Öykü

İlka – 2: Çöp Poşeti

SÜRUŞ

Fahişeler de dolmuş gibidirler. Ne kadar çok müşteri alırlarsa içlerine, o kadar çok para kazanırlar. Ama bir farkla onlar acı çekerler çünkü içleri metal değildir.

Yine sokak aralarında dolaşırken bunların aklıma düşmesi ilginçti. Yapmak istenilen en son mesleklerden birini icra ediyordum nihayetinde. Son müşteriden dönerken patlayan dudağımdan akan kanı içiyordum yavaşça. Vampir denen yaratıklar var mıydı bilmiyorum ama onların ne hissettiğini anlayabilirdim eğer ki yediğim yumruktan başım dönmüyor olsaydı. Kanın tadına ne kadar aşina olduğumu düşündüm soğuk ve pislik kokan duvara yaslanırken. O metalik tat sanki ben nereye gitsem peşimden geliyordu. Sevdiği adamı öperken dudaklarında ki tadı içen şanslı kadınları düşündüm. Ben ise sadece kanın tadını çekiyordum içime. Metalik, esrik ve benim bildiğim tek aromayı…

Yaslandığım duvar bile yaşadığım hayattan daha sıcakken nasıl olur da devam edebilirdim bu döngüye? Kırılmışları onarmaya çalışırken kendimi bu doldur boşaltın içinde bulmuştum. Kim isterdi ki ait olmadığı bedenlerde soluklanmayı ve bunun karşılığında kâğıt parçalarına sarılmayı? Ben ah ben! Adım Süruş, fahişeyim. En azından sizin bana verdiğiniz ve vebalı görmüşçesine kaçmanıza sebep olan tanım bu! Bu benim kendi ismimin önüne geçen tek unvan…

Doğrulmaya çalışırken ağrıyan kaburgalarımı bu kaçıncı tutuşum bilemedim. Ağrı kesici bağımlısı olmama kaç adım kalmıştı? Bu sorular sarsılan beyin hücrelerime çalışma imkânı verirken çöp kovalarının arkasından gelen uğursuz ses rahatlayan bedenimin tekrar kasılmasına sebep oldu. Biri beni takip ediyordu. Yine aç bir nefisin sesi miydi bu ayaklar? Erkek nefsi azdığında neleri heba edebileceğini bilirdi tüm benliğim lakin bu uğursuz ayaklar daha fazlasını arzuluyordu, hissedebiliyordum. Çorabıma sıkıştırdığım bıçağıma uzanmaya davrandım. Kendimi koruma içgüdüm tüm heybetiyle ayaklanırken ben gelen seslere odakladım kendimi. Bıçağımı elimde sıkılayıp arka sokaktan çıkmak için yürümeye başladığımda arkamdan adımlayan nefsi duyuyordum. Birazdan beni yakalamak için harekete geçecekti. Sokak dumanlar savurarak filmlerde ki sahnelerin içine çekiyordu beni. Nefeslendikçe ağzımdan, burnumdan süzülen dumanı görüyordum. Eve gidip bir duş almanın ve bu gecelikte olsa bu pislikten kurtulmanın hayaliyle adımlarımı hızlandırdım. Bir ara durup kan kırmızı topuklularımı çıkarmak istedim. Ama ensemde ki nefes bana engel oldu. Bıçağımı nefese doğru yönlendirdiğimde kalın kollar beni tüm kuvvetiyle sarmıştı çoktan. Bir anda içine çekildiğim karanlığın nasıl da korkutucu olduğunun ayrımına vardım. Artık çok geçti. Sanırım benim Azrail’im aynı zamanda Şeytan’ın ta kendisiydi.

O güçlü kollarla mücadele etmeye başladım. Hayatta kalma güdüm yaşadığım hayata oranla daha vahşiydi siz tehlikeden bihaber insanlardan. Kaç kez sapladım o bıçağı o kollara bilmiyordum. Çıkan kanın damlama anı bile kulaklarımı sağır edecek bir gürültü yaratıyordu. Ama bırakın o kolları vazgeçirmeyi, tek bir ah bile duymuyordum bu kez. Beni oradan oraya savuran kollara çığlıklar içinde bıraktım kendimi. Nefesimin kesildiğini, bıçağın elimden düştüğünü, sürüklendiğimi hayal meyal kapanmasın diye yalvaran gözlerimle gördüm. Sonunda bedenim bu istilaya teslim oldu. Karanlığın sularında derin bir ışığın içine doğru çekildim. Ölüyordum. Günaha batmış ve bedenini defalarca satmış olarak…

EZA

Yüksek binanın yangın merdivenine tünemiş olanları seyrederken zavallı kadının çırpınışları içime dokunmalıydı ama dokunmadı. Ben yalnızca haftalardır izini sürdüğüm katil müsveddesinin acemice çıkarmaya çalıştığı işi seyrediyordum. Adam şimdiden o kadar çok delil bırakmıştı ki bir ara “Bak, çocuk o iş öyle olmaz!” deyip işi elinden almak gelmişti içimden. Derinlerime sinmiş canavar aşağıda sergilenen komedyadan o denli etkilenmişti ki kalkıp tüm kalelerimi tekrar ele geçirmesi an meselesi idi. Kanın damarlarıma pompalanış şeklinin bile değiştiğini duyumsuyordum. Çiftçi çığlıklar atarak nefis kafesinden çıkmaya çalışıyordu. Savurduğu pençeler ruhumu kanırtmaya başlamıştı. Yapamazdım. Eski ben olmak için bir Semina geç kalmıştım. Aşkı tadan her ölümlü gibi artık ait olduğu renge sahipti zavallı canım.

Aradığım katilin o olup olmadığından emin olmak için haftada bir süregelen bu sapıklığı seyrediyordum. Sonunda o her pisliği içine alıp ağzını kapatan çöp torbasına kadar tam üç kez aynı film dönüp durmuştu bu ara sokakta. İşte şimdi emindim, bu o olamazdı. Benim Semina’ma bunu yapan bu serkeş sapık değildi. Bir an yine işini bitirmesini seyredip dönüp gitmek düştü beynime. Ama dedim ya bu kez yapamazdım. Yangın merdiveninden elimde paslı kilitlerim ve pastan kızarmış zincirimle yavaşça süzüldüm olay mahalline doğru. Adam o sırada kurbanı olacak çöpün içine kendini bırakmaya çalışıyordu. Büyük hata! Asla işini bitirmeden temizliğe başlama…

Yerde gözleri yıldızlara dikilmiş kadının üstünde son yaşamı çalmaya çalışan canavarın tam arkasında durdum. Zinciri iki kez sağ koluma dolayıp, bir ucundan tuttuğum sol elimle boynuna doğru indirdim. Ve ben hamlemi yaptığımda hayvanın homurtuları kendi zevk inlemelerine karıştı. Boynuna dolanan zincirden kurtulmaya davranamadan o gereksiz uzantıyı kırmıştım. Dizlerimin dibine düşen bedene baktım bir süre. Sonra yerde kasılmalar yaşayan bilinçsiz kadına. Ruhu bedenine geri dönmeye çalışan günahkâr dişi ağzından köpükler saçarak kusmaya başladığında ben elimdeki katil bozuntusunu yavaşça çamur içindeki zemine bıraktım.

Kadın ağır aksak, sürünerek kaçmaya yeltendi. Kolundan tutup ayağa kaldırdım. Ruhu gibi pisliğe bulanan kıyafetlerine dokunmak dahi beni kendi canavarımı serbest bırakmaya iteliyordu. Lakin bu kez ben kendimi değil onu serbest bıraktım. Kucağıma alıp sokağın gerisine park ettiğim arabaya taşıdım kadın bedenini. Kaputa dayadıktan sonra arka koltuğa bir çöp poşeti yayıp onu üstüne oturttum. Kapıyı kapamadan önce tıslayarak emrettim. “Burada bekle kadın! Geri geleceğim.” Kapıyı yüzüne bakmadan kapatıp arabayı kilitledim. Arkamı dönüp katilimi son yolculuğuna uğurlamak için arka sokağa döndüm. İçimdeki canavara en azından bu kadarını verebilirdim, eski günlerin hatırına…

Kafamı yana çevirdiğimde kadının esrik çırpınışlarını gördüm. Eli camla bir oldu. Parmak izleri yapıştı arabamın camına. Onun yaşadığına dair kanıtlardı bunlar resmi kurumlarca. Ama yaşamıyordu aslında. Eskiden olsa onun gerçek hayata kavuşmasını sağlar ve bu ölü hayatı belgeleyen kanıtları seve seve yok ederdim. Şimdi ise sevgiyi görmüş bir adamın özüyle beslenerek yollara düşmenin sorumluluğunu taşıyordum. Katilini arayan emekli bir katildim.

Arka sokağa yağmur damlaları ile geri döndüm. Bulutun intiharıydı yağmur. Kendini parçalara ayırıp Rabbin izni ile gökten yere dökülmesi ve yok olmasıydı. Bende o yok olana saygıyla bir süre durup düşen parçaların sesini dinledim. Uzaktan gelen medeniyet böğürtülerinden çok daha etkileyici ve açıklayıcıydı bu ses. Her yaratılmış bir gün kendi parçalarına ayrılacak ve yok olacaktı.

Çamurun içinde yatan bedene yaklaştım. Zincirlere sarılmış gösterinin geri kalanı için bekliyordu. Baktım. Acelem yoktu. Zamanı durdurmanın ne demek olduğunu yolcularımı gönderirken öğrenmiştim. Siz durduğunuzda dururdu zaman. Yere eğildim yavaşça. Kırılan boyundan gelen tıkırtıları dinledim. Saat dişlileri misali oturmaları gereken yeri arar bir hali vardı kırıklarının. “Çok geç!” diye fısıldadım o kemiklere. “Dağılacaksınız!” Siyah kaşe montumun içine sıkıştırdığım satırımı çıkardım. Elimde sıkıladıktan sonra bekledim. Hedefime kilitlenip bir şimşek çakması tasavvur ettim beynimde. Diz çöktüm saygıyla. Kırılan kemiklerin son yalvarışlarını duyumsayıp elimdeki satırı indiriverdim. Kafa olduğu yere yığıldı. Akan kan bulutun intiharına eşlik etti. Akıp gitti. Hayat, insan, bulut, zaman hepsi bir darbede akıp gitti o anda. Yağmurun düşen başı yıkamasını bekledim birkaç dakika. Yüzümdeki yarım gülümsemeyle bekledim. Damarlarıma dolan yaşam sevincini içime çeke çeke bekledim. Ne kadar hoş bir boş veriş olduğunu hatırlamak beni kendime getirmişti. Buydu beni benimle yaşatan. Boş veriş…

Derin bir nefes alıp cebimden iğne ipliğimi çıkardım. O baş hak ettiği yere dikilmeliydi. İğneyi ipliğe geçirirken uzaktan gelen seslere kulak kesildim. Törenimin yarım kalmasını istemiyordum. Yaklaşan bir oyunbozan yoktu. Kafayı alıp çamurlu suyla bir kez daha duruladım. Kirin kirle temizlenmesi ironiydi belki ama olan buydu an itibariyle. Kafayı kurbanımın kasıklarına sabitleyip ilk ilmiği geçirdim. Kahkahalar atmamak için kendimi zor tutuyordum. Yanlış anlaşılmasın bu zevk düşündüğünüz tatminin çok ötesindeydi. Adaleti sağlamanın verdiği hazdı yaşadığım. İğne ipliğin desteğini alarak kafa ile elleri hak ettiği yere sabitledi. Tek adım kalmıştı benim hakkı sağlamam için. Siyah mürekkebimi cebimden çıkartıp enjektöre çektim. Bu dünyayı karanlığın ardından seyreden gözleri yine o karanlığa boyadım.

Ayağa kalkıp eserimi inceledim. Siyaha boyanmış gözlere, sarkan kanlı dile ve yağmurla yıkanmış kafaya baktım, kendi avuçlarının içinde duran. “Düşünmeliydin, ey yaratılmış! Düşünmeliydin, başını ellerinin arasına alıp yaptığının bedelini!” bu onu tren raylarına götürmeden önceki son veda sözlerimdi. Onun ağzına zambak dikmedim. Hak etmiyordu yeniden yeşermeyi. Onu paslı bir yolun ağzında, kendi gibi çiğnenmeye mahkûm demirlerin arasına bıraktım. Hak ettiği buydu çünkü. Arkamı dönüp giderken arka koltuğumda acıdan inleyen kadına baktım dikiz aynamdan. Çiftçi geri dönmüştü ama bu kez demir yolu işçisi olarak…

HİÇKİMSE

Seyrettim. Yaptıklarını gözümü bile kırpmadan seyrettim. Yeniden yaratmaya başladığı eserlerine “Merhaba” deyişini seyrettim. Onu geri döndüren bendim. Benim deham o dehaya ilham vermişti. Bazen acı iyiydi. Kayıp iyiydi! O kaybettiği gülünde yeniden kendini bulmuştu. Benim görünmez hayatımı gösteren bir buluştu onunki…

İlka – 2: Çöp Poşeti” için 1 Yorum Var

  1. Güzel bir devam öyküsüydü Melahat Hanım, öncekini de beğenmiştim zaten. Kaleminizden yeniden bir şeyler okumak güzel, elinize sağlık.

mit için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *