Öykü

İnce Çizgi

“Rüya ile gerçek arasındaki o ince çizgi arasında sıkışmış olmak… Öyle ki, insanın şu anda yaşadıklarının da bir rüya olabilmesi için her şeyini feda edebilecek kadar…”

Küçük, ancak bir o kadar da şirin görünen odasına giren Tolga KILIÇ, gözlerini henüz iki yıl önce, on birinci yaş gününde kendisine hediye edilen koyu mavi maket arabasına doğru yöneltti. BMW marka maket araba da sanki bir şey istercesine onu süzüyordu.

“Artık neden oynamıyorsun benimle?” diyordu sanki hüzünlü gözlerle. “Beni neden ihmal ediyorsun?”

Gözlerini tıpkı utangaç bir sevgili gibi arabasından kaçırmış ve artık küçük bir arabayla oynayamayacak kadar büyüdüğünü düşünmeye başlamıştı. Aslında bunu uzun zamandan beri düşünüyordu. Ancak kendisine itiraf edebilme fırsatını şimdi elde edebilmişti.

Son birkaç haftadır kendisinin ve ailesinin yaşadıklarından sonra kendisini büyümüş ve olgunlaşmış hissediyordu. Henüz on üç yaşında olan; ancak oldukça büyümüş ve olgunlaşmış bir çocuk… Bu durum kulağa her ne kadar gülünç gelse de o buna gerçekten fazlasıyla inanmış gibi görünüyordu…

Onun bu şekilde olmasının asıl sebebi, yetmiş iki yaşındaki anneannesinin geçen hafta hayata gözlerini yummuş olmasıydı. Evet, Tolga daha küçükken kendisine sayısız masallar anlatan, belki de canından çok sevmiş olduğu yeşil gözlü anneannesini yani Latife Hanım’ı kaybetmişti. Artık Latife Hanım, katarakt hastalığından ötürü tek gözünü tamamen kaybetmiş olmasına rağmen o güzel, yeşil gözleriyle torununu sevecen bir tavırla süzüp ilginç ve etkileyici masallarını anlatamayacaktı. Onu her görüşünde, yaşlılıktan damarları belirginleşmiş olan küçük elleriyle saçlarını okşayıp “Nasılsın torunum?” diye soramayacaktı. Ya da onu artık sabahları kahvaltı masasında peynir ve zeytin yemeye özendirecek bir anneanne de olmayacaktı… Yoktu… Artık Latife Hanım onun için çerçeve içerisindeki kâğıt parçasından kendisine bakan bir kişiden farksızdı. Kendisine boş ve anlamsız gözlerle bakan ve çerçeveleri işgal eden anlamsız kâğıt parçaları…

Çocuğun, anneannesinin ölüm haberini aldığında düşündüğü ilk şey Latife Hanım’ın nereye gittiği olmuştu. Annesi Kerime KILIÇ’a göre, Latife Hanım cennete gitmişti. Yani her insanoğlunun gitmeyi hedeflediği yere…

Kerime Hanım, Latife Hanım’ın yani annesinin acılarının dindiğini ve gittiği yerde daha da mutlu olacağını söyleyince Tolga’nın üzüntüsü az da olsa azalabildi. Çünkü anneannesinin çok güzel bir yerde olduğunu düşünmesi onu rahatlatıyordu. Tek problem onu bir daha göremeyecek ve ona dokunamayacak oluşuydu. İşte bu nedenden dolayı da anneannesi kefenlenmiş tabutuyla evlerine getirildiğinde onu son kez de olsa görme ve dokunma isteği duymuştu. Küçük ve çelimsiz ellerini Latife Hanım’ın ölüm beyazıyla kaplanmış soğuk elleri ve yüzü üzerinde gezdirmişti. Çocuk, anneannesinin vücudunun neden soğuk olduğunu hiç düşünmemişti bile. Merak edip de kimseye sormamıştı da… Onun dikkatini çeken tek şey, anneannesinin naaşının canlı hâline göre çok farklı bir görünüşe sahip oluşuydu. Yaşamının son evrelerinde oldukça yaşlanmış ve yıpranmış gibi görünen Latife Hanım, tıpkı bir genç kız gibi yatıyordu o tabutta. Kamburlaşmış olan sırtı düzleşmiş; oldukça kırışık olan yüzündeki çizgiler yok olmuştu sanki. Anneannesini o tabutun içinde ilk gördüğünde “Bu benim anneannem olamaz.” diye geçirecekti aklından. O olduğuna ancak yüzündeki o ince tebessümü ve göz kapaklarından sızan yeşil göz ışıltılarını fark edince kanaat getirebildi. Tolga anneannesine dokunurken hiçbir şey hissedememişti. Ne korku ne de başka bir şey…

Annesi Kerime Hanım, oğluna yaşlı gözlerle bakarak “Ölmüş birisine dokunduğun zaman ömrün boyunca ölülerden korkmazmışsın.” demişti. O, ileride ölülerden korkup korkmayacağını kestiremiyordu elbette. Ama şu anda, özellikle anneannesini de o şekilde gördükten sonra, bir ölüden korkmak kadar saçma bir şey olabileceğini düşünmüyordu. Ona göre ölüler kâinattaki en masum varlıklar olmalıydı. Masum ve sessiz varlıklardan da korkmak oldukça gülünç olurdu, öyle değil mi? Çocuk, beynine bu soruyu da yönelttikten sonra tekrardan hiçbir ayrıntısı göz ardı edilmemiş mavi maket arabasına doğru çevirdi gözlerini bu sefer utangaç olmayan bir yüz ifadesiyle. Ve işte o anda, nedense, uykusunun geldiğini hissetti. Aslında saat onun için henüz çok geç sayılmazdı. Tabii ki anneannesi Latife Hanım’ı kaybedene kadar…

Son birkaç haftadır, özellikle anneannesinin ölümünden bu yana, Tolga’nın daha körpelikten kurtulamamış vücudu psikolojik açıdan oldukça yıpranmıştı. Önceleri saat 23.00’ten önce esnediğinin bile zor görülmesine rağmen, artık akşam saat 21.00 olduğunda gözlerinde uyku damlacıkları oluşmaya başlıyordu. Aslına bakıldığında o da bu durumdan pek şikâyetçi sayılmazdı. Sonuçta böylelikle anneannesinin söylemiş olduğu altın niteliğindeki öğütlerden birini gerçekleştirmiş oluyordu. Erken vakitte yatıp erken vakitte uyanabilme… Latife Hanım, torununa kerelerce, uykudan alınabilecek tam verimin ancak geceleri uyumakla sağlanabileceğini söylemişti. Hem böylelikle, o da bir an önce büyüyecek ve boyu Latife Hanım’ın boyunu geçecekti. Ayrıca ıspanak yemek, yemekten önce ve sonra ellerini yıkamak ve de yatmadan önce dişini fırçalamak ve kendisine verilen sütü mızmızlanmadan içmek de yaşlı kadının diğer altın öğütlerinden bazılarıydı… Tolga anneannesi öldükten sonra da özellikle yerine getirmeye çalıştı bu öğütleri. Sonuçta Latife Hanım onu hep izleyecekti… Hem de sonsuza kadar…

Anneannesini hayatı boyunca hep sevdi ve anneannesinin de kendisini çok sevdiğine inandı. Anneannesi yaşarken durum hep böyleydi ve öldükten sonra da böyle olmalıydı.

Dalgalı, kestane renkli saçlarını, Beşiktaş logolu yastığına yasladıktan sonra anneannesini çok özlediğini hissedecekti çocuk. Onu tekrar canlı görmek ve yaşlılıktan damarları görünen küçük ancak sıcak ellerini tutmak istiyordu. Ellerinden tutmak ve anlatacağı o ilginç masalları defalarca dinlemek…

Bu nedenden dolayı o gece anneannesini rüyasında görebilmek için Allah’a dua etti. Onu son bir kez de olsa görebilmek için…

* * *

Evet, Tolga gece yarısı 00.00’dan itibaren rüya ile gerçek arasındaki o ince çizginin geçmiş olduğu şeride iyice yaklaştı. Neredeyse bir Sırat Köprüsü kadar ince olan bir çizgiye… Bu zamandan itibaren onun gördükleri ve görecekleri, eski püskü bir evin bacasından çıkan dumanların esiri olacaktı sanki. Her şey bulanık ve yanıltıcı görünecekti.

Neredeyse kendisi dışındaki her şey…

* * *

Tolga’yla annesi Kerime Hanım oturma (misafir) odasına geçmiş, birlikte televizyon izliyorlardı. Televizyonda ne izledikleri meçhuldü… Ancak bildiği tek şey, akşama taze (yeşil) fasulye yiyecek oluşlarıydı. Çünkü Kerime Hanım televizyona bakınırken bir yandan da yeşil fasulyelerin bellerini kırmakla meşguldü.

Önce bir süre boş gözlerle annesi Kerime Hanım’ı süzdükten sonra, salonun tam orta yerinde boylu boyunca yatmakta olan şeyi görmesiyle tüyleri diken diken olacaktı. Çünkü görülen o şey sıradan, her evin salonunda olmazsa olmaz bulunan şeylerden birisi değildi. Mesela bir vazo değildi… Veya evin ortalık yerine serilmiş, vazoyu süsleyen bir çiçek… Hayır, hiçbirisi değildi. O salonun ortasına boylu boyunca yatırılmış olan şey, anneannesi Latife Hanım’ın ta kendisiydi…

Beyaz bir kefen giydirilmiş olunan Latife Hanım’ın sadece açık tenli yüzü seçilebiliyordu. Hani o hafiften tebessüme sahip ve göz kapaklarının arasından bir yıldız gibi parlayan yeşil gözlerinin rahatlıkla fark edildiği o yüz ifadesi… İşte, Tolga’nın uzun zamandan beridir göremeyip özlemiş olduğu anneannesi Latife Hanım, şimdi karşısında boylu boyunca yatmaktaydı. Tıpkı tabutuyla birlikte evlerine getirildiği zamanki gibi… Tek fark, o kısa boylu ve dar olan tabuttu…

Şu anda Latife Hanım, sadece beyaz bir örtüyle kaplanarak halının üzerinde öylece yatırılmıştı. Uzaktan bakıldığında insana korku verebilecek bir görüntüye sahip olan bu manzaranın nedenini tam olarak anlayamadı çocuk… Anneannesinin, kefeniyle birlikte neden salonun ortasına yatırıldığını ve bir anda tiyatro sahnesindeki bir oyuncu gibi gözlerinin önünde belirmiş olduğunu…

Bunların hiçbirisini anlayamayacaktı da… Ama zaten o da şu anda böyle gereksiz bir çaba içerisine gireceğini sanmıyordu. Sonuçta çok özlemiş olduğu anneannesi karşısında yatmaktaydı. Ona doyasıya bakabilecek ve de dokunabilecekti… Ve bu durum onun için yeter de artardı bile… Çok özlediği anneannesi Latife Hanım’ın da kendisini özlediğine gönülden inanan Tolga, tam yerdeki kadavraya doğru yönelecekti ki daha önce duymadığına yemin edebileceği tuhaf bir ses işitti.

“Herhalde bana öyle geliyor.”

Elbette, bu da bir ihtimal sayılabilirdi. Ancak yerdeki kadavradan gitgide yükselen o ilginç ses tonu bu ihtimali sıfırlıyordu. O da bu sese kulak verince durumun bu şekilde olduğuna kanaat getirecekti.

“Ancak ölüler konuşabilir mi ki?” Bu soru, körpe beyninin içinde tıpkı bir mantar tabancası gibi patladı. Doğru… Ölüler nasıl konuşabilirlerdi… Bu durum akla ve mantığa aykırıydı… Ancak Tolga, -her ne kadar şu anda o bunu kabul etmese de- aklını ve mantığını tam olarak kullanabilecek bir insana göre oldukça genç sayılırdı. Oldukça…

“Belki de hiç ölmemişti anneannem… Ve sonunda beni özleyip yanıma geldi…” İşte bu düşünce çocuğun içini, tıpkı fırtınalı bir yağmurdan sonra açan güneş ışıkları gibi aydınlatacaktı… Artık yine eskisi gibi, anneannesi Latife Hanım ile oturup anlattığı altın öğütleri ve de masalları dinleyebilecekti. Onun yorgun ama bir o kadar da çekici olan yeşil gözlerinin içerisine doyasıya bakabilecekti…

Anneannesi Latife Hanım, onun için tekrardan dünyaya gelmişti. Ve o da bunun karşılığı olarak tam onun istediği özelliklere sahip bir çocuk olacaktı. Mesela, şimdi onunla konuşmaya, artık erken vakitte yattığını ve bol miktarda ıspanak yemeği tükettiğini söylemekle başlayabilirdi. Veya her yemekten önce ve sonra ellerini yıkadığını ve geceleri yatmadan önce dişlerini fırçaladığını… Tam anneannesinin istediği gibi…

Bunları anneannesine söyleyebilmek ve ona doyasıya sarılabilmek için tam ayağa kalkacaktı ki Latife Hanım’ın beyazlaşmış olan çenesinin kıpırdadığını kolayca fark etti. O andan itibaren, anneannesi Latife Hanım’ın bir şeyler konuşmaya çalıştığına emin oldu. Ama ne söylemeye çalışıyordu, şu anki asıl problem buydu. Ölüp de tekrar dirilmiş olan bir insanın, düşünüp de konuşmaya çalışabileceği ne olabilirdi? İşte bu nedenden dolayı çocuk, kulak zarlarını az da olsa yükselen ürkütücü bu sesten bir şeyler anlayabilmek için, anneannesinin bu çatlak ve tiz sesine tahsis edecekti. Önce, işittiği kelimeden hiçbir şey anlamamış gibi yüzünü ekşitmiş sonrasında ise kulak zarlarının duyum alma derecesini iki katına çıkarmıştı. Ancak bu durum da neticeyi değiştirmeyecekti.

“Keriye, Keriye…”

Oldukça tuhaf bir ses tonuyla söylenen bu kelime, onun için hâlâ bir anlam ifade etmiyordu. Artık bu durumdan sıkılmaya başladığını hissetti ve bu tuhaf ses tonundan yükselen kelimenin anlamını annesi Kerime Hanım’a sorma gereği duydu…

“Anne, bak… Anneannem ölmemiş, yaşıyor… Hatta bir şeyler söylüyor… Söylediklerini anlayabiliyor musun?”

Hâlâ yeşil fasulyelerin bellerini kırmakla meşgul olan Kerime Hanım, tebessümlü bir yüz ifadesiyle oğluna bakarak “Anneannen öldü yavrum… Ve ölüler asla konuşamaz… Bırak anneannen ebedî uykusunu rahat bir şekilde uyusun…” dedi. Tolga, gerçekten anlamıyordu. Odanın içerisinde gitgide yükselen bu iğrenç ses tonunu kendisinden başka kimse duymuyor muydu? Yani anneannesi Latife Hanım, sadece kendisine mi konuşuyor, görünüyordu?

“Keriye, Keriye!…”

Gittikçe haykırışlara dönüşmeye başlayan bu ses tonundan, anneannesinin “Kerime” demeye çalıştığını anladı çocuk. Ancak yaşamı boyunca Latife Hanım’ın kızı Kerime Hanım’a “Keriye” diye hitap ettiğini hiç işitmemişti. Belki de sesin normale göre çok daha boğuk ve kalın çıkışı, kelimenin bu şekilde işitilmesine neden oluyordu.

Sonra tekrardan, tebessümlü yüz ifadesiyle fasulyeleri ayıklayan annesine dönüp bakarak; “Anne, anneannem seni çağırıyor, duymuyor musun?” diye sordu. Yüz ifadesini hiç değiştirmeyen Kerime Hanım, “Oğlum, anneannen beni çağıramaz. Çünkü o öldü… Görmüyor musun, melekler gibi yatıyor… Bırak, onu rahatsız etmeyelim…” dedi, kendinden emin bir ses tonuyla… Çocuk, annesinin evin içerisini kaplayan bu korkutucu sesi hâlâ işitememiş olmasına hayret edecekti…

Buradan tek bir sonuç çıkıyordu: Latife Hanım, tekrardan yaşama döndüğünü sadece torununa gösteriyordu. Bu da anneannesinin kendisini ne kadar çok sevdiğini ve de özlediğini gösteriyor olmalıydı, ona göre… Ya da en azından o, durumun bu şekilde olmasını umuyordu… Kısa bir süre sonra yerdeki kadavranın başı, elleri ve ayakları da hareket etmeye başladı. Tıpkı yumurtasından yeni çıkmış, yavru bir dinozoru andırıyordu… Yani en azından o anda çocuğun aklına gelen ilk şey o oldu. Kefenin içerisinde bir o yana bir bu yana dönmeye başlayan Latife Hanım, o iğrenç sesiyle haykırışlarına devam ediyordu… “Keriye, Keriye…”

Tolga, annesi Kerime Hanım’ın hâl ve hareketlerinden, anneannesinin bu ilginç görüntüsünü göremediğini anladı. Sanki Kerime Hanım’ın gözlerinin önüne, görmesi gerekli olan her şeyi engelleyen koyu bir perde asılmıştı. İşitme organını dahi köreltecek, oldukça kalın bir perde… Bu tuhaf hareketlerine bir süre daha devam eden Latife Hanım, bir anda kalça üstü bölgesiyle bacakları arasında doksan derecelik bir açı yapacak şekilde dikeldi. Öyle ki çocuk o anda anneannesini, matematik dersinde gördüğü dik üçgenin birbirine dik iki kenarı gibi gördü. Yalnızca hipotenüsü eksik olan bir dik üçgen… Ayrıca anneannesinin bu hareketinden, yaşlı kadının yıllarca çekmiş olduğu kamburluk rahatsızlığından da kurtulmuş olduğunu fark edecekti. Zaten çok kilolu olmayan Latife Hanım, şimdi tıpkı bir genç kız gibi dimdik durabiliyordu.

Sanki bir şeyi ararmışçasına kafasını sağa sola döndürdü ve o iğrenç ses tonuyla yaptığı haykırış faaliyetini bir anda kesti. Artık sadece boş; ancak korkutucu gözlerle etrafını süzüyordu. Bir an önce anneannesi ile göz göze gelmek isteyen çocuk ise sabırsızlanıyordu. Anneannesinin bu gençleşmiş ve diri hâliyle kendisini görmesini ve boynuna sarılmasını çok istiyordu. Kısa bir süre sonra ise sabırsızlanarak beklediği şey gerçekleşecekti. Ya da diğer bir deyişle, Latife Hanım deminden beri arayıp durduğu şeyi bulacaktı…

Tolga, şu anda anneannesi Latife Hanım’ın özlemiş olduğu yeşil gözleriyle baş başa kalmıştı. Ancak sanki bir şey eksikti… Bu eksik, Latife Hanım’ın gözlerinden kaynaklanıyordu. Torununa yaşam boyu yorgun ancak insanın içine sıcaklık veren canlı gözleriyle bakmış olan kadının şu anki bakışından aynı sıcaklığı alamadı çocuk… Sanki Latife Hanım’ın o canlı ve diri gözleri de kendisiyle birlikte ölmüştü. Önceleri anneannesinin gözlerini, güneşin sıcak ışığını yansıtan yemyeşil bir ormana benzetirken, şimdi ise aynı gözleri, üzeri buzlarla kaplanmış ve insanın içine sadece korku salan soğuk bir dağa benzetecekti. “Demek ki bir insan ölünce aynı anda gözlerini de kaybediyor.” Bu düşünce içinin ürpermesine neden oldu. Kısa bir süre sonra ise üzerindeki bu korku kıyafetini çıkartmak istedi ve “Ama zaten benim anneannem ölmedi ki… Beni çok sevdiğinden dolayı geri geldi.” diye geçirdi aklından…

Birazdan, anneannesinin ölü yeşili gözlerini bir kez olsun kırpmadan torununu süzüyor olması, çocuğun içerisinde yeni bir korku rüzgârının esmeye başlamasına neden olacaktı. Kadın, tıpkı buzdolabı kadar soğuk olan yüz ifadesi ile torununu süzmekteydi… Çocuk, artık anneannesinin bu yüz ifadesinden kurtulmak istediğinden tam “Anneanneciğim…” diyecekti ki bir anda kadının ayaklanmaya çalıştığını fark etti. Önce Latife Hanım’ın kendisine sarılmak için ayağa kalktığını düşündü, ancak anneannesinin yemek masasına doğru yönelmesiyle bu düşüncesinde haksız olduğunu anladı. Biraz sonra, yemek masasının üzerinden rahatlıkla seçilebilen bir şeyin olduğunu fark etmesi, korkusunun iki katına çıkmasına sebebiyet verecekti…

Şu anda nereden geldiğini kestiremediği bir ekmek bıçağı, masanın üzerinden kendisine bakarak acımasız bir şekilde sırıtıyordu sanki… Artık Latife Hanım’ın neden yemek masasına doğru yöneldiğini anlayan çocuğun bu düşüncesi, anneannesinin ekmek bıçağını eline alıp kendisine doğru korkutucu bir bakış atmasıyla pekişmiş oluyordu… Eğer bir önlemini almazsa, anneannesi kendisini tıpkı bir salamı doğrar gibi doğrayacaktı. Anneannesinin durup dururken kendisine neden böyle bir tepki verdiğini düşünme lüksünün olmayacağının bilincinde olan çocuk, korku dolu gözlerle, hâlâ rahat bir şekilde işini görmekte olan annesi Kerime Hanım’a bakarak, “Anne, anneannemin elindeki bıçağı görüyor musun? Beni öldürecek herhalde! Lütfen anne, bir şeyler yap… Çok korkuyorum!” diye haykırdı… Yüzündeki tebessümlü ifadesinden taviz vermemekte kararlı görünen Kerime Hanım kafasını sağa sola sallayarak, “Oğlum, anneannen öldü… Hem zaten o seni çok severdi… Merak etme, sana hiçbir şey yapmaz.” dedi. Önce annesinin bu söylediğine yürekten inanmak istemiş, ancak sonra Latife Hanım’ın elindeki ekmek bıçağıyla birlikte kendisine doğru gelmeye başladığını fark edince çareyi kaçmakta bulmuştu.

Yaşlı kadın, ağır ancak bir o kadar da kendinden emin adımlarla onu takip ediyordu… Vücudunu örten kefeni ve damarları belirgin bir şekilde fark edilen sağ elinin arasındaki ekmek bıçağıyla, tıpkı ölü bir savaşçıyı andırıyordu o anda. Torununu öldürmek için dirilmiş olan vahşi bir savaşçı…

Çocuğun annesinden bir hayır geleceğine artık inancı kalmamış ve var gücüyle yatak odasına doğru kaçmaya başlamıştı. Belki yatak odasına gider, odanın kapısını da kitlerse, kendini bu anneannesi Latife Hanım’ın kılığına girmiş olan iblis veya canavara yem etmemiş olurdu…

Şu anda ablasının ütü yapmakta olduğu küçük yatak odasına gelmiş ve kapısını kapatıp kilitlemişti. Ablasının da burada oluşu, onu az da olsa rahatlatacaktı. Şimdi gerekli olan açıklamayı bir de ablasına yapması gerekiyordu. En azından anneannesi Latife Hanım, odanın kapısına dayanmadan…

“Abla, anneannem ölmemiş… O… Onun elinde bıçak var ve galiba o beni öldürecek…” dedi, soluk soluğa kalmış bir hâlde. Ablasının bu söylediklerine pek kulak asmadığını fark ettikten sonra daha yüksek bir sesle: “Abla, sana söylüyorum… Anneannem dirildi ve eli bıçaklı beni kovalıyor… Biraz sonra kapıya dayanır. Lütfen bir şeyler yap!” dedi ve sonrasında ablasının arka tarafına saklanmaya çalıştı.

Tolga’nın ne yaptığına pek bir anlam veremeyen ablası ise suratını buruşturarak “Saçmalama Tolga… Anneannemiz maalesef öldü… Hem zaten anneannem sana hiçbir şey yapmaz…” diye mırıldandı sakin bir ses tonuyla. Bunu söylerken kafasını yapmakta olduğu ütüden dahi kaldırmadı.

Artık kaçmaktan değil, korkudan nefes nefese kaldığını hisseden çocuk, “Biraz sonra elindeki ekmek bıçağıyla odanın kapısına dayandığında görürsün bana hiçbir şey yapmayacak olan anneannemi…” diye geçirdi aklından. Ve kısa bir süre sonra da aklına gelen şey başına gelecekti. Bir anda, kilitli kapıya müthiş derecede darbeler indiren bir siluet belirdi. Tolga kapının ardındaki bu siluetin, ihtişamından dolayı olacak, gerçek hâlinden bile ürkütücü göründüğünü düşünmeye başlayacaktı, korkudan yok olmak üzere olan beyin hücreleriyle…

Biraz sonra kapıdan gelen darbe sesleri aniden kesildi. Bu durumu fırsat bilecek ve korku dolu yorgun gözleriyle ablasına bakarak son kez; “Sesleri duymadın mı, abla? Bu anneannem işte… Elindeki bıçakla beni öldürmeye geldi!” diyecekti çocuk…

Tıpkı annesi gibi istifini bozmamakta kararlı görünen ablası, “Tolga, ben ses falan duymuyorum. Artık şu saçma oyunu keser misin? Beni rahatsız ediyorsun…” dedikten kısa bir süre sonra küçük odanın içerisinde kulakları sağır edecek türden bir ses duyuldu. Latife Hanım, elindeki ekmek bıçağıyla birlikte, az önce kendisini siluet gibi gösteren, ancak şu anda ayaklarının altında paspas olmuş olan kapının üzerinden acımasız gözlerle torununu süzüyordu. Çocuk ise o kapıyı kırabildiğine inanamadığı anneannesine bakıyordu çaresiz gözlerle. Ve işte o anda karşısındaki yaratığın, anneannesi Latife Hanım olmadığını kesinkes anlayacaktı. Bu yaratık, ona göre anneannesinin bedenine girmiş, olağanüstü güçlere sahip bir canavar olmalıydı. O, bu “canavar” tabirinden korkma olayını beş-altı yaşlarında bıraktığına inanıyordu. Yaklaşık yedi-sekiz yıl sonra böyle bir şey yaptığına pişman olacaktı. Herkesin söylediğinin aksine, dünyada “canavar” denilen şey vardı. Ve işte şu anda o şeyle karşı karşıya kalmıştı.

“Keşke böyle bir şeyin varlığını daha farklı tecrübe yollarıyla öğrenebilseydim.” Çocuk, karşıdan ağır adımlarla kendisine doğru yaklaşan anneannesini, tıpkı bir filme bakar gibi izliyordu. Son bir umutla, yine ablasından yardım isteyecek ve yine benzer bir cevap alacaktı: “Saçmalama Tolga… Anneannem öldü… Ve zaten o sana hiçbir şey yapmaz…”

Yaşlı kadın, şeytani bir gülümsemeyle karşısında korkudan zorlukla yutkunmaya çalışan küçük torununun yanına iyice yaklaşmıştı artık. Yaklaştıkça bir şeyler de mırıldanmaya başladı kalın ve boğuk sesiyle…

“Beni senden başka kimse göremez sevgili torunum… Çünkü ben senin için geldim… Beni hiç özlemedin mi?” Tolga, anneannesinin bu son sözünden sonra tekrardan o buz gibi soğuk, yeşil gözlere baktı… Anneannesinin soğuk nefesini bütün vücudunda hissediyordu…

Bir süre sonra Latife Hanım bıçağı tutmuş olduğu sağ elini geriye doğru gerdi ve ileriye doğru var gücüyle savurdu…

* * *

“Hayıııııır!”

Tolga’ya bağırtı olarak gelmiş olan bu ses, aslında bir mırıltıdan farksızdı. Şu anda ise Beşiktaş logolu yatağının içerisinden küçük odasına doğru boş ve korku dolu gözlerle bakmaktaydı. Alnından akan korku terlerini elinin tersiyle sildikten sonra, bir kâbus gördüğünün farkına henüz şimdi varabilmişti.

“Ya da en azından vücudumda bir bıçak darbesi olmadığına göre, gördüklerim kötü bir rüya olmalı…” diye geçirdi aklından. Yaşamı boyunca bu denli ürkütücü bir rüya görmemiş olan çocuk, rüyasında anneannesinin neden kendisine bir anda o şekilde davrandığını düşünmeye başlamıştı. Anneannesini kızdıracak ne yapmış olabilirdi ki? Özellikle öldükten sonra, onun vermiş olduğu o altın öğütleri, neredeyse harfiyen yerine getirmeye çalışıyordu. Onu özlemekten başka ne yapmıştı?

“Ama zaten rüyamda gördüğüm kişi anneannem değildi ki… Anneannemin kılığına girmiş bir canavardı…” Bu düşünce onun korkusunu artırmaktan başka pek de bir işe yaramayacaktı. Sonra, “Acaba anneannem cehenneme mi gitti?” diye sordu kendisine. Çünkü bir vakit annesi Kerime Hanım ona, bazı ölmüş insanların çok sevdiklerinin rüyalarına girerek cennete mi yoksa cehenneme mi gittiklerini gösterebileceklerini söylemişti. Eğer durum gerçekten böyleyse, anneannesinin cennete gidebileceğini pek sanmıyordu Tolga…

Yatağının içerisinde bu düşüncelerle savaştıktan kısa bir süre sonra alt dudağının üzerinde müthiş bir acı hissedecekti. Elini alt dudağına götürmüş, sonrasında acıdan yüzünü ekşitmiş ve dudağındaki bu şeyin bir uçuk olduğunu fark etmişti. Rüya sırasında korktuğu için oluşan bir uçuk… Anneannesinin kendisine böyle bir hediye bıraktığına hâlâ inanamıyordu. Henüz daha yeni yeni sivilcelenmeye başlamış bir yüzde bir de uçuğa sahip olmak utanç verici bir durum olmalıydı.

Yüzünden akan terlerin kurumaya başladığını hissettikten sonra, kafasını ve bakışlarını duvarda asılı olan saate doğru çevirdi. Saat, gece yarısı 04.00’ü gösteriyordu. O anda, çok ter döktüğünden dolayı susadığını hissetmiş ve yatağından kalkarak evin mutfağına doğru yönelmişti, zamanında anneannesi kerelerce “Terliyken su içme!” demesine rağmen… Ancak Tolga, şu anda bunu düşünecek durumda değildi. Sırtındaki, daha tam olarak kurumamış terin nemi ve de görmüş olduğu korku dolu rüyadan dolayı hafiften titrediğini hissedecekti. Mutfakta, titreyen küçük elleriyle suyla doldurmuş olduğu bardağı boşaltması on saniyesini almadı. Ardından iki bardak daha su içtikten sonra midesinin ağrımaya başladığını hissedince, elindeki bardağı masaya bırakacaktı ki masanın diğer ucunda görmüş olduğu bir şey, bardağı yere düşürmesine neden oldu.

Şu anda masanın üzerinde bulunan, ucu kanlanmış bir ekmek bıçağı kendisini süzüyordu. Çocuk, bardağın yere düşüp parçalanış sesiyle kendisine gelmiş ve var gücüyle odasına doğru koşmaya başlamıştı. Kâbusunda kendisine musallat olan ekmek bıçağı, kanlı bir hâlde karşısında durmaktaydı… Bu nasıl olabilirdi? Gece gördükleri sadece bir rüyadan ibaret değil miydi? Yatak odasına girip kapısını da kilitledikten sonra kendini yatağa attı. Yatağındaki Beşiktaş logolu yorganına sıkı sıkı sarılacak ve titreme katsayısının iki katına çıktığını hissedecekti. Bunu birbirine vuran dişlerinin sesinden de anlayabiliyordu.

Çocuk bir süre sonra yorganın içerisine sıkıca gömmüş olduğu ellerinin nemlenmeye başladığını hissetti. Anlaşılan titreme nöbeti, yerini yavaş yavaş terleme nöbetine bırakıyordu. Terlediğini düşündüğü ellerini yorganın içerisinden çıkardıktan sonra bir kez daha hayrete düşecekti Tolga. Çünkü ellerindeki nemin nedeni tahmin ettiği üzere ter değil, kandı…

Artık korkudan nefes almakta zorlandığından yorganı var gücüyle üzerinden atmış ve kazağının üzerindeki büyük kan lekesine bakmıştı. Ve işte o anda rüya ile gerçek arasındaki o ince çizgi üzerinde olduğunu anlayacaktı… Hani o neredeyse Sırat Köprüsü kadar ince olan çizgi üzerinde…

Tolga, elini kanlanmış olan midesinin üzerine koymuş ve kısa bir süre sonra yatak odasının kapısı dışında beliren silueti fark etmişti. Nedense bu siluet ona hiç mi hiç yabancı gelmeyecekti… Öyle ki; beliren siluetin elindeki bıçağın ucundaki kanın dahi silueti seçilebiliyordu. Kendisine ait olan kanın silueti…

Bir süre sonra odanın kapısından yükselen darbe sesleri, Latife Hanım’ın kılığına girmiş olan “canavar”ın, başladığı işi bitirmeye geldiğini gösteriyordu.

Artık halsizlikten gözleri kapanmaya başlayan Tolga ise rüya ile gerçek arasındaki ince çizgi arasında sıkışmış olduğunu düşündü… Ve şu andaki yaşadıklarının da bir rüya olması için Allah’a dua edecekti…

Tükenmeye az kalmış olan son nefesiyle…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *