Hikâyemi anlatmaya başlamadan önce söylemek isterim ki, ölümümden kimse doğrudan sorumlu değildir. Hatta şu kısa ve lanetli ömrümde tanıdığım üç beş insan, bu yaşa kadar hayatta kalma sebebimdir. Aslında, intihardaki amacım da kendi sorunlarımdan kurtulmaktan çok, bu güzel insanların başına açtığım sıkıntılara bir son vermektir. Bu kimsesiz ucubenin hayatına ayıracak zamanım yok, derseniz anlayışla karşılarım, ama vakit ayırırsanız diğer tarafta en azından biraz huzur bulurum.
Ben, 1978 yılında, 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece, Anadolu’nun sapa köylerinden birinde dünyaya gelmişim. Doğduğum gün olanları köyde kime sorsanız anlatırlar.
Hıdırellez bu küçük köyün yüz yıllardır en büyük, belki de tek eğlencesi olmuştur. Köyde yaşayan sayısı çok az olduğu için pek düğün de olmaz. Hıdırellez’de köyün üç mahallesinde de ateşler yakılır. Köylü tüm gece bu ateşlerin etrafında gezer, dualar eder. Şimdiye kadar çok azı tutmuş olsa da, köyün etrafı, sabaha kadar yazılan çizilen dileklerin dibine gömülebilmesi için rengârenk gül ağaçları ile doludur. Her yeni doğan için yeni bir gül dikilir. Köyümün en sevdiğim özelliği de, tezek yerine her zaman gül kokmasıdır.
Anamla babam 1976 yılı Hıdırellez’inde âşık olmuşlar birbirlerine. Babam, “Kendi gül ağacımın altına annenin adı yazılı kâğıdı gömdüm, kabul oldu” derdi. Gerçi bunu dilemeye de gerek var mıydı bilmem, zaten köyde iki üç delikanlı, iki üç gelinlik kız olur en fazla. Onlardan da en uzak akraba kimse onunla evlenirsin. Anamla babam amca çocuklarıdır. Lanetimde bu yakın akrabalığın da etkisi olabilir. Bir süre köyde kaçamak sevgililer gibi dolaştıktan sonra, dedem dedemden istemiş anamı. O da başka kime verecek zaten, hemen kabul etmiş.
Sekiz aylık nişanın ardından 1977 Hıdırellez’inde, yakılan tek ateşin etrafında yapmışlar düğünlerini. Bütün köy sabaha kadar eğlendikten sonra güllerin altına yeni dilekler gömülmüş. Anam bir bebek resmi çizmiş, üstüne de “Hızır İlyas” yazmış.
Hızır İlyas ben oluyorum. Üç ay sonra bana gebe kalmış. 1978 Hıdırellez’i geldiğinde babam askerde, anamın karnı burnunda. Her zamanki gibi yine gece ateşler yakılmış, eğlenceler yapılmış. Anam, “Gebe kadın ateşten atlar mı hiç” laflarını dinlememiş, “Kenarından geçivereyim, dileklerim kabul olmaz sonra” diyerek fırlamış. Ayağı takılıp düşmüş ateşin ortasına. Çıkartıp söndürmüşler tutuşan entarisini. Yüzü gözü, kolları, karnı yanmış. Bir de üzerine acıdan doğum başlamış.
Köyde ne sağlık ocağı var, ne de şehre yetiştirecek bir araç. Köydeki tek traktörle şehre gidene kadar ikisi de ölür, diyerek ebenin evinde almışlar doğuma. Bir yandan yanıklardan çektiği acı, bir yandan benim verdiğim sancıyla üç saat sonunda, gece yarısı baygın halde doğurmuş anam beni. Ama bir daha da açamamış gözlerini. Doğduğumda ateşler içerisindeymişim. Köyün kadınları saatlerce yıkamışlar, buza yatırmışlar da indirememişler ateşimi. Ebe “Bu da çok yaşamaz, koyun anasının koynuna, yatsınlar beraber” demiş ama yaşamışım. Hem de o yüksek ateşim hiç düşmeden.
Şehirden gelen doktor ölçmüş bir kere ateşimi, normal vücut sıcaklığım 45 dereceymiş. “Getirin şehre bakalım buna” demiş ama kimse üzerinde durmamış. Babam “Madem böyle yaşayabiliyor, yaşasın. Doktora hangi parayla götüreyim” demiş. Babam beni çok severdi, acıklı Türk filmlerindeki gibi “Ananı sen öldürdün” duygusallığına da hiç girmedi. Hatta anama çok kızardı, “Gebe kadın ateşten ne diye atlar, yaktı çocuğu da kendisini de” diye.
İlk çocukluk yıllarım eğlenceliydi. Kış günü atletle gezerim diye insanlar bana ucube gibi bakarlardı, ama babam “Soba gibisin valla, sıcacık” diye sarılıp uyurdu. Hayatımdaki en huzurlu günler onlardı. Köy yerinde yalnızlık zordur, sonradan babam tekrar evlendi. Haliyle bizim de odalar ayrıldı. Ben 7 yaşımda iken bir erkek kardeşim oldu. Ama analığım kardeşimin yanına yanaştırmazdı beni. Haklı kadın, bebeğe ne zaman gizliden sarılsam, öpsem, ağlamaya başlar, sonra da her yanı isilik olurdu.
Büyüyüp vücudum değişmeye başladıkça, sıcaklığımın 45 derecenin üzerine de çıkabildiğini fark ettim. Ama işin kötü tarafı, bu benim kontrolümde değildi. Heyecanlandığımda, korktuğumda, hastalandığımda herkes gibi benim de ateşim çıkıyordu. Ancak bazen gerçekten yüksek, saatlerce ateşte kalmış bir demir gibi kıpkırmızı parladığım derecelere.
Hayatımın geri kalanında yalnız kalmam da bundan sonra başlar. İlkokulda, her sınavda, elimdeki kalem stresten alev alınca benden korktular, okuldan atıldım.
15 yaşımda, 1993 Hıdırellez’inde, yatağımda hasta yatarken, üstümdeki yorganın tutuşmasından sonra, analığımın baskısıyla bu sefer de evden atıldım. “Bu ucube ile aynı evde kalamam, çocuğumu da alır giderim. Ya da hemen o gider” deyince, babam da tercihini bu ucubeden yana kullanmamış doğal olarak. Hiç suçlamadım onu, küçücük çocuğuyla karısını atacak değildi ya.
Çok uzaklaşmadım, köyün etrafındaki tarlalarda yaşamaya başladım. Köylü benden korkardı ama acırdı da. Uzaktan bir ekmek, biraz et koyardı arada. Onlarla doyardım. Kış soğuk olsa da bana işlemiyordu. Kedi köpek de yanaşmazdı. Babam ve kardeşime duyduğum özlem ve yalnızlık dışında çok sıkıntım yoktu. Ama bir gün köye kurtlar indi, tarladan geçerken beni görüp üzerime geldiler, korkudan ateşlendim yine. Kurtlar kaçtı ama tarla alev aldı. Anlatamadım köylüye. Oradan da kovuldum.
Şehre gittim, bir süre sokaklarda başıboş gezdikten sonra Sinan Usta gördü beni, acıdı halime. Ekmek fırınında iş verdi bana. 2-3 sene burada çok rahat ettim gerçekten. Sıcaktan herkesin bunaldığı koca taş fırının dibinde hiç sıkılmadan, terlemeden, kimseye de durumumu belli etmeden çalıştım. Sinan Usta geceleri fırında kalmama da izin verdi sağ olsun. Yaz kış demeden camı açıp uyudum rahatça.
Ustanın “Küreği tutarken elini korursun” diye verdiği eldivenleri, kalemi korumak için kullandım, dışarıdan ilkokulu bitirdim. Bir kıza sevdalandım bu arada. Karşı apartmanda oturan ve fırına her geldiğinde hayran hayran seyrettiğim, simsiyah saçlı, kapkara kaşlı, kömür gözlü bir kız, adı Nehir. Adı bile tam bana göre dedim, içimdeki ateşi bu kız söndürür ancak. Sevdalandım dediğim de sözde belli etmeden bakışmalar, ufak tebessümler. Gördüğümde sakinleşiyorum, soğuyorum resmen.
Hayatım yavaştan yoluna giriyor, ben burada yaşlanırım, derken gece açık camdan içeri giren hırsız, kasadaki üç kuruş parayı alıp kaçmış. Sinan Usta her ne kadar “Oğlum ya sana bir şey olsaydı” kıvamında devam etse de, yediğim azar ve suçluluk duygusu ateşimi çıkarttı yine. Elimde tuttuğum kürek aniden alev aldı, panikle fırlatınca etraftaki sandıklar da tutuştu. İçimdeki ucube kendini gösterince, utancımdan fırladım dışarıya.
Asıl darbe ise fırından çıkmamdan on beş dakika sonra geldi. Nehir bağrışmaları balkondan dinlemiş. Dışarı çıktığımı görünce de yanıma gelmiş. Kaldırımda yanıma oturdu, elimi tutup “Üzülme” dedi. Âşık olduğum kız ellerimi tutunca, ben de heyecan yaptım biraz. Kızcağızın parmaklar birbirine yapıştı, şimdi yanık tedavisi görüyor. Oradan da kaçtım.
İşte benim hikâyem bu. İçimde yanan bu ateş ile ne evimde tutunabildim, ne de köyümde. Ne işime tutunabildim, ne aşkıma.
İntihar günahtır bilirim, ama öbür tarafta da bundan daha fazla yanmam herhâlde.
Halimden anlayın, hakkınızı da helal edin.
5 Mayıs 2000 / Hızır İlyas
*
Komiser, bacaklarını uzattığı metal masadan indirdi, genç polis memuruna döndü.
— Ulan hayatımda bu kadar uzun bir şey okumadım, ne saçma hikâye lan bu. Nerede bu adam şimdi? Nasıl intihar etmiş?
— Nezarete attık komiserim, kendini kasabın soğutucusuna kapatmış.
— Oğlum adam intihara kalkışmış, neden hastaneye götürmediniz? Ölüp başımıza kalır sonra.
— Komiserim adamın bir şeyi yok ki. Artık ne olduysa, aşırı sıcaktan klimaların hepsi bozulmuş, etler desen çöp. Kasap şikâyetçi oldu, tuttuk getirdik biz de.
— Yuh… Hikâyesi doğru desene. Getirin şu Hızır’ı bakalım, dinleyelim, sonra da gönderelim doktora.
Sadece iki dakika geçmişti ki genç polis telaşla geri geldi.
— Komiserim adam kaçmış, parmaklıkların hepsi erimiş. Hücreye bir not bırakmış.
“Komiserim, gördüğünüz gibi ölüme bile tutunamadım. Burada oturur cezamı beklerdim ama kapalı mekânlar bende stres yapıyor, kalamadım. Yandaki çocuğa da kıyamadım, çıkarttım. İnsaf yahu, baklava çaldı diye insan hapse mi atılır? Hakkınızı helal edin. Hızır İlyas”
Çok eğlenceli bir öykü olmuş, tebrikler. Kurgu ve anlatım çok başarılı. Sonu da ayrı güzel 🙂
Beğenmenize çok sevindim teşekkür ederim
Merhaba,
Bir önceki öykünüz de çok hoştu, bu öykünüz de. Yaratıcı ve keyifli bir öyküydü. Finali kesinlikle öyküye yaraşırdı.
Seçtiğiniz konuyu, hikaye edişinizi ve kullandığınız dili sevdim.
Ustanın “Küreği tutarken elini korursun” diye verdiği eldivenleri, kalemi korumak için kullandım… çok hoş bir detay. Kasabın soğutucusuna kendini kapatması, kapalı mekanların stres yapması, vücut sıcaklığıyla ormanı yakması gibi hoş buluşlar var.
Geneli itibariyle temaya yakışır bir öykü olmuş.
Kaleminize kuvvet.
Çok teşekkür ederim, bu öyküyü benim de çok içime sindi. Beğenmenize çok sevindim.
Keyifle çoşkuyla hayretle şaşkınlıkla kısacası tüm duygularımla okudum. Yazılarınızın devamını heyecanla bekliyoruz.
Anlatım ve finalinde yaptığı göndermeyle oldukça beğendiğim bir öykü oldu. Konunun kendine has oluşu da ayrı bir güzellik olmuş tabi, kaleminize sağlık.
Merhabalar, ne kadar samimi bir öykü bu böyle, çok da eğlenceli. Başı sonu ayrı güzel, detaylar ve göndermeler de cabası. Pek beğendim öykünüzü açıkçası. Ellerinize sağlık diyerek gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.
Çok teşekkür ederim Osman bey, yazarken çok eğlendiğim bir öykü oldu. Sanırım yazdıkça ister istemez daha iyi oluyor. Umarım sonrakilerde de güzel öyküler çıkartabilirim.
Çok güzel çok samimi bir öyküydü. Soğutucu kısmında ağız dolusu kahkaha attım. 🙂 Yüreğine sağlık.
Teşekkürler Umut Bey. Beğenmenize çok sevindim. Şu ana kadar çok güzel eleştiriler aldım, çok mutlu etti.
Okuması oldukça keyifli bir öykü yazmışsınız. Dili akıcı, yazımı yalın, alıp götürüyor.
Kaleminize sağlık.
Son derece eğlenceli ve bir o kadar da akıcı bir hikaye olmuş. Anlatım ve absürd detayların aktarımı çok başarılı. Keyifle okudum. Diğer hikayelerinizi heyecanla beklediğimi söylemeliyim. Tebrikler…
Ne güzel öykü olmuş 🙂