akşam yemeğini hazırlamaya girişti. İyi bir tavşan çevirmesi yiyecekti. Yılların verdiği alışkanlıkla hayvanın derisini bütün parça olarak çıkardı. Geceyi geçirmek için her şey hazırdı artık.

Uyandığında her yanı tutulmuştu ve ateşi sönmek üzereydi. Yemeğini afiyetle yedikten sonra sırtını düz kayaya vermiş ateşe iyice yaklaşarak bağdaş kurmuştu. Yerinden kalktı çevresine bakındığında tanımadığı yerlere geldiğini anlamıştı. Bu tür av gezilerini sıkça yaptığı için çevreyi iyice biliyordu ama bu defa alaca karanlıkta her zamanki güzergâhından iyice uzağa gitmiş olmalıydı. Karnı acıkmış olsa da çantadaki peksimetlere el atması için daha erkendi. Mademki bu kadar uzağa gelmişti o halde eli boş dönemezdi. Çevresine bakına bakına olası avların izlerini araştırarak yol aldı birkaç saat daha. Birden içine bir kuşku düştü. İzleniyordu. İlgisizce ve yavaşça çömeldi. O zaman hemen sağında ve az ilerisinde bir kurt olduğunu sessiz. Kurtların sürü hayvanları olduğunu biliyordu ama bu yalnız bir kurttu. Yeri eşeliyormuş gibi yaparak göz ucuyla hayvana alıcı gözüyle baktığında tüylerinin parlak ve grİden beyaza yakın bir tonda olduğunu gördü. İyi bir kürk çıkabilirdi. Yavaşça omuzuna astığı oku çıkardı sadağından bir ok çekmek üzereyken Kurt başını yukarı kaldırdı ve ulumaya başladı. Ardından da adamın yayını çekmesine fırsat bırakmadan ileri doğru fırladı.

Adam aşağıda köyde söyleyemeyeceği bir küfrü haykırdı. Peşinden fırladı. İki günlük bir maceradan eli boş dönemezdi. Hayvan biraz koştuktan sonra garip bir şekilde durdu. Rakibinin yaklaşmasını bekledi. Avcı elindeki oku bir daha yayın kirişine yerleştirince yine hızla fırladı. Bu oyun birkaç defa tekrarlandı. Yaklaşık yarım saat sonra durduğunda iki devasa kaya arasındaki dar geçidi ve ayaklarının hemen dibinde başlayan belli belirsiz basamakları fark etti. Ulumayı tekrar duyduğunda kurdun uzun merdivenvari yükseltinin üst başında duruyordu. O zaman avcı buraya gelmesinin tesadüf olmadığını anlamıştı. Kendisini neyin beklediğini düşünerek merdivenleri çıkmaya başladı.

Yukarı vardığında en az yüz basamağın üzerine bastığını tahmin ediyordu. Nefes nefese kalmıştı. Çevresine bakındı ve yılların verdiği alışkanlıkla yürüyen kürkler aradı. Ama kader onu kürk ve derilerin ötesinde bir şey için getirmişti. Çıktığı yer küçük bir düzlüktü. Birkaç adım ötesinde bir zamanlar bir ev olduğunu anımsatan kalıntılar vardı. Maceracının biri bir zaman burada yaşamış olmalıydı. Kim olabilir diye düşünürken aklına aşağı zaman zaman anılan yaşlı çiftin hikâyesi geldi. Yüz yıllar önce çok uzaklardan gelen karı koca buraya yerleşmişti. Söylentilere göre adam kendilerine derme çatma bir baraka yapmıştı. Uzun bir zaman bu baraka da yaşamışlardı. Ne zaman adamın ama özellikle kadının ulu kişi olduğu anlaşılınca sevenleri kendilerine o baraka yerine taştan, sağlam bir bina yapmıştı. Şimdi çoktan unutulmuş bir Tanrıya adanan mezhep kurmuşlardı. Az da olsa kendilerine inananları olduğu söylenilmişti. Fakir ama mutlu bir yaşantıları vardı. Kadının bilgeliği o zamanlar çok yaygın olmalıydı ki öldüklerinden sonra o taş bina bir zaman ziyaretçi akınına uğramıştı. Yine o söylentilere göre adamın ailesini geçindirmek için özel bir çaba göstermesine gerek kalmıyormuş. Kurtlar avlarından birer parça kendisine bırakıyorlarmış. İşte avcı bu kalıntıları görünce aklına bir masal gibi anlatılan o söylentiler geldi. Zaten hep öyle olmuyor muydu; gerçekler efsaneye efsaneler masala dönüşmüyorlar mıydı zamanla…

Adam şaşkınlığı geçer geçmez o güzel kürkü taşıyan hayvanı arandı, kurt geldiği gibi kaybolmuştu. Bir kere daha gözleri çevresini taradı. Kalan duvarlar neredeyse silinmişti, yer yer ancak diz boyu yüksekliğe kadar yükselen kısımları vardı. Yine de kapı bölümü belli oluyordu. Bakışlarını düzlüğün ötelerine kaydırınca kayaların dibindeki mezarı fark etti. Ama yalnızca bir mezar vardı. O zaman eşlerden biri muhtemelen adam eşi öldükten sonra gitmiş olmalıydı. Mezarın hemen yanındaki toprak yığınına kaydı gözü. Bir heyelan dağdaki çamuru ve toprağı düzgün bir kayanın üzerine indirmişti. Belinde asılı bıçağını çıkardı eşeleyince tek parça bir kayanın ama düzgün bir kayanın heyelanın altında kaldığını gördü. Belki müritle kendi Tanrılarını buraya kayalara işlemişlerdi. Merak etti ne olduğunu ama önce karnının acıkmasını gidermeliydi. Aklına eşine ne söyleyeceği geldi. Bu ikinci günüydü dağlarda ve hala elleri boştu. Dağda bir gece daha kalmak istemiyordu. Çantasındaki tavşanın kalan yarısını çıkardı ve pişmiş soğuk eti çiğnemeye başladı.

Hava soğumaya başlamıştı. Gökyüzü kuzeyden esen rüzgâr yardımıyla fırtına bulutlarını topluyordu sanki. Her ne yapacaksa acele etmesi gerekiyordu veya kendisini fırtınadan koruyacak korunaklı bir yer bulmalıydı. Eğer bir gece daha kalacaksa açıkta geçiremeyecekti geceyi. Bir yandan elindeki eti kemiriyor diğer yandan çevreyi dolanıyordu. Bu fakir insanlardan geriye altın veya mücevher tarzı bir hazine kalmayacağını biliyordu. Yine de merak duygusunu gidermeli aşağıdaki dostlarına, meyhanede içerken Dağdaki barakanın kalıntılarına kadar gittiğini ispatlayacak sağlam kanıtlar götürmeliydi. Taş yapının yarım duvarlarıyla belirlenen içine girdi. Karın ve rüzgârın getirdiği taş ve topraktan başka bir nesne yoktu. Birden bir hırıltı duydu. Kurt geri dönmüş, ötede mezarın yanı başında ön ayaklarıyla toprağı eşeliyordu. Bir an göz göze geldiler. Hayvanın derin ve korkusuz bakışlarından etkilenmişti sanki. Üşenerek yerden iri bir taş aldı ve kurdun olduğu tarafa fırlattı. Boz renkli iri hayvan bir iki adım uzaklaştıktan sonra aynı noktaya dönmüş ve ayaklarıyla yeri eşelemeye tekrar başlamıştı. Bir taş daha attı ve bir tane daha, adamın adımları oraya yönelince kurt geri çekildi ve kayaların üzerine uzağa gitti, avcı verdiği mesajı almıştı.

Genç avcı neler yaptığı ve yaşadığı konusunda bir şey düşünemiyordu. Bir hayvanın peşinden buralara gelmiş ve aynı hayvanın eşeleyerek yer gösterdiğini düşünüyordu. Pati izleri mezarın ya da mezar olduğunu sandığı yerin ayakucuna düşüyordu. İçinden kurdun avladığı ve sakladığı birkaç kemik bulursa kendine çok güleceği düşünüyordu. Biraz eşeledi ama kayda değer bir şey yoktu. İçinden gelen sesi dinledi ve açtığı çukuru genişletmeye ve derinleştirmeye başladığında uzakta yüksek bir kayanın üzerine sıçrayan kurdun uluduğunu duydu. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Aklı hemen oradan uzaklaşması gerektiğini söylüyordu. Geriye köyüne dönmeli ve birkaç gün sonra başka bir yöne ava gitmeliydi. Ama merak duygusu kene gibi ısırıyordu kendisini. Kazmaya devam etti. İşte o zaman büyük bir sarsıntı ile bulunduğu zemin titredi. Nasıl bir derde bulaşmıştı.

Üzerine düşebilecek kayalardan kaçmak için yukarı baktığında az önce merak ettiği yığının dağıldığını ve kayan toprakların örtüğü kocaman kaya ortaya çıktı. O an aklına hemen hatırlamadığı efsanenin başka bir bölümü geldi. Evin kadını kayalardan bir heykel yaptığı anlatılmıştı eskiler tarafından. Karşısında üç adam boyunda, kayalardan oyulmuş uzun bir zaman üzerinde emek verilmiş olduğu belli olan bir ejderha vardı. İri bir başı, baş ile pullu gövde arasında kalın bir boynu, gövdenin bitiminde uzun bir kuyruğu olan ve kocaman kanatlarını gövdesine bitiştirerek pençelerinin üzerinde oturan bir beyaz ejderdi bu. Güzel bir havada gökyüzünde süzülen bir bulut veya döne döne yere inen bir kar tanesi ne kadar beyazsa o kadar beyazdı. Hayranlıkla heykele baktı. Canlı gibi duruyordu. Etkilenmişti, kısa bir tereddüt yaşadı ama ustası bilinmeyen bir kişi tarafından işlenen kayadan korkamazdı. İçinden gelen kazmaya devam et sesine kulak verdi ve kısa bıçağıyla toprağı eşeledi.

Birden bıçağının ucu sert bir nesneye değmişti. Elindeki çeliği bir kenarı bıraktı ve avuçlarıyla eşeledi. Bulduğunun, bir kutu olabileceği aklına geldiğinde, birkaç dakika önce aklına gelen ve ihtimal vermediği seçenek gerçek olabilir miydi? Mücevher… Kayanın üzerinde kıpırdamadan kendisini izleyen kurt bir kere daha uludu ama bu defa sesi daha ürkünçtü. Neler oluyor diyemeden dev heykelin kıpırdandığını gördü. Yoksa uyuya mı kalmıştı, ellerine baktı donmuş toprağın soğuğunu parmaklarında hissediyordu, öyleyse rüya değildi.

Kurdun ulumasını dağlarda yankılanan bir çığlık susturdu. O kadar keskin bir sesti ki avcı elleriyle kulaklarını kapamak zorunda kalmıştı. İşte o zaman kabuğunu yeni kırmış bir civciv gibi hareketlendi yaratık. Kanatlarını oynattı. Çevresinde olanların farkına varmamıştı ama zincirinden boşanan bir köpeğin yapacağını yaptı ve olduğu yerden havalandı. Çıkabildiği kadar yükseğe çıktı. Beyaz kanatları bulutlarla bir olasıya kadar yükseldi. Sonra tüm hızıyla alçalmaya başladı. Yuvası olabileceği yere değecekmiş kadar yakın geçti ve sola kısa bir daire hareketi çizip geri döndü. Adamın şaşkınlığı geçmiş içinde olduğu berbat durumun farkına varmıştı ve yapabileceği tek şeyi yapıyordu. Eşyalarının olduğu yere koştu. Yayını aldı ve sadağından bir ok seçti. Yayını tüm gücüyle gerdi, nefesini tuttu ve beklemeye başladı.

Yıllardır bir taşın içerisine hapsedilen ruh aniden serbest kalmanın neşesi içerisinde havada dönmüştü sevinçle. Ettiği dualar yerini bulmuştu emaneti tehdit altındayken uyandırılmıştı. O zaman kendisine verilen bu görevi yerine getirmeliydi taş gibi beklediği yüzyılların gereği ve de verilen uzun ömrün bedeli buydu. Zar kanatlarını ilk defa kullanıyordu. Havada döndü ve birden alçalmaya başladı. Bütün bunlara sebep olan kişi aşağıdaydı ve kaçmıyordu, öfkelendi. Yabancı kuzusunun saklandığı yeri bulmuştu. Daha kötüsü O’na bir zarar verecek gibiydi. Geniş bir daire çizdi hedefine doğru hızla yaklaşıyordu. Ama hedefi, bebeğinin yanından kaçıp yıllarca yaşadığı evin kalıntılarına yöneldi. Şaşkınlığı arttı, densiz adam kendisine ok atmaya çalışıyordu. Üzerinden bir kere daha geçip kaçıracaktı kendisini.

Ok yaydan fırladı ve hızla üzerine gelen hedefe çarptı. Sanki bir duvara çarpmış gibi yansıdı. Avcı o zaman karşısındakinin gerçek bir ejder olduğunun farkına vardı. Bir ok daha çekti sadağından hızla kirişe yerleştirdi ve saldı. Bir etki yaratmayacağını biliyordu ve aynen öyle olmuştu. Canavar oyun oynar gibi oku kuyruğuyla savurdu. İşin eğlencesi kalmıştı kendisine uzun zamandır çakılı kalmanın acısını çıkarmalıydı. Havada bir kere daha döndü ve kaçmaya çalışan insanoğlunun üzerinden neredeyse değecek kadar alçalarak geçti. Aniden dönüp karşında durdu. Adam bir kere daha geriye doğru kaçmaya çalıştı bir kere daha üzerine doğru gitti ve yine karşısında durdu.

Her defasında önüne geçen bu yaratığın nasıl bu kadar çevik olduğunu anlamıyordu. İri bedeni hantal değil aksine her kasını doğru hareket ettirerek hızla dönebiliyordu. Adam kaçamayacağını anlayınca son nefesine kadar savaşmaya karar verdi ve mezar başında bıraktığı kısa bıçağına koştu. Koca pullu yüz, adım adım kendisine yaklaşıyordu. Kıyasladığında dişlerinin bile bıçağından daha uzun olduğunu görmesi moralini bozmuştu ama yapabileceği bir şey yoktu. Bıçağı taşıyan kolunu salladı sert pullara çarpan çeliği hayvan hissetmedi bile. Burnuyla dokununca adam sersemledi ve bir adım geri atmak zorunda kaldı. Sıcak ve iğrenç nefesini verince de avcı bayılacak gibi oldu, gerilemeye başladı. Ayağı takılınca kendini yerde buldu ve anında pençelerden birini göğsünde hissetti. Üzerindeki ağırlıkla zorlukla soluk alsa da öfkeyle sordu

“Sana ne yaptım ki, benden ne istiyorsun?” Ejder adamın kötü niyetli olmadığını sadece korkmuş olduğunu anlamıştı. Geçirdiği o evreden önce sahip olduğu hisleri aynen taşıdığı için sezgilerine güvenebilirdi.

“Niçin sonsuzluk uykusunda uyuyanları rahatsız ediyorsun, neden bana emanet edilen yeri kazıyorsun” Ses o kadar gür ve korkutucuydu ki avcı ne diyeceğini bilemedi. İstediği işleyebileceği kürkleri ve derileri taşıyan hayvanlardı. Şimdi bir vahşi kurdu izleyerek geldiği ve yine aynı hayvanın işaret ettiği yeri eski bir mezarın ayakucunu kazdığını nasıl anlatacaktı. Onlar bu durumdayken kurt yanlarına usulca yaklaşmıştı. Bir an yeni sağılmış süt rengindeki ejderhayla göz göze geldi. Avcı bunları düşünürken kanatlı canavar aklından geçenleri okumayı başarmıştı.

“Korkma avcı, iyi birine benziyorsun, kim bilir belki de nöbeti devralacak ve evladımı sen koruyacaksındır artık.” Ejderin kocaman gözlerinde bir umut ışığı belirmişti sanki. Kendi kendine konuşur gibi ses telleri tıslamaya devam etti. “Siagel’in uyanmasının zamanı gelmiş olmalı ki kader seni bana gönderdi.”

“Beni kimse göndermedi. Ben aşağıda yamaçtaki köyün bir sakiniyim. Basit bir dericiyim, buralarda da işleyebileceğim kürkleri taşıyan avlar arıyorum”

“Hayatının avını buldun öyleyse. Sana işleyebileceğin çok iyi bir cevher vereceğim.” Sesi gülmeyi andırıyordu sanki.

“Hadi kazmaya devam et.” Pençelerini adamın üzerinden kaldırdı. Adam yattığı yerden doğruldu. Ölümle yüz yüze gelmiş ve hayatta kalmayı başarmıştı. Mezara gitti ve az önce parmaklarına takılan nesneyi çıkarmaya başladı. On dakika sonra işlemeli bir ahşap kutu kucağında ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Ejderha, yanına usul adımlarla yaklaştı ve adama “Hadi sırtıma bin” dedi. Önünde eğilen başın dikenli çıkıntılarına tutunarak hayvanın boynuna oradan da sırtına geçti. Kucağındaki kutuyla bu zor olmuştu ama pulların üzerinde dengesini bulmuştu. Havalanmadan önce son duyduğu ses “Sıkı tutun olmuştu. Birkaç saniye sonra ağzında bir kutu ve sırtında bir adamla beyaz bir ejder havalanmış akşamın sisli atmosferine karışmıştı.

Kadın, kendisine her zaman sevecen davranan adamını seviyordu. Yıllar önce nereli olduğunu bilmeden köylerinden gelen delikanlıyı gördüğünde sevmişti. Uzun boyluydu ve geniş omuzları vardı sarışına kaçan kumral tenli yiğidin. Göçebe gibi tek başına yol alıyordu. Dün gibi anımsıyordu eşinin köye gelişini, kış aylarında akşam vakti omuzunda yayı ile köye gelmişti. Ranel Köyü Büyük suyun kuzey doğusunda ovaların ve yaylaların bittiği geçit vermez karlı dağların başladığı yerde kurulmuştu. Köy, çıkmaz sokağın son evi gibiydi. Sarp kayalar, derin uçurumlarla işlenmiş zirveleri bulutlarla kaplı sıra dağların ardındaki ülkelere gidebilmek için geri dönüp başka yollar bulmalıydınız. İşte bu yüzden Kebasa, köyün beyaz tenli mavi gözlü kızı o delikanlının köylerine gelmesini Tanrının bir lütfu olarak görmüştü. Ve genç adam köyde Yılların derici ustası Usta Yatey’in yanında çalışmaya başlamıştı. Köye geldikten bir yıl sonra da düğünleri olmuştu.

Ranel Köyünün ilahesi, Kebasa’ya jest yapmış yakışıklı ve sevecen bir armağan vermişti ama bu armağanı taçlandıracak bir meyve vermemişti. Genç evli kadının annesine kalsa sorun yabandan gelen adamdaydı, köyün yaşlı cadısına göreyse üzerlerinde etki vardı ve bu etki bozulamazdı. Sonuçta ilaçlar hazırlanmış, uzak diyarlardan değişik tatlarda meyveler getirilmişti ama sonuç değişmemişti. Gerçi bu karı kocayı rahatsız etmiyordu ama yine de evde çocuk sesinin olmayışı büyük bir eksiklik olarak görülüyordu. Şimdi akşam saatlerinin yaklaştığı bu aralar evde çocuk olmayışının eksikliğini daha da duyar olmuştu. Bu kocasının ava gittiğinin ikinci akşamıydı ve henüz dönmemişti. Koca salonun dibindeki ocakta kaynayan çorbayı bir kere daha karıştırdı. Tahta kaşığını daldırıp bir lokma alacaktı ki. Dışarıdan gelen sesi duydu. Kaşığı tekrar toprak tencerenin içine bıraktı. Yerinden doğrulmak üzereydi ki kapı açıldı ve gözlerinin altındaki torbalar artsa da yakışıklılığından fazla bir şey yitirmeyen Feta’sı göründü.

Kadın sen benim bunca yıllık arkadaşım yoldaşım oldun. Çoğu zaman sıkıntılara düşsek de çoğu zaman güldük. Sanatım sayesinde sıkıntıları daha az yaşadık. Ben sana karşı sadece bir şeyin eksikliğini duydum. Bu eksikliğin kimden kaynaklandığına da bakmadın. Ve şimdi sana Tanrılardan bir armağan geldiğini söylesem ne dersin. O’nu topraktan tırnaklarımla çıkardığımı söylesem bana inanır mısın?

“Dalga geçiyorsun bey” dedi umut dolu bir sesle. Denemişler olmamıştı şamanlara gitmişler otacılar bir çare bulamamışlardı. Babası bunun böyle yazıldığını söyleyince denemekten vazgeçmişlerdi. Hatta bir keresinde kör bir kadın kendilerine Tanrılardan bir armağan geleceğini söyleyince kocası kocaman bir kahkaha atmış ve “Tanrılar unuttuğu bu köye neden armağan göndersinler ki” demişti. Kebasa, kocasına kızmış eğer Tanrıların özellikle de kendi inandığı Reba’nın bu alaycı sözlerine alınacağını söylemişti. Şimdiyse kapı eşiğinde duran adam inkâr ettiği hatta dalga bir şeyi söylüyordu. Yorgun adam karısının yanına gitti, usulca koluna girdi. Birlikte dışarı çıktıklarında karşılaştığı manzarayı görünce neredeyse kocasının kollarında yığılacaktı. Dışarısı hala aydınlıktı ama güneş çoktan göremedikleri ufkun arkasında kaybolmuş olmalıydı ve bu ışık avlularında duran dev yaratığı daha ürkünç bir hale getiriyordu.

Adam eliyle kadının yüzünü tuttu, bakışlarının ayakları dibine gelmesini sağladı. Kadın, o zaman ayaklarının dibinde duran yarım kulaç boyundaki kutuyu gördü. Feta, içeri girdi ve elinde kaba bir aletle çıktı. Kısa bir uğraştan sonra kutunun kapağı açıldı. İçinde kadife kumaşlara sarılmış sarı saçlı bir bebek uyuyordu. Ejderha bir adım attı ve kutunun üzerine eğildi. Hasret ve sevgi dolu kocaman gözlerde bir damla yaş belirmişti. Bebek aniden gözlerini açtı. Kendisine şaşkınlıkla bakan ejderi görünce korku dolu bir çığlıkla ağlamaya başladı. Yaratık iri bedenini hantal adımlarla geri çekti. Araya giren Kebasa bebeği kucakladı ve bağrına bastı. Bebek, yaşlı kadının güleç yüzünü görünce gülümsedi. Kadın sevinç gözyaşları dökerek çocuğu kucakladı ve içeri götürdü. Şimdi eksiklikleri tamamlanmıştı.

“Bana adını bağışlar mısın?” dedi kendisine bu iyiliği yapan yaratığa.

“EnPaza, benim yüzyıllar önceki adım Enpaza. Bu küçük yavrunun sütannesiyim. Seni oralara getirende benim kocam Rovile.” Ayrılık vaktinin geldiğini belli eden bir sessizlik çökmüştü ortalığa. Ejder “İhtiyacın olduğunda bizi nerede bulacağını biliyorsun. Arkasını dönüp gitmek üzereydi ki adam bir kere daha seslendi

“Enpaza, bebeğin adı nedir”

“Delikanlının boynundaki kolyede yazıyor” dedi ve hafif bir kanat çırpışıyla yükseldi. Adam hayatlarını değiştirecek bu armağanın getiren ejderhanın arkasından gözden kaybolasıya kadar baktı. İçeri girdiğinde gözlerindeki yaşlar karısının sevinç gözyaşlarına karışmıştı… Ve uzaklarda bir adam uykusundan uyandı. Yüzyıllardır süren araması sona erecek gibiydi.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Hiçkimse; Dağdaki Baraka” için 4 Yorum Var

  1. Öykünün konusu güzel ama biraz aceleye gelmiş gibi. Bazı yerlerde kafam karıştı, yazım hataları da var. Ancak betimlemeler oldukça iyiydi. Belki yeterince vakit ayıramadınız, yoksa daha etkileyici bir hikaye çıkardı. Hikayenin sonu da güzel bağlanmış, ellerinize sağlık.

  2. Merhaba:
    Okumanıza ve eleştirimenize teşekkür ederim. Yazdıklarım aceleye geliyor çünkü zaman idaresini hala öğrenemedim. Yazım hatalarıysa hep vardı düzeltmeye çalışıyorum ama olmuyor. Ümidim yavaş da olsa düzelmenin olması yine de noktalama üzerinde daha çok çalışmam gerekiyor. Ama asıl beklediğim hikayenin veya anlatının insana okuyana keyif vermesi. Kafanızın karışması konusuna gelirsek; Kahramanım Hiçkimse, nam-ı diğer Ejder savaşçısı uzun soluklu bir hikayeler dizisi.Bir yerde kahramanım ve yan tipler ve de yerler birbirini tamamlıyor. Eğer merak edersen Aylık öykü seçkisinde ve kurgu iskelesinde bir kaç bölüm daha var. Aslında bu konuya başlarken ilk amaç o değildi yani kısa sade bir hikaye olacaktı. Sonra baktım ki kazdığım maden zengin ve işlemeye müsait için üzerinde çok çalıştım ve daha çalışacağım. -hatta diyebilirim ki şimdi bile iştahlanıyorum- Yani o yüzden kafanızın karışması normal şu kadarını da eklemeliyim çoğu zaman benim bile bazen kafam karışıyor.
    Sonuç olarak okuduğunuz için tekrar teşekkür ederim

    1. Eskileri okuma fırsatım pek olmamıştı. Bakacağım o zaman hikayeyi daha iyi anlamak adına. Hevesiniz varsa muhakkak devam etmelisiniz. 🙂

      Yazım hataları hikaye bittikten sonra bir iki kere daha okunarak çabuk düzeltilebilir. Sadece fazla acele etmeyin. Kolay gelsin.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *