Hayatında geçirdiği en kötü akşamlardan biriydi bu. Yalnızlık, evin tüm duvarlarına sinmiş vahşi bir canavar gibi kol geziyordu etrafta. Ondan kaçıp kurtulmak mümkün değildi. Saat on sekiz otuz ikiydi ve gece olmasına daha çok vardı. Gece olduğunda iyi olacağından, ya da bir şeyler değişeceğinden değil. Gece olunca yorganın altına girip ‘normal insanlar gibi’ uyuyor numarası yapabilir, başına kadar çektiği yorganının altında yalnızlıktan bir nebze olsun saklanabilirdi.
Kadın ayağa kalktı. Uyanalı henüz dört saat olmuştu. Uyanır uyanmaz içtiği süt, midesini hala tok tutuyordu. Mutfağa gitti, mutfak düzenliydi. Tezgâhın üzerindeki beze uzandı, lavabonun çevresindeki birkaç su damlasını sildi. Bezi aynı buruşuk haliyle yerine bırakıp bir su bardağı çıkardı dolaptan. Buzdolabını açtı. İçeceklerin arasından canının istediği bir şey bulamadığından kapadı sonra. Musluğa gitti, bardağına su doldurdu. Birkaç yudumdan sonra susamamış olduğunu fark ederek döktü kalanını lavaboya. Bunu yaparken lavabonun çevresi biraz ıslanmıştı.
Kadın oturma odasına geri döndü. Önceden üzerinde bir şeyler yapmayı sevdiği koltuğa oturdu. Arama var mı diye telefonuna göz attı, yoktu. Çiçeklerin yapraklarında toz var mı diye şöyle bir baktı, yoktu. Sonra yeniden ayağa kalktı, ayağının üşüdüğünü fark etmişti. Gitti ikişer çift çorap giydi ayaklarına. Geldi ve eskiden üzerinde bir şeyler yapmayı sevdiği koltuğa oturdu.
Saat yirmi sıfır sekizde camdan dışarıya bakıyordu kadın. Gün boyu gökte terör estiren bulutlar yavaş yavaş dağılsa da, cam halen ıslaktı. İlerideki meydanda koşturan birkaç çocuk gördü. Her ne kadar montlarının kapüşonu ile başlarını örtmüş olsalar da, içinde zıpladıkları küçük su gölcükleri ayaklarını ıslatmış olmalıydı. Birazdan eve girince anneleri sıkı sıkıya azarlayacaktı onları. Sonra belki bir havluyla ıslak yerlerini kurulayacak, sobayı son dereceye… Perdeyi kapattı kadın.
Yirmi biri çeyrek geçerken bir şeyler yemesi gerektiğini hissetti. Aç değildi ancak insan bazen aç olmadığında da bir şeyler yemek isterdi. Ya da bu kendi kendine uydurduğu basit bir yalandı. Çocukluğunda, genç kızlığında ya da henüz taze bir anneyken sofrayı bu saatlerde kurmasının getirdiği bir alışkanlıktı. Sonuçta tekrar mutfağa gitti, tekrar buzdolabını açtı. Biraz taze fasulye vardı. Taze fasulye yemeyi çok severdi, eskiden, kadın. Ancak sonradan yemek yapmak istemediğini anladı. Hızlıca bir şeyler atıştırabilir miyim diye bakındı. Kahvaltılıkta biraz peynir vardı. Onu çıkardı dolaptan, masanın üzerine koydu, kapağını açtı. Tam ekmeğe uzanacaktı ki, canının gerçekten hiçbir şey istemediğini duyumsadı. Peyniri öyle ağzı açık bırakarak mutfaktan çıktı kadın. Peyniri, öyle, ağzı açık bırakarak.
Yirmi ikinin sonlarına doğru içine bir huzursuzluk çökmüştü kadının. Bu, akşamlardır olduğu gibi yine bu… Ne olduğunu bilmiyordu kadın. Yalnızca içinde bir yer, çok korkuyordu. Kaybedeceği bir şey, yoktu. Beklediği kimsesi, yoktu. Ve birilerini önemsemeyi bırakalı, seneler oluyordu. Akşamlardır, kalbi o zamanki gibi acıyordu kadının. Oğlunu yitirdiğindeki gibi, kocası bir sabah kısacık bir notla terk edip gittiğindeki gibi… Boğazında bir yer fena ağrıyordu kadının.
Duşa mı girsem diye düşündü. Ama hava çok soğuktu, hem bu saatte saçlarını kurutmakla uğraşmak istemiyordu. Odayı mı temizleseydi, ama her yer tertemizdi. Ne yapayım dedi aklına başka bir fikir gelmeyince, sonra sevinçle fark etti, dışarıda biraz yürüse miydi?
Ama delirme diye öğütledi hemen kendine. Her yer çamurdu. Hem daha yağmur bile dinmemişti ki. Aklını mı yitirmişti bu saatte dışarı çıkmak istiyordu; kim bilir ne çeşit insanlarla doluydu dışarı şimdi. En iyisi sakin ve bir başına evinde oturmaktı. Sakin, ve, bir başına.
Yirmi üç elli üçte içindeki huzursuzluk büyüdü ve büyüdü kadının. Koca bir mağaranın ağzı gibi kapkara açıldı. Kadın, içinde fena halde bir boşluk hissediyordu. En büyük dileği, hatta artık tek dileği… Böyle olmasını yediremiyordu kadın, madem üzüntü vardı… Yorganın altına girip hayatı boyunca en çok kırıldığı anları düşünebilirdi. Ama yine… Oğlunun ölüm haberinin geldiği o akşamı düşünebilirdi. Sonra, kocasının böbrek nakli ameliyatından altı ay sonra evi sessiz sedasız terk edişini düşünebilirdi. Kocasına verdiği böbreği düşünebilirdi… Ama yine, yine ağlayamazdı ki. Kendi iradesiyle gözleri çağlayalı seneler oluyordu.
Yirmi dört olduğunda en azından bir ferahlama olmasını bekledi kadın. En azından zamanın geçtiğine dair, sona bir adım daha yaklaştığına dair bir ferahlama. Ama yok, olmadı. İçindeki kara boşluk daha da büyüdü ve sonunda tüm vücudunun bu boşlukla kaplandığını hissetti kadın. Bunun üzerine zorlukla ayağa kalktı.
Mutfağa gitti kadın. Bu gece yapmasam mı diye düşündü. Ama, dedi kendine, ama dün söz vermiştim bu gece yapmayacaktım. Sonra birkaç acı iç çekiş geçirdi kadın, ama, dedi tekrar kendine, ama o olmadan da ağlayamıyorum… Ağlamadan da hazmedemiyorum… Ağlamanın, insanlara sunulan en büyük iyilik olduğunu düşünüyordu artık kadın. Ağlamanın, üzüntüyü eyleme geçirmek olduğunu sanıyordu.
Saat bire doğru kendi iç çekişmesini bitirmiş, itiraz etmeyi bırakmıştı. Bir geceden daha bir şey çıkmazdı. Hem bu gece kendini çok daha kötü hissediyordu, ağlamalıydı. Bu sayede tereddüt etmeden balkon kapısını açtı kadın. Yüzüne vuran soğuktan ve birkaç yağmur damlasından nefret etti. Soğanlığa yöneldi. Leğenine on kadar soğan doldurdu. İçi, bu gece ilk kez olarak, biraz ferahladı kadının.
Saat iki küsurda artık hem soğanları doğruyor hem de iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Oğlum diyordu, yüzünü unuttuğum için beni affet. Sesini, anne deyişini hatırlayamadığım için beni bağışla. Sonra derin derin iç çekiyor ve bu daha da çok ağlamasını sağlıyordu. Derin derin iç çekiyordu kadın, daha çok ağlıyordu.
Saat tam üçü vurduğunda soğan doğramayı bitirmişti kadın. Kap kacak dolabına gitti, yeni bir saklama kabı çıkardı. Doğrama tahtasının üstündeki ince ince kıyılmış soğanları saklama kabına boşalttı. Nedense, daha iyi hissediyordu kadın. Ağlaması durmuştu ama bu kadarı dahi yetmişti onu avutmaya. Üzüntüsünü eyleme geçirerek arındırmıştı kendini huzursuzluğundan.
Saklama kabına yer açmak için derin dondurucusuna şöyle bir bakındı kadın. Ne kadar çoğalmışlardı. Her kat, her raf saklama kabı içindeki ince kıyılmış soğanlarla doluydu. Sonunda, altlarda bir yerlerde küçük bir boşluk ilişti gözüne kadının. Zarifçe araladı boşluğu. Diğer elindeki saklama kabını yavaşça bıraktı boşluğa.
Derin dondurucunun kapağını kapatırken, bir geceyi daha bitirmenin garip huzuru çökmüştü üzerine. Şimdi soğuk yatağına gidecek, yorganı tepesine kadar çekecek, saatlerce uyuyamayacak olsa da, sabah bir şekilde uyanmış bulacaktı kendini. Bütün bunların anlamlı olduğunu düşünerek açtı yatak odasının kapısını kadın. Bütün bunların yeterli olduğunu düşünerek çekti yorganı üzerine.
Ertesi gece fırtına ağırlaştı, şehirdeki bütün elektrik hatları zarar görmüştü. İki gün elektrik verilemeyeceği ilan edildi. Bir yerlerde bir derin dondurucunun motoru yavaşça durdu.
İki gün sonra, ağır bir soğan kokusuna uyandı bir komşu. Kapı aralığına burnunu iyice dayadı, kokladı. Bu koku da ne olacak diye sorguladı. Başka bir komşusuna gitti. O da aynı hareketleri yaptıktan sonra, buzdolabından olacak herhalde, dedi, ne pislik kadınlar var dünyada!
Akşam yirmi bir sıfır sekize doğru koku dayanılamayacak kadar ağırlaştı. Öyle ki bütün apartman soğan kokuyor, bazı hassas kişiler dayanamayıp öğürüyordu. Polis ve çilingir çağrıldı.
Burunlarını tıkayarak girdiler eve. Mutfağa gidip o ağır kokunun kaynağı derin dondurucunun kapağını açtıklarında büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Evde kimse yok olacak diye düşündü bir polis memuru. Halbuki ne çok soğan hazırlamışlar kış için…
Ama burada biri var diye seslendi daha acemi olanı.
Başına değin çektiği yorganın altında bir kadın cesedi bulduklarında ilkinden daha fazla şaşırmadı ikisi de. Gözleri huzursuz şekilde açık bir kadındı, bu. Ama kokmuyordu.
Öleli çok olmamış olacak diye düşündü o sıra bir saklama kabı, baksana yastığı hala sırılsıklam…
Merhaba, evvela öyküyü çok beğendiğimi belirteyim. Ama bazı noktaları da belirtmek istiyorum. Mesela, öykünün adı. Daha güzel, daha olumlu bir başlık öyküye daha çok yakışır gibi. Yazara müdahale olarak algılanmasın ama olumsuz bir eylem yerine bir sıfat da olabilirdi; kadın hissetmedi yerine hissiz kadın gibi. Sadece bu cümleden yola çıkarak önerdiğim bir tamlamaydı bu; illâ olumsuz bir başlık olacaksa.
Öykünün final cümlesinde mantık hatası olabilir mi? Saklama kabı mı konuşuyor; öyleyse öykünün son cümlesine kadar fantastik bir öğe göremedim, son cümlede saklama kabının olaya dahli ilginç geldi. Sanırım bu daha önce bahsettiğim şeyle ilgili; duygu güzel ama aktarımda bir takım sorunlar olması, dil ile ilgili. Yine de son söz yazarın; konuşan bir saklama kabı da olabilir nihayetinde.
Bu iki husus haricinde öyküdeki lirizmi sevdim. Saatli anlatım biçimini; soğan detayını; şiirsel cümleleri; eksiltili ifadeleri. Hatta öyküdeki bazı yerleri, bazı detayları kendi öykülerime benzettim. Daha da ötesi; altında sizin imzanız olmasa öyküyü ben mi yazdım acaba diyeceğim 🙂 Şaka bir yana, çok hoş bir öyküydü, bu ayki temanın en güzellerinden, hoş bu ayki öyküler birbirinden güzeller. Sanırım temanın güzelliği.
Kaleminize kuvvet.
bu güzel yorumunuz adına minnettarım. sizden yorum almak çok keyifli, inanın. ve yazılmış her öyküye yorum girmenizi de büyük bir hayranlıkla takdir ediyorum, iyi ki var; iyi ki buradasınız.
değerli osman bey,
yorumunuz adına çok teşekkür ederim. üç aydan beri emek verip öykülerime eleştiriler getirmeye çalışıyorsunuz, minnettarım efendim. çok sağolun.
sayın servet tursun,
sıcacık yorumunuzla içim ısındı. soğuk bir akşamdan size selamlar.
Merhabalar. Gayet güzel, akıcı, etkileyiciydi. Sonunu ise ben de anlamlandıramadım.
”Peyniri öyle ağzı açık bırakarak mutfaktan çıktı kadın. Peyniri, öyle, ağzı açık bırakarak.” gibi geriye dönüşler vardı ve ayrı bir hava katmış, etkiyi arttırmış. Elinize sağlık.
Merhaba, elinize sağlık güzel ve etkileyici bir öykü olmuş. Sayın Öznur’a ve Osman’a katılıyorum. Kaleminize kuvvet gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhabalar.
Güzel bir durum öyküsü yazmışsınız. Bol bol insana dokunan küçük detaylara yer vermişsiniz. Su içmek, tezgahı silmek vs. gibi. Bu ayrıntılı anlatım gerçekçiliği desteklemiş ve karakterin dünyasını okurun kafasında canlandırmasına imkan vermiş. Üstelik bu kez kısa seri cümleler, yalın ifadeler kullanarak daha akıcı bir anlatım yakalamışsınız. Öykünün sonunda ortaya bir karakter portresi koymayı da başarmışsınız.
Takıldığım birkaç noktayı belirtmeden geçmeyeyim. Zaman dilimleri ve bazı paragraflar arasındaki geçişlerde kopukluklar var. Bu kez sert geçişler akıcılığa sekte vurmuş. Daha yumuşak-akışkan geçişlerle metin su gibi akardı diye düşünüyorum.
Bir de karakterin yaşadığı trajediler biraz daha ayrıntılandırılarak, belki biraz flashbacklerle canlandırılarak sunulsa daha derin bir anlatım sağlanabilirdi. O kısım sanki biraz cılız kalmış.
Ben de bir durum öyküsü yazmayı düşünüyordum, öykünüzü okumak beni iyice kışkırttı 🙂
Elinize sağlık..
Merhaba;
Tema “koleksiyoncu” olduğunda birçok koleksiyon konusu geçirmiştim aklımdan ama soğan hiç aklıma gelmemişti çok şaşırtıcıydı benim için. Anlatımınızı çok beğendim Öznur Babur’un diline çok yakın buldum ben de. Hüznü çok güzel vermişsiniz ve bence tam dozundaydı. Bir iki nokta dikkatimi çekti onları da belirtmek isterim kabul ederseniz.
Evde kimse yok olacak diye düşündü bir polis memuru.( Cümlede düşüklük var sanırım. Evde kimse yok ki diye düşündü polis memuru. )
Son cümlenin üzerinde biraz daha mı dursanız, o cümleye ben de takıldım.
Bir de saat çok ön planda; ya evin bir yerinde saatin tik taklarını mı duysak, ya da başucunda bir saat mi görsek diye düşündüm. Benim düşüncem tabii ki karar sizin.
Öykünüzü ve anlatımınızı çok beğendiğimi bir kez daha belirttikten sonra gelecek seçkilerde görüşebilmek ümidiyle diyorum.
Pardon, sadece fantastik bilim kurgu yayinlanmiyor mu? Ayrıca teşekkürler. Çok hoş bir öykü.