Yıllar öncesinde büyük büyükannem; hayal meyal anımsadığım, çoğu zaman da bir masal sandığım bazı şeylerden bahsetmişti. Onun anlattıklarını, yaşlı ellerindeki şişmiş damarların üzerinde parmaklarımı gezdirerek dinliyordum. Bir ara lafını yarıda kesip üşüyen ayaklarına patiklerini giydirmemi istedi.
Hâlâ genç olan ruhu ne yazık ki yaşlı bir gövdeye bağlıydı ve eğilip tek başına çoraplarını değişmesi, ayakkabıları giymesi, yere düşen kumandasını alması mümkün değildi. Yaşlılık gerçekten çok zalimdi. Hiç yaşlanmamayı diledim o an içimden. Elbette ki büyüklere sözümü geçirebilecek, beni ciddiye almalarını sağlayacak, istediklerimi yapacak kadar büyümeyi ama yaşlanmamayı… Patik giydirme işimi merasimle hallettikten sonra büyükannem, sobanın üzerine önceden yerleştirdiğim kestaneleri gözleriyle işaret etti.
Hoplaya zıplaya sobaya doğru dört adım attım. Kestaneleri maşayla dikkatlice toplayıp yeşil, cam kâseye yerleştirdim. Dönüşü, avuçlarımın arasına yerleştirdiğim kestane dolu kâseyle seke seke yapamamıştım tabii. Kestanelerin varlığı kıpır kıpır tavırlarıma bir son verip beni ağırlaştırmıştı. Beni ağırlaştıran şu sıcacık kestaneleri bilgiye benzetsek insanın hal ve hareketlerinin de bilgiyle donanınca ağırlaştığını söyleyebilir miyiz diye düşündüm.
Sonra yine içimden kendimi cevapladım:
“Hah, Kestaneleri düşürmemek için kâsenin ağzını bir bezle sıkıca örter yine hoplaya zıplaya yerime dönerim!”
Çocukluk işte… Sadece dört adım süresince zihnimden geçen bu düşünceleri dizginleyip, bana felsefe yaptıran kestaneleri bir kenara bırakarak dikkatimi tekrar, “Ee, ne diyordum?” diyen büyükanneme verdim.
Ne dediğini hatırlamaya fırsat kalmadan tramvayın sesiyle irkildim. İçinde bulunduğum zamana -şu ana- dönüverdim. Tüm bu detayları hatırlamama sebep olan şey, az önce yanından geçerken burnuma kadar gelen kestanelerin kokusuydu. Koku hafızası ne enteresan şey doğrusu! Bir koku sayesinde, hafızanda yer etmiş bir anıya; onlarca gün, ay, yıl öncesine misafir olabiliyorsun. Hele bir de yokuşun ve inişin bol olduğu İstanbul’da yaşıyorsan birbirinden farklı rayihaları olan şehrin sokak lezzetleriyle çık çıkabildiğin anı seyahatine. Kömür kokulu kestaneler, süt kokulu mısırlar, çıtır kâğıt helvalar, bol susamlı simitler…
Bu şehirde her zaman yapacak bir işin, yetişecek bir vapurun, koşturacak bir yerin vardır elbet. Ben de daha fazla oyalanmamak için adımlarımı hızlandırdım.Zihnimi de biraz boşa alıp kestane kokusundan uzaklaşarak yürümeye devam ettim.Yol boyunca gördüğüm çirkinliklere gözümü kapatıyor, güzelliklerle ruhumu besliyordum. Lakin sen istediğin kadar mühürle gözlerini güzel olmayana, sana el sallıyorum dercesine gökyüzünde siyah bulutların belirdiğini fark ettim. Şekilsiz karanlık bulut kümesi, yavaş yavaş zihnimde belli şablonlara yerleştirebileceğim figürlere bürünmeye başladı. Adımlarımsa esrarlı bir olayı çözmeye çalışan bir dedektif temkinliğine temposunu çoktan ayarlamıştı. Bu kadar hareketli olmasının nedeni rüzgârdan mı evrendeki amaçsızlığından mı yoksa çevresine ilgisiz, hissiz insanlara gölge etmekten sıkıldığından mı bilinmez; bulut kümesi, iri bir gözü andırmaya başladı.
Sıradan bir göz değildi sanki, diye düşünüyordum ki yanımdan heyecanlı bir “Horus’un gözü” çığırtısı duymakla içimin ürpermesi bir oldu.
Dikkatli bakınca gerçekten de gökyüzündeki karartının Horus’un sol gözü Wedjat olduğu seçilebiliyordu. Kısa bir şaşkınlık yaşadım. Etrafımda silme insandan oluşan kocaman bir arı kovanı vardı adeta. Müthiş bir uğultu… Her kafadan bir ses çıkıyordu sanki. Tıpkı aynı anda konuşan ama asla birbirini dinlemeyen küçük çocuklar topluluğu gibiydi etrafım. Kovanın uğultusundan, koyunun güdülmesinden kurtulmalıyım diye düşünüp birkaç adım geriye, nispeten daha sakin bir noktaya seğirttim.
Tekrar gökyüzüne baktığımda sol göz çoktan silinmişti. Yerine yeni bir şekil belirmişti: Nil’in anahtarı dedikleri, tepesinde el yazısından küçük “l” harfinin kıvrımını anımsatan bir bombenin olduğu “T” şekli. Bu bir tür siber saldırı mıydı yoksa tanrılar bizimle alay mı ediyordu anlayamadım. Emin olduğum tek şey gökyüzündeki sembollerin bir mızrak gibi tüm benliğimi, inandıklarımı delip geçmesiydi. Hemen aklıma gelen bana en yakın kütüphanede soluğu almak oldu. Kütüphaneye gittiğimde içeride kimsecikler yoktu. En yakın bilgisayardan kitap tarama sistemine girerek “Antik Mısır” sözcüklerini arattım. Önüme yığınla kaynak çıktı.
Kitapların olduğu rafları gösteren numaraları hızlıca not edip bir çırpıda ulaşabildiğim tüm kaynakları kocaman ahşap bir masaya yığdım. Bir süre sonra ulaştığım bilgiler şunlardı: Horus’un sol gözü – Wedjat: Karanlığı, yokluğu, ölümü temsil eder. Nil’in anahtarı – Ankh: sonsuz yaşam anlamına gelir. Ölüm ve yaşam! Çok güzel. Peki, haberci bize burada ne söylemek istiyor olabilirdi?
İki kapılı bir handa, gidiyorum gündüz gece mi? Tüm işlerimi iptal edip ödünç aldığım bir yığın kitapla eve sığınmaya ve daha çok araştırma, düşünme, yorumlama eylemiyle haşır neşir olmaya karar verdiğimde tek dileğim, “Umarım, gökyüzünden Antik Mısır tanrıları yağmaz.” oldu.
Eve giderken aklıma büyükannemin ben daha ufakken bana anlattığı şeyler geldi. Geldi de her detayını hatırladığım o günün -ne hikmetse- kadıncağızın ağzından çıkan o esrarlı kısımlarını bir türlü hatırlayamıyordum. Acaba kestane kokusu bana eksik kısımları hatırlatır mı diye düşününce biçare geldiğim yoldan gerisin geri döndüm ama kestanecinin yerinde yeller esiyordu.
Bir anda kulakları sağır eden bir çınlamayı, alabildiğine her köşeyi dolduran bir beyaz toz bulutu takip etti. Her yanımızı sardı. Göz’ün gösterdiği yere doğru gidiyoruz sanırım şimdi. Heybemizde nice anılar, yarım yamalak yaşanmış aşklar, henüz gerçekleşmemiş hayaller, hayal kırıklıkları, arsızlıklar, gaibe olan isyan, karnımda hâlâ ağrısı duran kahkahalar, gözümden akan yaşların izleri…
Gidiyorum… Gidiyoruz… Korkuyorum… Üşüyorum… Ben bir insandım bir zamanlar… Ve Wedjat’ın sembolize ettiği parçalar gibi önce görme duyumu yitirdim. Tıpkı bazen yaşanan gerçeklerin görülmediği gibi… Ardından bana zamanda yolculuk yaptıran koklama duyumu… Artık hiçbir şey işitemediğime göre tatma duyumu da yitirmiştim.
Biliyorum, birazdan dokunma duyumu da yitirip sonra düşünme yetimi de kaybedeceğim. Küçükken hiç yaşlanmamayı dilemiştim. Hiç yaşlanmadım ben. Yok oluşumuzun sebebi, küçükken dilediğim o düşüncesiz dilek miydi? Bilmiyorum… Son kez Ankh’ın içimizi yaşam nefesiyle doldurmasını diliyorum.
Artık üşümüyorum…
- Nazif Bey’in Akîde Efendi ile İmtihanı - 1 Ağustos 2020
- Horus’un Gözü, Nil’in Anahtarı - 1 Aralık 2019
- Toluluto Gezegeni - 1 Kasım 2019
Merhabalar;
Artık uşümemenize sevindim, gittiğiniz yer neresi bilmiyorum ama bu kış aylarında doğalgaz faturalarından korkmaniz için neden kalmamış
Öncelikle kaleminize sağlık farklı bir kurgu olmuş. Ancak nacizane birkaç küçük eleştirim olacak:
Babaannesine kestane taşıyan kız çocuğu kaç yaşında bilmiyorum fakat bilgi ile ilgili felsefik düşünceler bir çocuk için biraz fazla geldi bana. Bu durum biraz gerçeklik algısını bozabilir. Bir de bazı cümleleri tam olarak anlamak için iki defa okumak durumunda kaldım. Belki de bu bir üslup meselesidir.
Görüşmek üzere, Sevgi ve saygılar…
Merhaba,
Vakit ayırıp öykümü okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim. Öyküyü apokaliptik bir sonla bitirmemin sebebi korkuyla beklenen o doğalgaz faturaları olabilir.
Mesleğim gereği çocuklarla bol vakit geçirdiğim için bazen onlardan -yaşları kaç olursa olsun- hiç ummadığınız derin düşünceler, söylemler işitebiliyorsunuz.
Yaptığım okumalarda her şeyin açıkça belirtilmemesi, okuyucuya bırakılan boşluklar hoşuma gidiyor. Bu durum yazılarıma da işlemiş olabilir. Söylediklerinizi mutlaka dikkate alacağım. Tekrar teşekkürler.
Görüşmek üzere,
Sevgiler…
Merhaba Pelin Hanım.
Küçükken arkeolog olma hayalim, büyüklerimin “ İşletme oku, ekonomi oku. Bak Ahmet Amca’nın oğlu İktisat’ı bitirmiş. Ne güzel işi var.” söylemleriyle son bulmuştu. Mezun olduktan sonra meğer yüzbinler Ahmet Amca’nın oğlunu örnek göstermişti de bir işsiz ordusu oluşmasına sebep olmuştu adi herif. Şimdi Mısır adını duysam aklıma ekonomisi gelmiyor, İmhotep’in çocukları geliyor. Tanrılar, piramitler, gizemli lahitler ve daha birçokları… Kim ne yapsın Ahmet Amca’nın çocuğunu.
Öykünün içinde beni böylesine etkileyen bir konunun olması kendimi kaptırmama sebep oldu. Öykünüz bilinmezlikle ve dilek destekli bir beklentiyle son buldu. Tabi ki bu sadece size göreydi…
Okuyucuya bırakılan boşluğu, yazarın yüksek müsadesiyle dolduracak olsaydım o da şöyle olurdu:
Artık üşümüyordum…
Bir dakika! Üşümediğimi hissettiğime göre bir şeyler olmuş olmalıydı. Son dileğim gerçekleşmiş miydi yoksa? Sımsıkı yumduğum gözlerimi yavaşça ve korkuyla araladım. Etrafım alabildiğine sarı, alabildiğine kumdu. Vücudumun birazı kumlara gömülmüştü. Korkudan cenin pozisyonu almış olduğumu fark ettiğimde, çölün kızgın kumlarının şefkatiyle ısındığımı anladım. Güçlükle doğrulmaya çalıştım ve nihayet ayağa kalkabildim. Bizi içine alan beyaz toz bulutunun kum fırtınası olabileceğini düşündüm. Dünya mı kuma bulanmıştı yoksa bizi kum medeniyetine mi taşımıştı fırtına? Herkes neredeydi? Kafam karmakarışıktı. Bir kum saatinin içinde kapana sıkışmış gibiydim.
Birden az ileride, kumların arasında siyahımsı, kahverengimsi bir şeyler görür gibi oldum. Ne olduğunu anlamak için yaklaşmaya karar verdim. Kaygılı adımlarla yürüyordum. Yaklaştıkça gördüğüm şeyler netleşmeye başlamıştı bile. Kestane? Evet evet. Bunlar kesinlikle kestaneydi. Koşar adımlarla iyice yaklaştım. Kumların içine kısmen gömülmüş haldelerdi. Birine elimi uzattım. Tam alacaktım ki birden kıpırdamaya başladığını fark ettim. Fark etmemle kendimi geriye atmam bir oldu. O anda bir kum tepesinden aşağıya doğru yuvarlanmaya başladım. Sekiz on tur yuvarlandıktan sonra anca durabildim. Yuvarlanmanın etkisiyle gözlerime kum dolmuştu. Etrafımı seçememekle birlikte gözümün önünde çoğalan siyahlıklara da bir anlam veremiyordum. Gittikçe yaklaşıyorlardı. Serap gördüğümü düşünüp kendimi sakinleştirmeye çalışsam da ellerimi, bacaklarımı ve sonunda bütün vücudumu saran şeylerden kaçamadım. Beni canlı canlı yiyip bitiren şeylerin meşhur Mısır bok böcekleri olduğunu anladığımda artık çok geçti. Kendimi bok gibi hissediyordum. Can havliyle üzerinde debelendiğim kumlar, paramparça edilmiş derimden içeri girip, beni cayır cayır yakıyordu. Kızgın kumların şefkati olmazdı ki. Bu cümle başlı başına bir çelişkiydi ve ben lanetlenmiştim. Yanıyordum…
Öykünüz bende tetikleyici bir etki bıraktı gördüğünüz gibi. Okuyucuya bırakırsanız işte böyle sonuçları olur Pelin Hanım. Lanetten kurtulamadığınıza mı yanayım, sabahın dört oluşuna mı? Siz söyleyin.
Şaka şaka. Canınız sağolsun. Hep edebiyatla kalın siz.
Sevgiler…
Merhabalar,
İlk öykünüze kıyasla bu öykünüz bence daha güçlüydü. Öykünüzü beğendim. “Ankh” da ilgimi çeken bir sembol zaten
Aslında ben de “Apeiron” adlı önceki öykülerimden birinde sonsuz yaşam döngüsüne değinirken zihnimin köşesinde bir yerlerde “Ankh” da vardı belki de.
Sağlıcakla
Merhaba,
Öykünün size göre alternatif sonunu okurken aklıma Beşpeşe romanı geldi. Belki bilirsiniz. 5 yazar var, birinin bıraktığı yerden diğeri örmeye devam ediyor romanın kurgusunu. Enteresan bir kitaptı deneysel olması anlamında. Bana onu anımsattınız.
Vakit ayırıp okuduğunuz için, yazdığınız alternatif son için ayrı ayrı teşekkürler
Sevgiler…