Öykü

İsimsiz

Bugünlerde bunu söyleyebilecek pek fazla insan hayatta değil ama ben onunla tanışmıştım. Sahip olduğu onca ismi vardı. Çirkin, Kambur, Deli, Ucube ve daha sonra Katil, Hain… Yıllar öncesine ait o günler insanların hafızalarının tozlu raflarında unutulmaya mahkum olsa da ben asla unutamayacağımı biliyorum. Üzerine yapışmış isimlerin aksine, içimdeki duygu kırıntılarına dokunabilmiş iki kişiden biriydi. Bu yüzden sonradan yaptığı onca şeye rağmen ona sevgi duyuyorum. Bunun için kendimi suçlu hissetmem gerekiyor mu bilmiyorum. Ama içimde en ufak bir suçluluk yok.

Sahip olduğu onca ismi vardı. Yine de benimle tanıştığında karşımda ona konulan isimlerin hiç biriyle durmuyordu. Ruhunun derinliklerinde o da benim gibiydi.

* * *

Prens Gerald, heyecanla odama dalıp “Yolculuğa çıkıyoruz!” dediği zaman 13 yaşımdaydım. Soylu birinin odama gelip neşeyle haber vermesi pek normal gözükmese de sahip olduğumuz veya olmadığımız ünvanların gölgesinden çıktığımız anda iki iyi dosttuk. “Nereye?” diye sordum.

Gözleri parlayarak “Cadura” dedi.

İnanamadım. “Bu.. bu nasıl oluyor? Cadura ve Güney.. Ne bileyim onca anlatılandan sonra?”

“Savaş artık çok uzakta kaldı. Bizim yaşımız savaşı görmedi. Ama belki barışı görebilir. Ayrıca babamın söylediğine göre düşmanın sessizliğindense; kendi sesini bastırmasını tercih etmeliymişiz.” Konuyu değiştirdi. “Hem Cadura’nın kızları hakkındaki efsaneleri ne çabuk unuttun.” Dirseğiyle beni dürttü. Kendi yüzümü göremiyordum ama yanaklarımın kızardığını hissettim.

“Ne zaman yola çıkıyoruz?” diye sordum.

“İki gece sonra.” diye cevapladı.

* * *

Yolculuk neredeyse bir dolunay döngüsü kadar sürdü. Yola çıkarken ne kadar kalabalık gittiğimizi gördüğümde ağzım açık kalmıştı. Sanki evimizi Cadura’ya taşıyorduk. Kral ve Kraliçe’nin yanında durmak zorunda olmadığı zamanlarda prens de benimle yolculuk ediyordu. Ona bir zamanlar düşmanımız olan bir krallığa yanımızda yeterince asker götürmeden gitmenin güvenli olup olmadığını sordum. “Saçmalama. En iyi adamlarımız babamla. Ayrıca savaş geride kaldı. Hikayeleri bile neredeyse geride kalacak.” Dedi.

“Hikayeler asla geride kalmaz.” dedim.

O zaman sanki babasının duruşuna büründü. “Düzen her zaman böyle olmuştur. Çıkarların için düşmanınla dost olmayı da öğrenmelisin.”

Sessizce anladığımı belirttim. Kralla asla konuşma şansım olmuyordu ama Gerald konuşurken aslında Kral’ı dinlediğime yemin edebilirdim. Adeta babasının küçük bir kopyasıydı.

* * *

Cadura’ya vardığımızda surların içinde ağırlanan azınlıktaydım. Geri kalanlar şehrin surların dışındaki kısmında barışı kutlayacaktı. Aslında soyluluğuyla veya hünerleriyle benim yerime içeri girmesi makul kabul edilebilecek bir çok kişi tanıyordum fakat Gerald’ın ısrarları sonucunda içeri alınmıştım. Elbette, Cadura Kralı veya bizim Kralımızla aynı salonda ağırlanmam mümkün değildi. O ayrıcalığa prens sahipti. Belki bu açıdan şanslı sayılabilirdim. Çünkü onların yanında olsaydım muhtemelen yaşamıyor olacaktım.

Akşam gelişimizin ve barışın onuruna verilen ziyafette yemeklerin ve gösterilerin büyüsüyle gerçeklikten kopup rüyaların arasında süzülüyormuş hissine kapılmıştım. Bunda Cadura’nın güneyindeki bağlardan toplanan üzümle yapılan ve usta simyacıların elinde mükemmelleştirilen şarabın etkisi de vardı.

Gece ilerledi ve her şey o kadar hızlı gelişti ki. Başımın arkasına sert bir cisimle vuruldu. Panik ve acı anında bile aklıma ilk gelen dostum oldu: “Gerald!”

Simsiyah bir girdabın içine emilirken son hatırlayabildiğim iki güçlü kolun beni omuzlarımdan kavradığıydı.

* * *

Pürüzlü taş zeminde oluşmuş ufak bir gölün ortasına düşen su damlacıkların düzenli sesi gözlerimi açmama sebep oldu. Başta kör olduğumu düşündüm çünkü gözlerimi açmam hiçbir şeyi değiştirmemişti. Yavaş yavaş karanlığa alıştım ve bir hücrede olduğumu farkettim. O anla ilgili çok iyi hatırladığım iki şey var. Birincisi içerisi çok soğuktu. İkincisi başım aşırı derecede ağrıyordu. Henüz dokunmadan başımın arkasındaki şişliği hissedebiliyordum. Sızlaması kalp atışı gibi tüm vücuduma yayılıyordu. Dokunmak için uzandım fakat kolum havada asılı kaldı ve demir zincirler birbirine çarparak ses çıkarttı. Zincirlenmiş kollarımı incelerken tekrar başım dönmeye başladı ve gözbebeklerim karanlığa yuvarlandı.

* * *

Bu sefer beni uyandıran tavandan damlayan suyun düzenli aralıklarla gelen sesi değildi. Evet, o ses hala oradaydı ama karanlığı kesip kulaklarıma ulaşan başka sesler de vardı. İki adam konuşuyordu ve gırtlaktan konuşan biri sayesinde seslerini birbirinden ayırt etmek oldukça kolaydı. Hücreme çok yakın değillerdi; çünkü konuşulanları ancak bölük pörçük anlayabiliyordum.

“Hemen mi öldürmüşler? Hepsini?”

“Dedim ya çocuk hariç hepsini. Kral bile bizzat kılıcını kullanmış. Hedror söyledi, salondaydı. Çocuğu bayıltan da oymuş. Muhafızlar eşliğinde Kule’ye götürmüşler. Yaşamak istiyorsa uçmayı öğrense iyi eder.” Adam kaba bir şekilde kahkaha attı.

“Eh, o pislikler bizim yemeklerimizi yerken, bizim şaraplarımızı içerken ölmelerini diliyordum zaten. Biliyor musun bence bazı ilişkiler asla dostluğa dönüşemez. Dönüşmemeli de. Biz fikrimizi değiştirene kadar bizi kendi halimize bırakmalıydılar. Belki o zaman barıştan söz edilebilirdi. Bu zamanlar Güney’den daha büyük problemlerimiz var.”

Bundan sonra konuşulanların bir kısmı Cadura’nın iç problemleriyle ilgiliydi. Bir kısmını ise duyamadım. Tekrar duyabildiğimde konu değişmişti.

“Yaratık n’apıyor?”

“Şşş.. Sessiz ol ve onu böyle çağırma. O çocuk tüylerimi diken diken ediyor ve Kule’den birisi duyacak olursa..”

“Aman sen de! Burada bizi kim duyacak? Ayrıca ne dememi bekliyorsun? Ucube mi? Kambur mu? Yoksa ikisi birden mi?” Bu sefer gülen diğer adamdı.

“Sen de haklısın. Muhtemelen şu an oyuncak tahta parçalarını kafasında kırmakla meşguldür. Beyinsiz.”

Gardiyan olduğunu düşündüğüm iki adam bir süre daha konuştuktan sonra onları duyabileceğim mesafeden uzaklaştılar.

* * *

Karanlığın içinde ne kadar süre geçirmiştim hatırlamıyorum ancak hücremde yalnız olmadığımı fark ettim. Duvarlardaki taşların arasından süzülen ve yerin biraz üzerinden ilerleyip ciğerlerimi donduran soğuğun varlığı kadar gerçekti. Orada biri veya bir şey duruyor ve sabırla beni izliyordu. Ama ben onu göremiyordum. Yaşanan onca şeye rağmen ilk kez o an paniğe kapıldığımı hissettim. Hiç bir hareket görmeden veya ses duymadan saatler geçti. Karanlıkta tek bir hareket görebilmek için bakışlarımı gölgelerden ayıramıyordum. Delirdiğimi düşündüm. Gölgeler şekil değiştirmeye ve üzerime gelmeye başlamıştı. Kapkara kemikli eller gölgeyle bir olup boğazıma uzanıyordu. Çığlık atamayacağımdan korktum. Gözlerimi kapadım ve ağlamaya başladım. Bir süre sonra gözlerimi tekrar açtığımda gölgeler hala oradaydı ancak odada yalnızdım. Başımı önüme eğdiğimde şekilsiz bir tahta parçasının ayaklarımın dibine bırakıldığını gördüm. Ondan aldığım ilk hediye o tahta parçasıydı.

* * *

Günler kendimin ve prensin hayatıyla endişelenmekle geçti. Yanıma gelen kimse yoktu. Sadece günde bir kez yüzünü göremediğim bir gardiyan yemeğimi veriyor ve ihtiyacımı giderebilmem için beni bağlayan zincirlerin kilitlerini çözüyordu. Tahta parçasını yırtılmış ve pislikten tanınmaz hale gelmiş giysimin içine saklamıştım. O kadar sıkılıyordum ki yalnız olduğum zamanlarda tahta parçasıyla oynamaya başladım. Elimde çeviriyor, havaya atıp yakalamaya çalışıyor ve yerdeki yamuk taşların üzerinde dengede tutmaya çabalıyordum. Bir gün havaya attığım zaman yakalayamadım ve tahta yerde sekip ulaşamayacağım bir uzaklığa düştü. O an hücrede yine yalnız olmadığımı fark ettim. Bu sefer gölgelerin içinde beni inceleyen iki göz görebiliyordum. Ne gölgeler boynuma uzandı, ne de ben korkuya kapıldım. Karanlığın içindeki gözler düşmanca bakmıyordu. Aksine dostça bir tereddütle inceliyordu.

Kurumuş boğazım yüzünden sesimin çıktığından hala emin olamıyorum ama “Merhaba” diye seslendim. Cevap vermedi. “Hediye için teşekkür ederim.” dedim. Yine cevap gelmedi. “Zahmet olmazsa onu bana geri uzatabilir misin?” Zincirlerimi gösterdim. ”Gördüğün üzere pek uzağa ulaşamıyorum.”

Gözlerdeki tereddüt yoğunlaştı. Sanki bakışları görünmez bir duvarı delmeye çalışıyordu. Susarak ona mücadelesi için zaman tanıdım. Nihayet gölgelerin içinden çıktığı zaman tek düşündüğüm Güney’de anlatılanların çocukları korkutmak için uydurulmuş birer hikaye olmadığıydı.

* * *

Yıllar önce Cadura, Güney ile bitmek bilmeyen savaşını sürdürürken, aynı zamanda kendi içinde de sorunlar yaşıyordu. Sözsüz barışı getiren de iç ayaklanma oldu. Cadura Kralı ve Kraliçesi savaş devam ederken vahşice öldürüldüler. Başta katillerinin Güney’in ajanları olduğu öne sürüldü ama gerçek farklıydı.

Cadura’nın Kral vekili suikasti sinsice planlamıştı. Güç için yapmayacağı yoktu ve doğru zamanı bekleyerek tahta geçti. Güney, Cadura’nın bu karışıklığı karşısında bile nihai darbeyi vuramıyordu. Kral vekili bu sürede savaşı öne sürerek yükselmesi olası sesleri bastırdı. Bir süre sonra ise sözsüz barış sağlanarak Krallıklar sessizliğe gömüldü.

Kral vekilinin adamları Krallıkla ilgisi olan tüm soyluları öldürdüler. Kimisi gece uyurken boğuldu. Kimisi karanlık koridorlarda sırtlarından hançerlendi. Kimisi ise bir daha görülmemek üzere ortadan kayboldu. Herkes öldürüldü. Tek bir kişi hariç.

* * *

Gölgelerden çıkıp karşımda duran çocuğun kim olduğunu onu gördüğüm anda anladım. Bir zamanlar yaşanılanlar Kule’nin soğuk ve karanlık koridorlarında yankılanıp dışarı sızacak bir çatlak bulamamışlarsa da; hikayeler her zaman sızardı. Güney’de de Öldürülemeyen Prens’in öyküsünü defalarca dinlemiştim.

İlk aklıma gelen çocuğun ne kadar iri olduğuydu. Dağınık kumral saçları tel tel alnına dökülüyordu. Burnunun olması gereken yerde sadece iki ince çizgi vardı ve nefes aldıkça çizgiler genişliyordu. Sağ elmacık kemiği yoktu veya o kadar küçüktü ki yüzü ürkütücü bir asimetri içindeydi. Geniş omuzları ve göğsü kamburunu saklayamıyordu. Fakat kamburuna rağmen suratı dimdik bana bakabiliyordu. En dikkat çekici özelliği kesinlikle gözleriydi. Gri gözleri sanki beni ve ruhumu aynı anda görebiliyordu. Gözlerini üzerimde o kadar kesintisiz tutmuştu ki, onun gölgelerin içine geri adım atıp beni rahat bırakmasını istediğimi hatırlıyorum.

Bakışlarını benden ayırmadan yavaşça ilerlemiş ve yerdeki tahta parçasını alıp bana uzatmıştı.

* * *

Kral vekili tahtı ele geçirirken, taht ile ilgisi olan herkesi öldürttü. Sadece öldürülen Kral ile Kraliçe’nin tek çocuğu mucizevi bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı. Çocukta gizemli bir şeyler vardı. Ona savrulan kılıçlar havada görünmez bir el tarafından durduruluyor, gölgelerin içinden atılan oklar yön değiştirip yanından geçiyordu. Kral vekilinin adamları zehir kullanmayı denemişlerdi ancak o da etki etmemişti. Artık Kral olarak kabul edilmeye başlanmış Kral vekili Cadura’nın doğusundan insanların uzak durmak isteyeceği kadar kötü şöhrete sahip bir kahin getirtti. Kahin, çocuğun damarlarında ne olduğunu göremediği bir güç olduğunu, bu nedenle ölümünü de öngöremediğini söyledi. Tek yapılabileceğin simyacılarla çocuğun bir nevi uyuşturulması olduğunu belirtti. Böylece Cadura’nın en usta simyacıları yeni Kral’ın huzuruna getirildi ve çocuğu uyuşturacak bir karışım üzerinde çalıştılar.

Karışım yıllarca prensin yemeklerine katıldı ve vücudunun deforme olmasına sebep oldu. Aynı zamanda beyni de simyadan etkileniyordu. Çoğu zaman anlamsız şeyler söylüyor, dengesiz davranıyordu. Çocuğu, Cadura’nın zindanlarına kilitlediler. Ancak hiç bir kilit etki etmedi. Bir süre kapatıldığı yerde oturuyor, kendi kendine anlamsızca konuşuyor ancak istediği anda sanki hiç kilitlenmemiş gibi çıkıp gezmeye başlıyordu. Kral ve danışmanları ne yapacaklarını bilemediler ve durumu böyle kabul ettiler. Prens, zindandan ayrılmadığı sürece problem teşkil etmiyordu. Simyacılar tarafından hazırlanan karışımları içtiği müddetçe, öldürülemese de deforme olmaya, içten içe çürümeye ve ayak altında bulunmamaya mahkum olacaktı.

* * *

Esir kaldığım sürede günde bir kez yemek getiren gardiyan dışında tek gördüğüm Cadura’nın kamburu çıkmış prensiydi. Günler geçtikçe daha çok ziyaretime gelmeye başladı. Krallığının Güney’le yaptığı sözsüz barış gibi aramızda sözsüz bir arkadaşlık oluştu.

Bana sayısız hediye getirdi. Tahta parçaları, şekilsiz taşlar, camı kırılmış bir kum saati, düğmeler, yırtık bir pelerin… Ben hediyelerime bakarken, gri gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmıyor ve ruhumun derinliklerini incelediğini sürekli hissetmeme sebep oluyordu.

Bazı günler hiç tanışmamışız gibi gölgelerin içinde bekliyordu. Ne dersem diyeyim, onu ışığa doğru bir adım atmaya ikna edemedim.

Bazen ise çığlıkları nemli ve loş koridorları dolduruyordu. İçimin daha çok ürperdiğini hatırlamıyorum çünkü çığlıkları hapsolduğu bedeni yırtıp parçalamak isteyen çaresiz bir ruhun haykırışlarına benzetiyordum.

* * *

Hücrem o kadar boğuk ve karanlıktı ki zaman kavramımı yitirdim. Prens ve gardiyan dışında üçüncü bir kişi yanıma geldiğinde ne kadar süredir esir tutulduğumu hatırlamıyordum.

Gelen adam, yemeğimi veren gardiyan gibi yüzünü gizlemiyordu. Üzerindekilere bakılacak olursa da önemli bir kişiydi. Rengini tam seçemediğim koyu tuniği karanlıkta bile parlayan gümüşi dikişlerle kaplıydı. Hücrenin soğuğuna rağmen adamın suratıma yaklaştırdığı yüzünden üzerime buz gibi bir hava akıyordu. Ürperdim. Bana herkesin öldüğünü söyledi. Güney’in Prensi de dahil. İnanmak istemedim. Tereddüt ettiğimi görünce bana vurmaya başladı. Dudaklarımın arasındaki ılıklığı tadınca kendi kanımın tadını aldım. Sol gözüm yarı yarıya kapandı.

Adam bana vurmayı bıraktığı zaman düşündüğüm bunu sadece keyif almak için yaptığıydı. İkna olmam gereken hiç bir şey yoktu. Herkesi öldürmüşlerse yapabileceğim ne olabilirdi ki? Sonradan öğrendiğime göre, Caduralı simyacılar için denek olacaktım. Tutsak edilmemin tek sebebi buydu. Bunu ancak o lanetli yerden kaçtıktan sonra öğrendim. Belki de kambur dostumun çürümesi için kurban edilecektim.

* * *

Bir kaç gün sonra hücremin kapısı yine açıldı. Artık gelenin kim olduğunu kapıdan gelen ışığı vücudunun engellemesine göre tanır olmuştum. Yemek saati değildi. Ziyaretçimin kim olduğunu anlayınca içimi mutluluk kapladı. Bu sefer hediye getirmemişti. “Hoşgeldin.” dedim. Kendi kendine anlamsızca mırıldandı. Sanırım onun dilinde bu “Hoşbulduk” veya “Merhaba” anlamına geliyordu. Yanıma yaklaştı ve bileklerimi kavradı. Hırıltılı nefesini suratımda hissederken, narin ellerinin ne kadar kuvvetli kavradığını görmek beni şaşırttı. Ne yaptığını bilmiyordum ama aniden bileklerimin serbest kaldığını hatırlıyorum.

Prens kolumdan tutup doğrulmama yardımcı oldu. Sonunda kaçtığım için mutluydum. Oysa ömrümün son günlerini bu hücrede çürüyerek geçireceğimi sanıyordum.

Koridora adım attığımızda yerde iki beden gördüm. Uyuyorlardı. Bunlar acaba haftalar önce konuşmalarını dinlediğim gardiyanlar mıydı? Bu sırada dostum bir kaç adım önümden yürüyor ve arada arkasına bakıp onu takip edip etmediğimi kontrol ediyordu. Bir kaç köşe döndükten sonra çıkmaz bir koridora vardık. Prens yine de yürümeyi kesmedi. Ben de onu takip ettim. Pürüzlü duvarlardaki bir açıklıktan dışarı baktığımda havanın karanlık olduğunu fark ettim. Şehrin diğer ucunda, ay ışığının altında bembeyaz bir kule tüm ihtişamıyla yükseliyordu. Acaba Gerald da gerçekten öldürülmüş müydü? Oysa gardiyanların konuşmalarını çok iyi hatırlıyordum. “Çocuk hariç hepsi” demişlerdi. Çocuk hariç hepsi öldürülmüştü. Kraliyet masasında oturan başka bir çocuk yoktu.

Koridorun sonunda duvarla yüz yüze geldik. Çocuk, sağ elini duvarın üzerinde gezdirmeye başladı. Taşlar önce hafif hafif sonra daha şiddetli bir şekilde titremeye başladı. Panikle arkama baktım. Ya bir duyan olsaydı? Ancak çocuk çok rahattı. Veya umursamıyordu. Gözlerime inanamadım. Duvar yok olmuştu. Önümüzde aşağıya doğru merdivenler uzanıyordu.

İlk basamakları koridordan gelen ışık sayesinde görebildim. Ancak daha sonra karanlık giderek koyulaştı. Çocuk önümde bu basamakları defalarca inmiş gibi rahatça ilerliyordu. Bense duvarı yoklayarak düşmemeye özen gösterdim. Sonunda basamaklar bitti ve adımımı yumuşacık bir zemine attım. Yerde ölü yapraklar varmış gibi adım attıkça çıtırtılar geliyordu. Çürüme kokusundan midem bulandı. Prens elinin bir hareketiyle duvarlara asılmış gaz lambalarını yaktı. Ağzımdan bir çığlık kaçırdım. O an attığım çığlığın, çocuğun aslında ne olduğunu fark etmemle ilgisi yoktu. Asırlar önce yok olduğuna inanılan ve sadece unutulmaya yüz tutmuş efsanelerle anılan büyügücü onun damarlarında dolaşıyordu. Bense gördüklerim karşısında aklımı kaçırdığımı düşünüyordum. Yerde yüzlerce fare ölüsü, elle dokunmuş bir halı gibi zemini kaplıyordu. Midem bulandı, başım döndü. Dostumsa ne olduğuna anlam verememiş gibiydi. Gri gözleriyle dimdik gözlerimin içine, sorunun ne olduğunu sorar gibi bakıyordu. Bir süre yerdeki fare ölülerini inceledi. Bazılarını yerden alıyor ve inceliyor sonra da geri bırakıyordu. Sonunda aradığını düşündüğüm veya bana uygun gördüğü bir tane buldu. Hayvanın leşini kuyruğundan tutup bana uzattı ve “Sen” dedi. Onun ağzından duyduğum ilk anlamlı sözcük buydu. Başta ne yapacağımı bilemesem de hediyesini kabul ettim ve midem bulanarak fare ölüsünü cebime soktum. Ona teşekkür etme şansı bulamadan göz kapaklarım ağırlaştı. Dengemi kaybedip yerde uzanan fare mezarlığına düşmeden güçlü kollarıyla beni yakaladığını hissettim.

* * *

Uyandığımda kendimi yine hücremde zincirlenmiş buldum. Cebime uzanamıyordum fakat aldığım son hediyenin yumuşak ve kokan varlığını bacağımda hissediyordum. Gerçekten kaçtığımı düşünmüştüm. Oysa tek olan deli bir çocuğun fare ölüleriyle dolu oyun odasına gidip cebimde hayvan leşiyle hücreme dönmek olmuştu. Kahkaha attım. Sanırım ben de bu kokuşmuş hücrede çürümeden önce aklımı kaybedecektim.

Çocuk günlerce yanıma gelmedi. Ne de gölgelerin içinden beni izlediğini hissettim. Bana getirdiği hediyeleri köşedeki gölgelerin içine saklamıştık ama cebimdekinin kokusu fark edilmeyecek türden değildi. Oysa gardiyan hiç farketmedi. Muhtemelen fark ettiyse bile bunun kendi kokum olduğunu düşünmüştü.

* * *

Bir gün yine kapım açıldığı zaman gelen kişiye bu işkenceye son vermesi için yalvaracak kadar umutsuzdum. “Öldür beni” diye fısıldadım. Bakışlarımı yukarı kaldıracak kadar bile gücüm yoktu. “Öldür beni” diye tekrar ettim. Adımların tek bir kişiye ait olmadığı fark ettim. Hırıltılı bir nefes suratıma yaklaşıp bileklerimi kavradı. Başımı yukarı kaldırdım ve çocuğu baktım. Omzunun arkasında bir kişi daha ellerini göğsünde kavuşturmuş bana bakıyordu. Kim olduğunu fark ettiğimde heyecanla bağırdım. “Gerald!” Dostum hızlı adımlarla yaklaştı ve tek dizi üzerine çökerek bana sarıldı. Kendimi tutamadım ve ağladım. Kollarımın serbest kaldığını, gözyaşlarım kuruduğunda fark ettim. Bu esnada çocuk bir kaç adım uzaklaşmış ve masum gözlerle bizi inceliyordu.

Bu sefer çocuk kambur siluetiyle önümüzde yürürken daha aceleci davrandı. Bazen köşeleri dönmeden koridorları dinliyor ve dikkatli ilerliyordu. Yine sonu duvarla biten koridorlarda gizli geçitlerden geçtik. Bazen aşağıya iniyor bazense yukarı çıkıyorduk. Son kapıdan da çıktığımızda şehre tepeden bakan bir noktada Kule’ye zindanlara göre çok daha yakın bir binanın tepesindeydik. Bunun nasıl olduğuna anlam veremedim. Ancak o özel biriydi ve sahip olduğu güç düşünüldüğünde bunu yapması çocuk oyuncağıydı.

Çatıda onu son gördüğümde, elindeki yıpranmış çantayı bana uzattı. Başta ne olduğuna anlam veremedim. İçine baktığımda ise hücreden kaçarken arkamda bıraktığım tüm hediyeleri gördüm. Ona sarıldım. Alışık olmadığı ve beklemediği için şaşırmış gibiydi. Kaskatı durdu. Kendimi geri çektiğimde yüzünde çarpık bir tebessümle bana bakıyordu. Gri gözlerini ilk kez ışıl ışıl görüyordum. “Güle” dedi.

Kaya kadar sert bir rüzgar göğsüme çarptı. Ne olduğuna anlam veremedim. Gerald da korkuyla elini yüzüne siper etmiş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Çocuk ise rüzgar etrafından akıyormuş gibi hiç etkilenmedi. Rüzgar, girdaba dönüştü ve bizi yuttu. Ayaklarım yerden kesildiğinde baş aşağı şehrin üzerinde havalandım. O karmaşada çocuğun bana el salladığını gördüm. Fırtına bizi önce yukarıya sonra Cadura’nın güneyine sürüklediğinde hala uyanmayı beklediğim bir rüyada olduğumu düşündüm.

* * *

O olmasa Cadura’da çürüyecektim. O olduğu içinse tüm diyarlar çürüdü. Ancak bunun suçlusu o değil. Yıllarca içten içe çürümesine sebep olanlar. Ne olacağını bekliyorlardı? Ya da gerçekte ne olduğunu görmekte nasıl bu kadar kör olabildiler?

Ben ve Prens Gerald onun sayesinde kaçmayı başardıktan sonra, yıllarca uyuşturulmaya devam etti. Damarlarında akanla simya daha fazla bir arada duramayıncaya kadar. Anlatılanlara göre o zaman aklını tamamen yitirmiş. Elinin tek bir hareketiyle Kule havada asılı kalan toz parçacıklarına dönüşmüş. Sadece bakışlarıyla koca adamlara birbirlerini öldürtmüş.

Yürüdüğü yere kan, ölüm ve kaostan başka hiç bir şey götürmedi. Cadura, Güney, Özgür Topraklar, Kuzey Bozkırları… Her yer çürüdü. Prens Gerald ve Güney’in ordusuyla onun karşısına çıktığımızda bizi tanımadı bile. Bunları yazıyor olabilmem şehirde yıkılan bir sütunun altında kalıp da şans eseri hayatta kalmamla mümkün oldu. Ne yazık ki Gerald benim kadar şanslı değildi. Onu hala özlüyorum.

Yıllar sonra ölümü beklediğim sığınağımda bunları yazmak için tek bir sebebim var: Dostuma bir hediye verebilmek. Hücrede kaldığım ve onu tanıma şansına sahip olduğum günlerde bana verdiği hediyelere karşılık ona hiç bir şey verememiştim. Her şey bitmeden, diyarlar tamamen yok olmadan önce, asla sevilmeyecek bir adamın gerçekte kim olduğunu herkesin bilmesini istiyorum.

Sahip olduğu onca ismi vardı. Yine de benimle tanıştığında karşımda ona konulan isimlerin hiç biriyle durmuyordu. Cadura Zindanları’nın rutubetli ve loş koridorlarında çarpık, kambur ve deli biri gibi görünse de ruhunun derinliklerinde masum bir çocuktu ve benim iyi bir arkadaşımdı.

İsimsiz” için 4 Yorum Var

  1. Öyküyü oldukça başarılı buldum, geçtiği dünyayı kafamızda canlandırabileceğimiz detaylara sahip ama bu detaylarla insanı sıkmayan bir yapısı var. Ben en çok fare ölülerini tasvir ettiğin kısmı sevdim 🙂

    1. Teşekkür ederim. Yazmaya başlarken düşündüğüm ile bittiğinde ortaya çıkan arasındaki fark beni hem şaşırttı hem de mutlu etti. Fare ölülerinin olduğu oda da hikayenin akışı içerisinde bir anda aklıma gelen kısımlardan biriydi. Yorumunuzda haklısınız; detaylandırabileceğim bir kaç konu vardı. Ancak hem yazarken ben değil öykü beni sürüklediği için hem de bazı konuların okuyan kişinin hayalgücüne kalması için şimdiki halinde bırakmayı uygun gördüm. 🙂

  2. Okumaya başladım ama şartlar gereği tek seferde bitirebilir miyim bilmiyorum, bu yüzden kısım kısım yazacağım.

    Giriş ilk kelimelerle”sıradan ve havalı olmaya çalışan anlatım” olacakmış gibi görünse de cümle biter bitmez tepenin ardından görünen narin çiçeğin çok büyük bir canavarın sadece kulağının ucunu oluşturduğunu fark ediyor insan. Aşırı güzel bir giriş. Aşırı. Tebrikler.

    Evet, ikinci bölümden sonra kesinleşti ki anlatımın her yeri koca koca övgülere değer. Merak ve büyük keyifle okuyorum.
    Ayrıca, anlattığın şeyi de kuruluktan uzak bir şekilde, anlamsal ve hayatsal temellere oturtmuşsun. Karakterlerin hareketleri uydurma temellere dayalı değil. Hayran kaldım.

    Simya ve şarap… Okültizmin bu kullanımı beni gülümsetti. Sanki simya okulundaki muzur bir öğrenci kendisi için, yasaklanan bir teknik geliştirmiş de zamanla diğerleri de yasağa uymadan o şarapları üretince bütün diyara satmak üzere serbest bırakılmış gibi. Hoş geldi.

    Film karakterlerinin (ve bazı oyun karakterlerinin) malum zindan zincirlenmesi durumundaki atılıp bayılması olayını çok güzel açıklamışsın. Gördüğüm diğer eserlerde bu süreç şöyle bir gösterilip geçiliyordu.

    Özetle: muhteşem anlatım. Zindan, karanlık ve kambur kısımlarındaki etkileyicilik, sadece Metro 2033 romanında yaşadığım tarzdaydı.

    “Günler kendimin ve prensin hayatıyla endişelenmekle geçti. ” sanırım ilk yazım yanlışı burada. Emin değilim ama ” günler kendimin ve presin hayatı için endişelenmekle geçti” olması gerekir gibi düşündüm. “Hayatıyla” ifadesi”hayatıyla birlikte endişelenmek” anlamı katıyor gibi.

    Bölüm aralarını çok iyi seçmişsin. Her şey tam olması gerektiği yerde ki anlatım içerisinde yer alan “bahsi geçenler” de buna dahil.

    Aslında bu sorun değil ama “karanlığın içinde” veya”gölgelerin içinde” ifadeleri bu harika hikaye için fazla klişe kaçmış bence. Bir yanlışlık yok öyküde bu anlamda fakat ben daha özgün ifadeler görmek istedim.

    Karakterlerin kendileriyle çelişmemesi(doğru ifade aklıma gelmedi, özür dilerim) çok hoş. Kral vekilinin yaptıkları ile Güney’in kraliyet ailesine yapılanlar aynı kişiden çıkmak için çok uygun edimler.

    “En dikkat çekici özelliği kesinlikle gözleriydi. Gri gözleri sanki beni ve ruhumu aynı anda görebiliyordu. Gözlerini üzerimde o kadar kesintisiz tutmuştu ki, onun gölgelerin içine geri adım atıp beni rahat bırakmasını istediğimi hatırlıyorum.” belki bazıları katılmaz ama anlatıcı karakterin ruh haliyle uyumlu şekilde hissettirmek açısından buradaki ardışık “göz” vurgularının çok yerinde olduğunu düşünüyorum.

    “Sadece öldürülen Kral ile Kraliçe’nin tek çocuğu mucizevi bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı. ” Türkçe ile ilgili bir sorun mu yoksa benim algım mı gubik bilemiyorum ama bu tarz cümlelerden “kraliçenin tek çocuğu(kralın cocugu olmak zorunda değil)ve kral olmak üzere iki kişinin sağ kurtulması” ı algılıyorum. Bir sorun vardıysa bile nasıl çözülür bilemeyeceğim. Uğraşmak gerek galiba.

    “Tek yapılabileceğin simyacılarla çocuğun bir nevi uyuşturulması olduğunu belirtti. ” benzer bir sorun da bu cümlede var.”simyacılar ve çocuk uyuşmalı” gibisinden bir anlam da çıkıyor galiba :/

    “Krallığının Güney’le yaptığı sözsüz barış gibi aramızda sözsüz bir arkadaşlık oluştu.” bütün saygımla, özür dilerim. Senin ifaden ve senin tercihin elbette. Sonuçta, her benzetilen birebir karşılamaz benzediğini fakat burada bahsi geçen sözsüz barışın katliamla sonuçlandığı düşünülünce, iki karakter arasındaki ilişki sadece”sözsüzlük” anlamında benziyor fakat ifadede benzetilenlerden birisinin öğesi olarak alındığı için bu “sözsüzlük”, benzetme yönü olarak ele alınamaz ve bence bu benzetme yanlış olur.

    “İçimin daha çok ürperdiğini hatırlamıyorum çünkü çığlıkları hapsolduğu bedeni yırtıp parçalamak isteyen çaresiz bir ruhun haykırışlarına benzetiyordum.” kendimi bu harika hikayede sorun bulmaya çalışan bir aptal gibi hissettim. Eğer aşırıya kaçıyorsam özür dilerim. Burada şey var gibi; çığlık olgusunun kendisi, duyduğu, herhangi bir yerden çıkan, herhangi bir amaç taşıyan tüm çığlıklar bu benzetmeye maruz kalacakmış gibi. Evet, kambur prensin çığlığından bahsetmek istiyorsun ama yanlış bilmiyorsam “gizli iyelik eki” gibi bire şey yok Türkçe’de. Kimin çığlıkları olduğunu belirtmen gerekirdi.”çığlıklarını” veya “onun çığlıklarını” demen sanırım daha doğru olurdu. Ve sanırım “çığlıklarını” dan sonra virgül gelse daha bi hoş olurdu.

    “Adam bana vurmayı bıraktığı zaman düşündüğüm bunu sadece keyif almak için yaptığıydı.” çok fazla şeye çok gereksiz yere eleştri yapmaya başladığımı sezdiğim için bu paragrafla bitireceğim sözlerimi. “Düşündüğüm” demen yanlış değil sanırım ama “tek düşündüğüm” veya “düşündüğüm şey” demen hikayenin kalanında olan güzelliği buraya da eklerdi. Öykü çok güzel. Henüz sonuna gelmedim ama şimdiden tebrik ederim. Umarım gelecek ay da görebilirim senden bir şeyler. Ve, bu keyifli okuyuş için teşekkürler derim.

    1. Okuduğunuz ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim. Böyle detaylı bir yorum görmek gerçekten insanı mutlu ediyor. Biraz da mahcup hissettiğimi itiraf etmem gerekir zira benim yorumum çok daha yüzeysel ve kısaydı. Sanırım herkesin öykü yazarken de yorum yaparken de farklı bir tarzı var 🙂
      Olumlu ve olumsuz eleştirilerin hepsi benim için önemli. Yeri geldiğinde söylemekten çekinmediğiniz için de teşekkür ederim. Eminim bulduklarınız kadar gözden kaçan hata da mevcuttur. Kısa sürede yazmak ne yazık ki zaman zaman anlam bütünlüğünde, olay örgüsünde zaman zaman yazım tarzında fazlaca hatayı beraberinde getiriyor. Ancak sınırsız süremiz olsaydı dahi hatasız bir öykü sunabilmek neredeyse imkansız. Aylık Öykü Seçkisi’ni eşsiz kılan konulardan biri de bu. Her ay güzel ancak öncekilerden farklı hatalar yapabilmemiz.

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *