Öykü

Kalandaris Kulandaris

13 Ocak 1996

– Galandaris gulandaris, verene erkek uşak, dişi buzak!

Kapıda bininci kez mâni söyleyen çocukların sesini duyduğumda oflayınca annem yine söylenmeye başlamıştı:

– Akşamleyin sen de çıkarsın dışarı, delirtme beni, iki goliva dağıttın da kolun mu ağrıdı? Ah akılsızlık bende ki İstanbul’a göçtüm, öz evladım köyüne düşman oldu.

– Offf, anne tamam, demedim bir şey, tamam ya.

Dedeme konulan kanser teşhisi sebebiyle annem bu sene Ramazan’ı dedemle geçirmemizin en doğrusu olduğuna karar vermişti. Kız kardeşimle birlikte peşine takılmış, daha üç gece önce, saatler süren otobüs yolculuğundan sonra Trabzon’a varmıştık. Üstüne üstlük dedem teşhisten sonra iyice köyüne bağlanmış, öleceksem bu evde öleceğim diye tutturmuştu. Köydeki evde, kocakarı soğuklarıyla başa çıkmanın tek yolu olarak sobalı odada 2 kat battaniyelere sarınarak hep birlikte yatıyorduk. Dedemin gece boyunca süren öksürükleri, battaniyenin kaşıntısı, anneannemin yeri göğü inleten horlamaları arasında üç gecedir bir rahat uyku uyuyamamıştım.

Dahası, bugün anneannem bizi sabahın köründe uyandırmış, ellerimize birer süpürge tutuşturmuş, tüm evi köşe bucak temizlememizi istemişti. Kalandar diye bir şeyi kutlayacaktık. Ocak soğuğu yetmezmiş gibi evin kapısını sabahın köründe açmış, dedemden sebep yalvar yakar kapattırmaya çalışsak da “Uğursuzluktur, Kalandar günü kapı baca açık olacak ki bereket eve girsin” diye ısrar etmişti. Dedem de ısrarla kapı açık kalacak diyordu! Daha Ramazan’ın başlamasına bir hafta vardı üstelik… Bir ayı burada nasıl geçirecektim Allah’ım? Üniversite sınavına hazırlanmam lazımken oturmuş sabahtan beri anneannemin amcaoğlunun torunu, yengemgilin karşı köydeki akrabalarının çocukları diye kapıya dayanan bir sürü çocuğa elma, mısır, fındık dağıtıyordum. Kuzenim Yavuzların evine gidip bu kapıcıbaşı görevinden kaçayım, hem Ayşe’yi görürüm demiştim, ama ayağım uğursuzluk getirir diye yengem eve almamıştı.

Suyundan mıdır nedir, köydeki herkes çıldırmıştı sanki.

Sonunda görevimden azat edildiğimde hava kararmış, köyün farklı yerlerinden davul ve kemençe sesleri, gülüşler yükselmeye başlamıştı. Evin bahçesinden aşağıya baktığımda, eski tahta evler olsun, son yıllarda gittikçe artan sıvasız, tuğladan iki-üç katlı evler olsun, hepsinin düğün yeriymişçesine ışıklarını yaktığını gördüm. Köyü ilk defa bu kadar şenlikli görüyordum. Yavuz kesin beş-on dakikaya bize damlardı. Bu gece için neler planlamış olabileceğini düşününce keyfim yerine geldi. Ortaokul terk, başına buyruk bir adamdı Yavuz. Dayım vefat ettiğinden beri dayım ve yengemlerin fındıklıklarını idare ediyor, hayvanlara o bakıyordu. Kısacası köyü de eğlenmeyi de avucunun içi gibi iyi bilir, becerirdi hergele. Sonra Ayşe vardı… Ayşe’yi en son ben dokuz, o ise altı yaşındayken görmüştüm, ama o fındıklıkta koşan dişsiz çocuk değildi artık. Gür kumral saçlarını incecik beline kadar kocaman bir örgü yapmış; Yavuz ne kadar onu başımızdan savmaya çalışsa o da ela gözlerini o kadar belertip, “Sana mı soracım?” deyip, peşimize takılıyordu. Ben halimden memnundum, ama Yavuz’a da karşı çıkamıyordum. Halasının kızına göz koyduğumu bir sezse bütün ay bana cehennem olurdu, biliyordum. O bize büyüklük taslayıp köyü ne kadar iyi bildiğini kanıtlamaya çalışırken Ayşe’yle ne zaman göz göze gelsek ona bilmiş bilmiş göz kırpıyor, ince dudaklarından bir gülücük kapıyordum. Gecenin karanlığında Yavuz’la birlikte gelse… Emindim, bu gece gülücükten fazlasını da kapacaktım.

* * *

– Hoo! La Fati! Nere bagaysın?

Yavuz’un sözleriyle kendime geldim. Kalandar kutlamaları için bir saat önce bize damlamış, tam da tahmin ettiğim gibi Ayşe de onun peşinden gelmişti. Yavuz’un kafasında süpermarket poşetlerini kesip birleştirerek yaptığı kırçıllı bir kukuleta vardı. Her ne kadar bizi bunun kuzu postundan daha korkutucu olduğuna ikna etmeye çalışsa da Ayşe de ben de kuzu postuna kıyacak hali olmadığından poşetleri kullandığını biliyorduk. Kırpıp biçmesine rağmen üzerinde hâlâ “Gima” harflerini seçebildiğim poşetler ve aralara karıştırdığı mısır koçanlarıyla birlikte, komik de olsa insanın gözünü alıyordu kukuleta doğrusu. Birkaç evi gezmiş, bahçelerinden içeri poşet ve çantalarımızı atmış, Yavuz’un önderliğinde manilerimizi söylemiş, mısırlarımızı yiyerek kapıdan kapıya gidiyorduk. Cin yolu dedikleri karanlık patikadan geçerken Yavuz ve Ayşe, çömezliğimi fırsat bilip köyün cin hikâyelerini birer birer, ballandıra ballandıra anlatmışlardı. Köyün ucundaki terk edilmiş Rum evlerinden girip, yürüdüğümüz cin yolundaki cin düğünlerinden çıkmış, biri anlattıkça diğeri de eklemişti. Yalan yok, tedirgin olmaya başlamıştım. Bu ikisine kalırsa köyün her köşesini cinler yönetiyordu, bizse onların toprağını işgal eden yabancılardık adeta. Üstelik laf lafı açmış, fark etmeden köyün ucuna kadar gelmiştik. Kemençe ve davul sesleri yerini yaprakların hışırtısına bırakmıştı. İleride bahsettiğimiz terk edilmiş evleri görebiliyordum. Yavuz bana seslenmeden hemen önce gözüme takılan şey, içimde soğuk bir yumru gibi göğsüme yerleşmişti.

Az önce şu ilerideki evde bir ışık mı görmüştüm ne?

– Şu ilerideki evde kim oturuyor?

– Oriye kimse yok, 60’larda Rumlar vardi dedik ya.

– Emin misin, bahçede bir ışık var ama?

– La oğlum bırak, bu gada korkuyosan dön geri, yedun başumuzi ya, yok cin yolundan gitmeyelim, yok oriye ışık var… az bi saniye… Ayşee!

Yanılmıyordum. Bana saydırırken Yavuz’un da gözü bahçede şimdi hareket etmeye başlamış ışığa takılmış, Ayşe’ye eliyle evi işaret ediyordu. Bir süre sessizce, ne yapacağımızı bilmeden eve bakakaldık. Diğer köhnemiş evlerin yanında bu yapı hâlâ görece sağlam duruyordu. Pencerelerindeki tahta panjurlar yer yer kırılmış, bahçe duvarı tamamen yıkılmış olsa da diğer evlerin aksine hâlâ dört duvarı yerindeydi. İkinci kat balkonunun korkulukları iyice çürümüş, mütemadiyen kahkaha atmakta olan yarı dişsiz bir ağızmışçasına bize bakıyordu. Üçümüz de pürdikkat eve bakarken evin girişindeki lamba yandı. Ayşe irkildi ve bir besmele çekti. Yavuz ise beklediği işaret buymuşçasına kendine geldi, geniş adımlarla eve doğru ilerlemeye başladı:

– Bok yiyenin evladi, beki gandıracak beni… Ula Ömer!

– Abi nere gidiysın, gel dönelim da n’olur, yengem kızacak!

Ayşe’nin yalvarmalarına kulak asmayıp homurdanmaya devam eden Yavuz’u durdurmak mümkün değildi. Ayşe’nin endişeyle kararmış yüzüne, çatılmış kaşlarına bakınca karnımda bir kancanın uyandığını hissettim. Beklediğim kahramanlık şansı böylece kucağıma düşmüştü. Bir cesaret gülümseyip kaşla göz arasında elini tuttum:

– Gel kız, ben seni korurum merak etme.

Şaşkınlıktan fal taşı gibi açılan gözlerini gözlerime dikip bir şey diyecek gibi oldu, sonra çatık kaşları rahatladı. Arayı çoktan açmış olan Yavuz’a kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra bana iyice sokuldu, elimi sıkıca kavradı. Yavaş adımlarla, bahçe duvarının üzerinden atlayıp lambaya doğru ilerleyen Yavuz’u takip ettik. Ayşe’nin bana sokulmuş sıcaklığı vücudumu uyuştururken aklımdan Yavuz’u bırakıp el ele, kol kola gerisin geri dönmek geçti, ama bu deli herif bir fark etti mi bir daha yüzüme bakmazdı alimallah. Köyün bütün insanları gibi o da siniri tepesine çıktı mı başka hiçbir şey görmezdi. Zaten laflarına bakılırsa köyün diğer çocukları bize oyun yapıyordu, büyük ihtimalle Yavuz biraz laf dalaşından, biraz itişmeden sonra sakinleşir, sonra hep birlikte evin yolunu tutardık. Fırsattan istifade kızı da kapmıştım ya, keyfim gıcırdı.

Bahçeyi aşıp kapıya geldiğimizde Yavuz’un tereddütle durakladığını ve etrafa bakındığını gördüm. Ayşe yavaşça yamacımdan sıyrılıp kapıya ilerledi. Yarı aralık kapının ardından rüzgârın uğultusu hariç hiçbir ses gelmiyordu. Yavuz bizim geldiğimizi fark edince hemen tavrını değiştirdi, kapıdan içeriye seslenip büyüklenmeye başladı:

– N’oldi uşaklar sesuğuz çıgmay, ho! Kime diyrım!

Bilmiş bilmiş sırıtarak bize dönmüş, beti benzi atmış Ayşe’nin sırtını sıvazlıyordu. Geri dönmeye yeltenecekken içeriden gelen uğultuya karışan yeni bir ses üçümüzü de yerimize çaktı. Boğuk bir kıkırtıyla karışık bir fısıltı, aralık kapıdan dalgalar halinde bize doğru geliyordu. Köyün çocuklarından biri, Ömer miydi acaba seslenen?

– Gece geldim kapınıza… Selam verdim yapınıza…

– Ula şimdi sişdum bacağına, Ömeer! Çıkşari got gafali!

– Selamımı almazsanız daha gelmem yapınıza…

Yavuz kapıyı bir hışım ardına kadar açıp içeriye daldı. Ayşe’yle birbirimize baktık. En karizmatik gülümsememi takınıp başımı salladım ve Yavuz’un peşinden içeri girdik. Ev alacakaranlık ve buz gibiydi. İleride Yavuz’un el fenerinin ışığını görebiliyordum. Ayşe’nin elini tekrar tuttum, el yordamıyla Yavuz’un fenerine doğru ilerledik. Yavuz’un homurtularıyla küfürleri, odadaki eşyaların patırtısına karışıyordu.

– Lan oğlum yavaş gitsene, Yavuz! Nerdesin!

Yavuz’un el fenerinin ışığı ileride bir köşede kaybolmuştu. Ona yetişmeye çalışırken böğrüme yediğim bir darbeyle iki büklüm oldum. Hemen solumdaki koca tahtadan büfeyi görmemiştim. Büfeden düşen eşyaları gayriihtiyari toplamaya koyuldum. Ayşe de bu sırada çantasına davranmış, el fenerini çıkarmıştı. Yere düşen bir çerçeveyi kaldırırken Ayşe ışığı tutunca ikimiz de durakladık. Çerçevenin içinde eski mi eski bir fotoğraf vardı. Belli ki bir aile fotoğrafıydı, altı kişi büyükçe bir serenderin önüne dizilmiş, anne ve baba ortada sandalyelere oturmuş, etraflarında ise dört tane dizilmiş kişi vardı. Gözüm hemen annenin arkasında, ellerini onun omuzlarına koymuş, boylu poslu kadına takıldı. Çiçekli şalvarı boyuna yetmediğinden bilekleri açıkta kalmış, belindeki keşanı yanındakilerin göğsüne geliyordu. Eski fotoğraflarda hep olduğu gibi kimse gülümsemiyordu, bu kadın hariç. Suratında bir sırıtmanın hayaleti, ağzı yarı açık-yarı kapalı, eski kameraların azizliğine uğramış bu haliyle sonsuz, meşum bir kıkırtıya tutulmuştu sanki. İçim sıkkın, tüylerim diken diken olmuştu, çerçeveyi büfeye geri iliştirirken fotoğrafın köşesinde Rum harfleriyle yazılmış nota gözüm takıldı. Okuyabildiğim tek kısım olan tarih, 1937’yi gösteriyordu. Belki de evin son sahipleriydi bunlar, şu 60’larda giden… Ayşe ışığı koridora geri çevirdi. Ne Yavuz’un homurtuları ne de rüzgârın uğultusu duyuluyordu artık. Havaya sinmiş toz ve sidik kokusuyla boğulacak gibi hissediyordum, Ayşe’ye dönüp dışarıda beklemeyi teklif edecektim ki bütün evi inleten bir ses aklımı çıkardı:

– Dannnn… dannn… dannn…

Hemen karşımızdaki kapısı açık odadan geliyordu ses. Dokuz kere çınladıktan sonra sustu. Bu ayaklı saatlerin pili hiç bitmez miydi yahu? Nereden baksan otuz yıldır boş bir evde kime, neyin haberini veriyordu hâlâ? Yavuz’la Ayşe’nin anlattığı cin hikâyeleri yine aklımda dönmeye başladı. “Cinler burayı mesken edinmiş olmasın? Ulan Fatih sen de iyice çocukla çocuk oldun.” O sırada Ayşe gömleğimin yenini çekiştirdi:

– Fati Abi, dışarı mı beklesek, Yavuz Abim az sonra gelir.

– İyi dedin Ayşe, birbirimizi bulamayız zaten. Gel.

Arkamı dönerken gözlerim kararır gibi oldu. Kırpıştırıp tekrar gözüm görür olduğunda karşımdaki görüntüyü bir an algılayamadım. Evin giriş kapısı neredeydi? “Nasıl olabilir, daha beş adım attık atmadık,” dedim içimden. Belki de Yavuz’un peşinden giderken fark etmeden epey ilerlemiştik. Şimdi karşımda iki kapı vardı. Hemen önümdeki kapalı, solumdaki ise aralıktı; içeriden gelen ince ışık huzmesi, is kokulu, yılankavi bir dumanı aydınlatıyordu. Ayşe’den feneri alıp kapıya yöneldim. Çantamın ipinden tutmuş, çekingen adımlarla ardımdan geliyordu. Tavanda asılı bakır tavaların ve tahta alet edevatın hafifçe birbirine tokuşurken çıkardığı çınlama seslerinden mutfak gibi bir odada olduğumuzu kestirdim. Yarısı kırılmış, sıvasını gösteren taşlı zeminin ortasındaki ufak bir oyuğun üzerinde bir kazan, çer çöp ile yakılmış, sönmeye yüz tutmuş ateşin üstünde kapağı kapalı tütüyordu. Feneri etrafta gezdirirken odanın her tarafında asılı, kuru-çürük mısır koçanlarının gölgelerini duvarlarda dans ettiriyordum. Odadaki hafif esintiyle bir o yana bir bu yana sallanan koçanlar duvarlarda bana hikâyeler anlatıyordu: işte yine o fotoğraftaki serender, uzun boylu gölgeler etrafında dört dönüyor. “Cin tavafı,” diye bir şey geçiverdi içimden, “Kabelerini dört dönen, ölmek bilmez canlar…” İçimden bütün koçanları söküp kazanın ateşine atmak geçti bir an. Hem, ne vardı bu kazanda sahi? Temkinli adımlarla kazana ilerlerken ayağımın altında çıtırdayan her fındık kabuğu beni daha da irkiltiyor, ayağımın altında kemiklerin kırıldığını düşünmekten geri duramıyordum. Dönülmez bir eşikten geçiyordum sanki: duvarlarda gölgeler hepten birbirine girmiş… odada nereden geldiğini anlamadığım bir rüzgâr, yerdeki her şeyi, beni, hatta fenerin ışığını dahi kaynayan kara deliğe doğru ittiriyordu sanki.

Arkamda bir ses kıkırdadı, sonra sol kulağımdan sağ kulağıma giden bir fısıltı dört yanımı sardı:

– Git kilere, gel kapıya… Ver gelene duttan, külekteki yağdan…

Korkudan kıç üstü düşmüş, feneri de kazanın oraya düşürmüştüm. Birden Ayşe’nin sesinin çıkmadığını fark ettim, titreyen sesimle zar zor fısıldadım:

– Kız Ayşe, korkma, iyi misin?

Ayşe’den cevap gelmeyince besmele çeke çeke, milim milim arkama döndüm.

Ayşe yoktu.

Sesi duyunca korkup kaçmış mıydı acaba? Şimdi nasıl bulacaktım onu? “Hay sıçayım köyüne de Kalandarına da…” Bir-iki dakika soluklandıktan sonra söylene söylene fenerin düştüğü yere doğru emekledim. Yerde neler yoktu ki: fındık kabukları, çürük armutlar, çalı-çırpı, market poşetleri, bira şişeleri… Hatta…

Ateşin hemen dibinde kenarı tütmeye başlamış kırçıllı Gima poşetleri ve mısır koçanları vardı.

O sırada odanın görmediğim bir yerinde bir kapı, şimşek gibi gürleyerek ardına dek açıldı, içeri dolan rüzgâr kazanın ateşini tümden söndürdü. Bağırarak fenere davrandım. Bir çift lastik ayakkabı vardı şimdi fenerimin önünde:

– Allah canını alsın Ayşe, ödümü kopardın kız!

Bir kıkırtı daha. Boğazımdan bir hıçkırık koptu, fenerimi yavaşça yukarıya kaldırdım. Açıkta, yarı çürük, yarı ezik, mor ayak bilekleri… Basma entari, belde keşan… Fotoğraftaki kadın karşımda durmuş, omuzları sarsıla sarsıla, katıla katıla gülüyordu. Ağzından birbirine karışmış heceler döküldü:

– Vereneaminbereket… Vermeyene küflü sıçan…

O an kazan devrildi, içinden onlarca sıçan viyaklayarak dökülmeye, dört bir yana kaçışmaya başladı.

– Aaaah! Allahhhh! Ulan Yavuz! İmdaaaat!

Açılan kapıya doğru can havliyle koşmaya başladım. Arkamda sıçanlar ciyaklıyor, fındıklar çıtırdıyor, Rum karısı kıkırdıyordu. Düşe kalka kendimi kapıya atmamla birlikte Ocak ayazı suratıma çarptı.

– Allah bu köyün bin belasını versin! Allah’ım! Sen koru aklımı Allah’ım!

Dertop olmuş halde biraz sakinleşene dek hıçkıra hıçkıra ağladım. Sonunda toparlanıp yüzümü koluma sildiğimde beynimin uyuşukluğu biraz gitmiş, eve gitmeyi akıl edebilir hale gelmiştim. Yavuz’la Ayşe elbet yollarını bulurlardı. Zaten başıma ne geldiyse Yavuz iti yüzünden gelmişti. Beni geride bırakıp siktir olup gitmiş, kukuletasını da taşak geçer gibi mutfakta bırakmıştı üstelik. Ayaklanıp cılız ay ışığında etrafımı seçmeye çalışırken gözüme bir karaltı çalındı.

Karşımda kırık dökük bir serender vardı.

Ne olduğunu anlamadan, arkamdan biri itiyormuş, iplerimi de bir başkası çekiyormuş gibi, serendere doğru yürümeye başladım. Bağıra bağıra ağlıyor, yardım çağırıyordum, topuklarımı toprağa gömmeye çalışsam da duramıyor, karşımdaki Allah’ın belası zifir Kabe’nin gölgesinde git gide yok oluyordum. Serenderin arkasından birer birer birileri çıkıyordu. Bir… iki… beş… yedi…

Omzumu kıskaç gibi kavrayan iki eli hissettim sonra. Kıkırtıları kulağıma dayanmış Rum karısı serendere doğru beni iterken, onlar da bize yaklaşıyorlardı. Hep bir ağızdan başladılar:

Tasımı dolduran cennet hocası,
Doldurmayan cehennem hocası,
Üstte erkeği, altta dişi,
Ver Allah’ım ver bize üç kişi!

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for SJack SJack says:

    Öykünün anlatımını beğendim. Sıradan bir ziyaret ile olayın bağlanışı da gayet iyiydi. Özellikle korku hissinin verilmesi gereken yerlerdeki mekan tasvirleri de başarılıydı. Kaleminize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for SJack

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *