Öykü

Kalış

Hikâyenin ilk bölümü için: https://oykuseckisi.com/s-t-s/

Hikâyenin ikinci bölümü için: https://oykuseckisi.com/gecis-kursat-hurmuzlu/


İlk üç ayımda sırt kısmı işlemeli hasırdan olan bir iskemlede oturmuş, dirseğim önümdeki ufak kare masaya, elim de yanağıma dayalı halde dışarıyı izledim. Sokaktan gelen geçenleri, kafelerde oturan insanları inceliyor ve çoğu zaman da boş boş bakıyordum. İlaçlarımı bırakma sürecimin en sancılı zamanlarıydı. Bütün metabolizmam alt üst olmuştu. Bazen iki gece üst üste uyumadığım zamanlarda, yatakta dönüp durmaktan ya da tavana gözlerimi dikip bakmaktan daha iyi olur diye düşünüp, karanlık odada, aynı iskemlede ve aynı pozisyonda dışarıyı izlemeye devam ettim. Tüm o süre boyunca beni teselli eden, bana güç veren tek şey sokağın ortasında duran dostum çınar ağacıydı. Geniş kaldırımın ortasında, iri köklerini adeta nispet yapar gibi dışarı çıkarmış, kendisine ait toprak alan bırakılarak etrafından Arnavut kaldırımı döşenecek kadar hürmet gösterilmiş bir ağaçtı. Kocaman gövdesini, çok iri birisi bile tek başına kucaklayamazdı. Ana gövdeden iki yana doğru kalın dallar ayrılıp kendi içinde daha çok dallanarak devam ediyordu. Sabah güneşi üzerine vurduğunda, hani Yüzüklerin Efendisi’ni izlerken gördüğümüzde iç çektiğimiz Elf diyarlarındaki ağaçların ışıldamasını hatırlatıyordu. Ve akşamları da hemen yanı başımda duran sadık bir arkadaş gibi bana destek oluyordu. Fangorn Ormanı’ndan gelen bir Ent gibi uzun uzun konuşuyor yalnızlığımı unutturuyordu.

Bir defasında sırt çantasında el ilanları taşıyan, eskilikten rengi neredeyse tamamen uçup gitmiş bir şapka takan, büyük beden mavi gömlek giymiş iri göbekli bir adam çantasından bir ilan çıkarıp ağaca zımbaladı. Dört köşe için dört defa ateşledi silahını. Çat! Çat! Çat! Çat! Zımba telleri adeta kurşun gibi saplanmıştı can dostuma. Üstümde pijamalar ve terliklerimle hızla alt kata indiğimde kırtasiyecinin gözleri şaşkınlıktan büyümüştü. Dışarı çıktıktan sonra en son hatırladığım şey iri adamın, kalın dudakları ve tombul yanakları yüzünden küçücük görünen ağzıyla ne hakla… demesi üzerine attığım kafa yüzünden yere serildiğiydi. Akşam polis kapımızı çaldığında neyse ki kırtasiyeci akıl sağlığımın yerinde olmadığını gösteren belgeleri sundu ve ben de tekrar sandalyeme döndüm. O günden sonra çevredeki esnaf ve ikamet edenler tarafından deli olarak mimlendim. İnsanlar ağacın yanından geçerken çok yaklaşmamaya özen gösterir olmuşlardı.

Kırtasiyeci birkaç defa oturup neler olup bittiğini konuşmak istemişti. Ancak elimden geldiği kadar nazik bir şekilde (git başımdan!) konuşmak istemediğimi belirtince ben bir şey söylemeden benimle konuşmaya bir daha yanaşmadı.

“Anlamıyorum Meral, gerçekten anlamıyorum.”

Odamın aralık kapısından duyulan ses kırtasiyecinindi. Buraya geldiğim ilk günden beri hem sağlık durumumu düzenli takip eden hem de ilaçları bırakma konusunda bana rehberlik eden arkadaşıyla konuşuyordu. Gelen kokuya bakılırsa demleme kahve içiyorlardı.

“Ben yerimde duramazken, onun umurunda bile değil. Bir kere bile neler olup bittiğini sormadı.”

“Sermet” diye söze başladı Meral Hanım. “Ona biraz zaman ver. Anlattığın deli deli şeylere neredeyse ben bile inanmayacağım.”

“Ama izledin tüm olanları!” dedi Sermet. Sesinden hayal kırıklığı geliyordu.

“Şşşş, sessiz ol be adam! Bırak çocuk uyusun biraz” diye payladı onu arkadaşı. “İzledim evet ama yine de bana inanılmaz geliyor. Bir de onun durumunu düşün! Üstelik aylarca deli olduğuna inandırılıp bir de ilaç bağımlısı yapmışlar” dedikten sonra önce bir çakmak sesi ardından da içe çekilen bir nefes sesi geldi. “Bırak önce iyice kendini toparlasın sonra bakarsın. Zaten hep tezcanlı oldun.”

“Eh hepimizin kötü huyları var” diye cevap verdi Sermet kuru kuru. “Sen de sigarayı asla bırakamadın.”

* * *

Ait olmadığım bir yerde olduğumun farkındaydım. En başından beri biliyordum bunu. Kafamdaki sisler dağılmaya başladıkça parçalar da yerine oturuyordu. Her şeyin başladığı gece polislerden kaçarken saklandığım yerin bir bar olduğundan şüphesiz emindim. Sabah uyandığımda ise kendimi kırtasiyede bulmuştum. Üzerimdeki kredi kartları ya da kimliğin sahte olduğunu öğrenmem, verdiğim adreslerin bir geçerliliği olmaması… Tüm bunların hepsi benim olmam gereken yerden başka bir yerde olduğumu gösteriyordu. Bir an gözlerim, ay ışığı vuran pencerede yüzümün yansımasına takıldığında, tıpkı taşıdığın yüzün de sana ait olmaması gibi diye geçirdim içimden.

“Ne bakıyorsun lan?” diye sordum yansımama ve perdeyi çekip önüme bakmaya başladım. Ameliyattan sonraki çok uzun günler boyunca hatta dünya turuna çıktığım dönemde bile yüzümün bir maske olduğunu, aslında altında kendi yüzüm olduğunu düşünmüştüm hep. Sonra yavaş yavaş alıştığımı, aynaya baktığım zamanlarda irkilmemeye başladığımı fark etmiştim. Bu senin değiştirebileceğin bir şey mi? diye sormuştu tanıştığım bir Hindu zen ustası. Başımı üzgünce iki yana salladığımı görünce gülümseyip O zaman niye kendine dert ediyorsun? Al ve kabul et. Devam et hayatına. Bu sohbet içime gerçekten de su serpmişti. Ancak şimdiki durumumda eski yaralarım tekrar açılmış hem kanıyor hem de acıyordu. İnsan nasıl kendi yaralarını sarar ki? diye içimden geçirirken elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdim. Soğuk suyu yüzüme çarptıkça biraz ferahladığımı hissediyordum. Havluyu almak için uzandığımda gözüm aynadaki yansımama takıldı. Yüzümden sular damlarken olduğum yerde donmuş gibi bir süre aynaya baktım. “Sen niye sürekli bana bakıyorsun?” diye sinirle fısıldadım. “Daha ne istiyorsun benden Allah’ın belası?”

Kırtasiyeci kireç gibi bir yüzle banyoya girdiğinde ben aynaya ve ondan kalanlara yumruk atmaya devam ediyordum.

“Yalvarırım dur artık!” dedi adam kapının girişinde. “Yoksa polisler gelecek” derken sesi titriyordu.

“Bak yüzüme!” diye arkamı döndüm sinirle. “Şu aptal yüze bir bak!” derken kanlı elimle yüzümü işaret ettim. “Ben anneme benziyordum biliyor musun?” Derinden gelen bir hıçkırıkla beraber gözyaşlarım ince ince akmaya başladı. “Gülümsediğimde onun gibi gülümserdim. Annemi tanıyan herkes beni gördüğünde ona ne kadar benzediğimi söylemeden geçmezlerdi.”

Aradan ne kadar geçti bilmiyorum ama Meral Hanım telaşla banyoya girdiğinde “Aman Ya Rabbi bu kan ne böyle?” diye feryat etti.

“Sana demiştim telefonda, elini yaraladı” diye cevap verdi Sermet kapıda durduğu yerden.

“Aşk olsun sana! Sen de öylece kan kaybından ölmesini mi bekledin?”

“Bana da zarar verebilirdi” diye cevapladı sözde dayım olduğu yerden.

“Bir kere, yalnızca bir kere cesur be adam!” dedi kadın öfkeyle elindeki havluyu yüzüne doğru sallarken. Yanıma eğilip gergin ve endişeli bir yüz ifadesiyle elime kabaca tampon yaptı. “Ahmetçiğim şimdi kalkıp içeri geçiyoruz ve ben eline neler yapabileceğime bir bakmak istiyorum. Çok kan kaybetmişsin kuzum.”

Başımı çevirip kadının yüzüne baktığımda tüm o korku ve endişenin arkasında gerçek bir şefkat gördüğümü hatırlıyorum. Sanırım kan kaybından başım dönüyordu ama zorla da olsa uysal bir şekilde ayağa kalktım ve salona geçtik. Doktorumun talimatları doğrultusunda Sermet bir leğen su getirip elimi hafifçe silerken gözlerinde her an bir şey olacakmış korkusu vardı. Meral Hanım da yanında getirdiği kocaman çantasından ona gerekli olan pek çok şeyi hazırlamaya başladı. Önce elimi bir iğne ile uyuşturdu sonra da nazik ama seri bir şekilde kesikleri dikmeye başladı. En sonunda elimi sardığında Sermet’i odadan kışkışladı ve kapıyı kapatıp karşıma bir sandalye çekip oturdu.

“Ne olacak senin bu halin böyle kuzucuğum?”

“Bilmiyorum ki Meral Hanım” dedim titrek bir sesle. “Ben… ben gerçekten bilmiyorum” derken gözyaşlarım tekrar yanaklarımdan süzülmeye başladı.

“Sana sakinleştirici bir iğne yapacağım. Önce iyi bir uykuya ihtiyacın var. Ama en çok neye ihtiyacın var biliyor musun?”

“Onu da bilmiyorum” dedim gözyaşlarım arasında.

“Konuşmaya” dedi kadın gülümseyerek. “Her ne yaşıyorsan anlatmaya. Dök içini evladım. Dök ki iyileşesin.”

* * *

Cama vuran damlaların sesiyle gözlerimi açtığımda saatin tam olarak kaç olduğuna karar veremedim. Sargılı elimi kaldırıp baktığımda önceki gecenin anıları birdenbire odaya hücum etti. Belki de büyük sözü dinlememin zamanı gelmişti. Üstelik alışık olmadığım şekilde kendimi o kadar da kötü hissetmiyordum. En azından aklımdan keşke hiç uyanmasaydım ya da bugün de ölmemişim gibi düşünceler geçmiyordu. Odamdan çıkıp aşağı indiğimde Sermet Bey sol tarafta içinde çeşit çeşit kalemlerin olduğu cam standın arkasında gazetesini okuyordu. Burnumu dolduran kahve kokusu beni daha da cesaretlendirdi ve adamın karşısına dikildim. Ben daha merdivenlerden inerken, o gazetesinden başını kaldırıp bana içinde çeşitli duyguların olduğu gözlerle bakmaya başlamıştı bile. Korku diye düşündüm. Endişe, panik ve benzerleri adamın etrafını sarmıştı.

“Günaydın” dedim.

“Günaydın” diye cevap verdi sözde dayım. “Acaba her şey… yolunda mı?” derken bir an açık kapıya baktı. Belki de çıkıp yine olay çıkaracağımı düşünmüştü.

“Bir fincan kahve içebilir miyim? Ve şey ve… belki biraz da sohbet ederiz.”

Sermet Bey gazeteyi neredeyse atıp önce dükkanın kapısını kapattı ve arkasına asılmış olan tabelayı “Kapalı” yazısı okunacak şekilde çevirdikten sonra üst kata fırlayıp bir fincan kahve ile geri döndü. Ben de bir sandalye çekip oturdum.

“Elin nasıl?” diye sordu dikkatli bir şekilde bana bakarken. Bu tarihi anın her bir saniyesini aklına kaydediyormuş gibi beni izliyordu. İlk defa gerçek anlamda iletişim kurmak için karşısındaydım.

“Acıyor biraz ama geçer” dedim usulca.

“Meral birkaç saate geleceğini söyledi. Hem pansuman yapacak hem de kesiklere iyi gelecek birkaç merhem getirecek.”

“Sermet Bey ben…”

“Lütfen bana dayı diye hitap et olmaz mı? Bu her anlamda ikimiz için de önemli” dedi başıyla dışarıyı işaret edip.

“Ben önce özür mü dilesem yoksa teşekkür mü etsem bilemiyorum” diye söze başladım.

“Ne değişti?” diye araya girdi dayım. Kaşlarını hafifçe çatışından, bakışlarından ve vücudunun duruşundan bile derin bir şüphe içinde olduğu belli oluyordu. “Bu kadar zamandır buradasın ve ilk defa bu sabah olduğundan…” dedikten sonra duraksayıp bir süre önüne bakarak düşündükten sonra “Seni tanıdığım halinden daha farklı davranıyorsun.”

Haklı bir soruydu. Ne zannetmiştim ki? Adamın beni kucaklayıp hiçbir şey olmamış gibi davranmasını mı? Kahvemden aldığım ilk yudum o kadar iyi geldi ki dayanamayıp bir yudum daha aldım. Aroması harikaydı ve ne sert ne de çok açıktı.

“Ben… çok uzun zaman sonra birisinden içten bir yakınlık gördüm” dediğimde yüz ifadesi biraz yumuşadı. “Meral Hanım” dedim utanarak. “Tamam sen de bana yakınlık göstermeye çalışıyorsun ama o nasıl desem… bir anne ya da abla gibi şefkat gösterdi” dedim sesimin titremesine engel olamayarak. “Bu da benim o karamsar, hayattan kopmuş ruhuma ilaç gibi geldi.”

“Biliyordum!” dedi ani bir hareketle parmağını şaklatarak. Ayağa kalktı ve heyecanla daracık yerde ileri geri yürümeye başladı. “İlk başlarda yaşadığın şok ve uzun süre akıl hastanesinde kalmaktan dolayı böyle davrandığını düşünmüştüm” dedikten sonra dönüp bana baktı “Ama sende daha derin daha yıkıcı bir şey olmalıydı. Yani demek istediğim seni alışmış olduğumuz şekilde davranmaya iten başka bir şey…”

“Haklısın” dedim içten bir şekilde.

“Ve Meral’de en sonunda bu duvarı aştı” dedi dayım gülümseyerek. “Ah ne kadın ama değil mi?”

“Her şeyden önce beni o delilerin arasından kurtarıp evine aldığın için teşekkür ederim” dedim iç çekerek. “Ve özür dilerim. Seni zor durumda bıraktığım, korkuttuğum ve vefasızlık ettiğim için çok özür dilerim.”

“Rica ederim, en sonunda toparlıyor olduğunu görmek güzel. O halde” dedikten sonra ellerini çırpıp “Önce kahvaltı edelim. Sonra da uzun uzun konuşalım.”

* * *

Siz hiç “Acaba Atatürk daha uzun, mesela 32 yıl daha yaşasaydı ne olurdu?” diye düşündünüz mü?

Dayım kahvaltı için tost hazırlarken neredeyse heyecandan elleri titriyordu. “Sana biraz sonra inanılmaz bir şey izleteceğim” dedi çalışma odasına girerken. Evin bu kısmını daha önce hiç görmemiştim. Oda büyük bir zevkle döşenmişti. Adını bilmediğim bir ağaçtan yapılma kütüphanesi el işlemeleri ile süslüydü ve iki duvarın tamamını zeminden tavana kadar kaplıyordu. Dikdörtgen şeklindeki oda ne çok geniş ne de sıkışıklık hissi verecek kadar dardı.

Masanın başına geçip oturduğunda ben de odadaki rahat görünen sandalyelerden birisini alıp yanına oturdum.

Bana dönüp “Hazır mısın?” diye sorduktan sonra cevabımı beklemeden ekrandaki bir imgeye tıkladı ve bir video açıldı. Her şeyin başladığı gün uyandığım odayı görür görmez tanımıştım. Hatırladığım eşyaların haricinde odada dikkate değer başka bir şey yoktu. Kısa bir süre sonra görüntü karıncalanmaya başladı. Ani renk cümbüşleri ekranı kaplar kaplamaz görüntü normale döndü. Öncekine göre tek fark artık yatakta benim uyuyor olmamdı. Uzun uzun sessizce kendimi izledikten sonra dönüp Sermet’e baktım. Gözlerinde heyecandan parlıyordu. “Bizim dünyamıza hoş geldin” dedi fırça bıyıklarının altından sırıtarak. Görüntüyü tekrar ve tekrar izledik. Karıncalanmanın başlamasıyla renk cümbüşü arasında geçen zaman otuz iki saniyeydi. Hemen sonrasında da ben yatakta görünüyordum. Bu gerçekten inanılmaz bir şeydi. Mantığım böyle bir şey olmasını almıyor ve anlamıyordu. Ama diğer yandan durumu çoktan kabullendiğim için kendimi aklımdaki yüzlerce soruya odaklarken buldum.

“Sen” dedi dayım geniş sandalyesine yaslanıp gülümseyerek “Paralel dünyalar arasında seyahat ettin.”

“Bu sıradan bir şey değil, değil mi?” diye sordum. Aslında aklımda o kadar çok soru vardı ki hem hangisinden başlayacağımı bilmiyordum hem de yaşadığım şeyi içimde sindirmeye çalışıyordum.

“Tabii ki değil sen deli misin?” dedikten sonra aceleyle ekledi “Yani lafın gelişi” öyle dedim.

“Anladım ve alınmadım” diye cevapladım gülümseyerek.

“Paralel dünyalar ya da evrenler arası seyahat hep bir gizem konusu olmuştur. Bu konu üzerinde bir sürü çalışma ve fikir var. Ama şimdiye kadar ne bir kanıt bulundu ne de bir iz. Bazı eski uygarlıklarda bunun bilindiği hep söylenegelir.”

“Ama şu video her şeyi ispatlıyor” dedim başımla monitörü işaret ederek. “Sen bunu keşfettiysen, başkaları da çoktan keşfetmiş olabilir. Belki sadece herkesten gizliyorlardır.”

“İşte evlat bizim de tam olarak yapmamız gereken bu” dedi dayım öne doğru eğilerek. “Eğer bu duyulursa seni de beni de alıp götürürler ve kim bilir neler yaparlar.”

“Ya da belki sana buluşun için Nobel Ödülü verirler” diye cevapladım gülümseyerek.

“Güzel bir hayal ama hiç sanmam” diye karşılık verdi bıyıklarını kendinden emin bir şekilde sıvazlayarak. “Böyle bir şeyin ortaya çıkışı bütün dünyanın dengesini bozar. Güçlü olan tüm devletler bunun yolunu öğrenmek ister. Başka dünyalara gidiş gelişin yöntemini bulurlarsa önce keşifler, sonra ticaret ve en sonunda da savaşlar patlak verir” dedikten sonra “Nobel’i de ödülü de onların olsun. Alfred Nobel çok yardımsever büyük bir bilim adamıydı ama dinamit keşfi ile beraber diğer buluşları savaşlara yeni bir boyut kazandırdı. Ölen onca insan… Üstelik kendisinin de yaptığı buluşun pişmanlığını ömrünün sonuna kadar taşıdığı söylenir” dedikten sonra olduğu yerde kalıp gözleri büyüdü “Bir dakika bir dakika” dedi heyecanla “Alfred Nobel senin geldiğin yerde de mi biliniyor?”

Ve sonra her şeyden konuşmaya başladık. O kadar heyecanlandık ki bazen birbirimizin sözünü kesiyor, bazen hayretten ağzımız açık kalıyor ve bazen de kahkahalarla gülüyorduk. İlk olarak hangi yılda olduğumuzla başladık. Her iki tarafta da 2025 yılında olduğumuz ortaya çıktı. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyorduk ve başkent Ankara’ydı. Ama her ne kadar paralel dünyalar diye adlandırsak da her şey aynı ya da birbirine paralel değildi. Burada Atatürk otuz iki yıl daha yaşamıştı. 32 yıl! İnanabiliyor musunuz? Siroza yakalandığında ve durumu kötüleştiğinde, Giresun taraflarından çok yaşlı bir şifacı kadın gelip günlerce Dolmabahçe Sarayı kapısında beklemiş ve Atatürk’ü görene kadar oradan ayrılmayacağını, hastalığına şifa olacak bir karışım getirdiğini yanına gelip onu göndermeye çalışan herkese anlatmış. İlk günler tabii ki kimse onu ciddiye almamış. Günlerce orada bekledikten sonra Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen tarafından gizlice içeri alınmış ve kimseye çaktırmadan her gün kadının söylediği miktarda o karışımdan içirmiş. Günden güne kendini toparladıkça doktorlar bunun ilaçlardan olduğunu düşünseler de en sonunda Sabiha Hanım her şeyi Atatürk’e anlattığında durum bir anda hem Türk hem de dünya medyasına yansımış ve günlerce konuşulmuş. Ancak işin daha da garip tarafı Atatürk tamamen iyileşip eski sağlığına kavuştuktan sonra o yaşlı kadınla görüşmek istemiş ama kadın hiçbir yerde bulunamamış. Ve böylece hem Türkiye’nin hem de dünyanın kaderi değişmiş. Sermet’in anlattığına göre Türkiye 2025 yılı itibariyle dünyanın söz sahibi ülkelerinden bir tanesi ve kimseye de eyvallahı yokmuş.

“Sizi şanslı piçler!” dedim olanları hayretler içinde dinledikten sonra.

Aramızdaki sohbet o gece yarısına kadar durmadan devam etti. Meral Hanım geldiğinde bizi o şekilde bulunca o kadar mutlu oldu ki o da günün kalanında bize katıldı. İki dünya arasında hem çok fazla benzerlik hem de çok fazla farklılık vardı. Konunun daha rahat anlaşılması için daha mikro düzeyde örnekler vermem sanırım daha faydalı olur. Örneğin Ankara’da bizim tarafta Yeni Mahalle olarak adlandırılan ilçe burada farklı sınırları olan farklı bir isim Esenler olarak biliniyordu. Bizim taraftaki Ostim sanayi bölgesi bu tarafta yoktu. Buradaki sanayi bölgesi bizim taraftaki Mamak ilçesi sınırları içine kurulmuştu. Tarihin akışı değiştiği için bazı olaylar hiç yaşanmamıştı mesela… “Bir tane bile askeri darbe olmadı” demişti Sermet dayım beni şaşkınlıkla dinledikten sonra. 60 ya da 70’lerde öğrenci hareketleri olmuşsa da ne çatışmalar yaşanmış ne de ayrışmalar. Kıbrıs Barış Harekatı hiç yaşanmamış. Çünkü K.K.T.C 1950’lerin sonunda Türkiye’nin desteğiyle bağımsızlığını çoktan ilan etmiş.

Kişiler arası karşılaştırma yapmak da çok şaşkınlık vericiydi. Barış Manço’nun uzun yıllar Kültür Bakanlığı yaptığı bir ülkeden bahsediyorum size! Hababam Sınıfı burada çekilmemiş. Çünkü öyle bir eser yokmuş bu (Ah ne büyük kayıp!) tarafta. Tarık Akan aktör değil basketbolcu, Filiz Akın dünyaca ünlü bir model, Müjdat Gezen ise sanata büyük değer veren ünlü bir iş adamıymış. Şener Şen mesela günümüzde ortalığı kasıp kavuran 40’lı yaşlarında bir oyuncuymuş. Sezen Aksu’dan bahsettiğimde ne Meral Hanım (ki ona abla diye hitap etmeye başlamıştım) ne de Sermet dayım çıkaramadılar. Ancak internette pop müzik üzerine araştırma yaparken bir anda fotoğrafı karşıma çıktığında “Bakın işte o! Sezen Aksu” dedim. Ancak bu tarafta ismi Ceren Soylu olarak geçiyormuş.

“İnanın çocuklar biraz daha sohbete devam edersek, beynim kulaklarımdan akmaya başlayacak” dedi Meral abla oturduğu yerden. “Saat neredeyse gecenin üçü oldu, farkında mısınız?”

“Ben daha günlerce konuşabilirim” dedi dayım. Adam hiç yorulmuşa benzemiyordu.

“Ondan eminim. Konu bilim olunca bir hafta bile uyumazsın. O elindeki fincanı da bırak. Yine demlik demlik kahve içtin.”

“Ben de devam etmeyi çok istiyorum ama sanırım uyusak iyi olacak. Yalnız o kadar şey konuştuk ama tüm bunlardan nasıl bir sonuca varmamız gerektiğini tam çözemedim” dedim yarı uzandığım koltuktan.

“Şimdi” dedi dayım ve elindeki bardağı hızlıca kafasına dikip Meral ablaya suçlu suçlu sırıttı. “Sonuç çıkarmak için daha çok erken. Ama genel olarak bir yere de varabiliriz” dedikten sonra salonda volta atmaya başladı. “Tarihteki pek çok bilindik isim her iki tarafta da var. Artık anıtlaşmış ve çok köklü olan yerler, binalar ya da ne bileyim kurumların da çoğu ortak gibi görünüyor. İsimleri aynı olan da var farklı olan da.”

“Mesela ODTÜ her iki tarafta aynı ama bizim İ.B.T.Ü (İstanbul Bilim Teknik Üniversitesi) dediğimiz yer onlarda Boğaziçi Üniversitesi olarak biliniyor” dedi Meral abla.

“Bravo!” dedi dayım. “Ama en nihayetinde konu kişilerde düğümleniyor. Sonuçta olaylar, eserler ya da ne bileyim icatları düşünün. Bunların hepsine kişiler sebep oluyor. Her şeyin birbirine tam paralel gitmemesi de işte bundan kaynaklanıyor” dedikten sonra konuşmasına ara verdi ve sessizce salonda birkaç tur gidip geldi. “Her iki taraftaki insanların hayatları birbirine paralel gitmiyor. Dolayısıyla doğumlar, ölümler yapılan seçimler derken bazı insanlar ya hiç doğmamış ya erken ölmüş…”

“Ya da bambaşka yollara sapıp başka hayatlar yaşamışlar” diye tamamladı Meral abla.

“O yüzden de benzerlikler olduğu kadar da farklılıklar çok fazla…” diye devam ettim.

“Bu da dünyaları paralel yapar mı gerçekten sorusunu akla getiriyor. Ama bu biraz daha felsefik bir tartışma. Yine de durumun bu şekilde olması çok şaşırtıcı değil. Her iki dünyada her şey tamı tamına aynı olsa o zaman başka bir boyutun ya da dünyanın olması anlamsızlaşırdı. Fark olması beklenebilecek en doğal şey.”

* * *

Sonraki birkaç gün boyunca konuştuk, konuştuk ve konuştuk. Konu bilim olunca dayım bambaşka bir karaktere bürünüyordu. O çekingen, sessiz ve hatta güvensiz adam gidiyor, yerine ne söylediğini bilen özgüven timsali bir adam ortaya çıkıyordu. Ve bir de hırs…

“Bütün ömrünü bu işe adadı” dedi Meral abla bir yandan kahvesini yudumluyordu. Artık yavaş yavaş dışarı çıkmam, etrafı tanımam ve sosyalleşmem gerektiğine karar vermiş ve bu işi bizzat üstlenmişti. Böyle bir adaptasyon sürecinin psikolojime de iyi geleceğini düşünüyordu. “Sen bakma onun kırtasiye dükkanı işlettiğine aslında ODTÜ’de fizik profesörüydü.”

“Peki niye devam etmiyor” diye sordum sigara dumanımın arasından. Evet, onca badire atlattım ama yine de sigaradan vazgeçmedim ki aylar sonra ilk defa dudaklarıma götürdüğümde tiksineceğimi ya da öksüreceğimi düşünmüştüm. Ama ciğerlerim dumanı büyük bir memnuniyetle kabul etmişti.

“Attılar da ondan” dedi Meral abla sinirle. “Utanmasalar arkasına teneke bağlayacaklardı. Öyle böyle göndermediler onu.”

“Ve o da öylece kabul mu etti?”

“Ne yapabilirdi ki? Kuantum alanda çalışıyordu ve paralel evrenler konusuna kafayı takmıştı. Ancak bölüm başkanı ki eski kocam olur, saygın bir okulun böyle saçmalıklara vakit ayıramayacağını ve eğer ısrar ederse gönderileceğini söyledi. Senin ki çok inatçıdır. Ölürüm de vazgeçmem dedi.”

“Vay anasını! Burnuma bilimsel rekabetten fazlası geliyor” dedim bir gözümü kırpıp. “Şu hikâyeyi biraz daha geriye sarıp öyle anlatsan keşke.”

“Derin hikâye” dedi kadın başını sallayarak ve sigarasına uzandı. “Öğrencilik yıllarında Sermet, eski kocam Selim ve ben sürekli beraber takılırdık. Çünkü üçümüz de Ankara’ya okumaya kendi memleketlerimizden gelmiştik ve aynı yurtta kalıyorduk. Binalarımız ayrıydı elbette” dedi ben daha sormak için ağzımı açtığımda.

“Aslında o ikisi sıkı arkadaşlardı ve aynı bölümde okuyorlardı. Hatta ilerleyen yıllarda beraber eve çıkacak kadar ilerletmişlerdi dostluklarını. Ama..”

“Ama aralarında hep bir rekabet vardı” dedim tahminde bulunarak. “Belki benzer idealler ve aynı kız için mücadele.”

“Aferin sana, zeki insanı severim.”

“Peki, buradaki denge unsuru olarak sen neredeydin?”

“Ya ben baya güzel bir kızdım o zamanlar” diye cevapladı mavi gözlerini hafifçe kırpıştırarak ve beraber kahkaha attık. Şöyle bir bakınca o delici mavi gözleri yüz yıl da geçse güzelliğinden bir şey kaybetmezdi ama görünüş olarak da hiç fena değildi. “Sermet’in peşinden çok koştum ama o asla cesaretini toplayıp bana açılamadı” diye devam etti. “En sonunda da bir kızgınlık anında Selim’in ısrarına dayanamayıp teklifini kabul ettim.”

“Dayım ne yaptı peki?”

“Dayın da öyle bir gurur vardır ki Kaf dağına kadar uzanır. Hediyesini alıp düğünümüze geldi ve gözümüzün içine baka baka sahnede zeybek oynayıp gitti. Sonra yıllarca görüşmedi bizimle.”

Bir an durup sessizce gelen geçenleri izledi. “Bir gece Selim çok sarhoşken…” dedikten sonra sıkıntıyla yanaklarını şişirdi. “Biliyor musun, ilk evlilik insanın mutlak kaderidir derler. Yani ne yaparsan yap ondan kaçışın yok.”

“Bakma bana öyle boş gözlerle” dedikten sonra güldü. “Bir gece Selim çok sarhoşken, ben daha asistanken Sermet’in bir başka asistan arkadaşıma bana iletilmesi için bir mektup verdiğini ama elime hiç geçmediğini ağzından kaçırdı.”

“Ayy yapma…” dedim konunun nereye bağlanacağını az çok tahmin ederek.

“Ancak o mektup bir şekilde Selim’in eline geçmiş ve okuduktan sonra yırtmış” dedikten sonra gözleri alevlendi. “Dayın en sonunda bana olan sevgisini dile getirip bir de üstüne evlenme teklifi etmiş. Ancak benden hiç cevap alamayınca…” dedikten sonra başını eğip eliyle alnını ovaladı.

“O kadar peşinden koştuğun halde cevap gelmeyince epey şaşırmıştır herhalde” dedim sessizce.

“E bir de üstüne Selim’le evlilik haberimizi aldığında var sen düşün neler hissettiğini” dedikten sonra başını iki yana salladı. “Uzun süre yurtdışında yaşadı ve çeşitli üniversitelerde çalıştı. Bir trafik kazasında kız kardeşi, eniştesi ve yeğenlerinin öldüğü haberini alınca geri döndü. Sonra da hayatına burada devam etti. Akademik kariyeri bitince de kırtasiye işletmeye başladı.”

Ben tam cevap verecekken içeri bir palyaço girdi. Evet, palyaço kavramı burada da vardı. Orta boylu ve o kadar zayıftı ki üzerine bol gelen kostümünden dolayı ilk bakışta erkek mi yoksa kız mı olduğu anlaşılmıyordu. Kasaya yöneldi ve bir kahve istedi.

“Yazık, şuncacık paraya girdiği kılığa bak” dedi Meral abla.

Palyaço bir an kendisinden bahsedildiğini anlamış gibi dönüp bize baktı ve sonra tekrar önüne döndü.

“Neyse şimdilik bu kadar hikâye yeter. Nasıl olsa buradasın artık” dedikten sonra bir gözünü kırpıp gülümsedi.

* * *

Gece pencereden dışarıyı izlerken sevgili dostum Ağaçsakal ile durum değerlendirmesi yapıyorduk. En nihayetinde insan şehir değiştirdiğinde bile bir bocalama dönemi geçirirdi. Havasına, suyuna ve insanına alışmak vakit alırdı. Ben boyut değiştirmiştim. Bazı açılardan benzer ama yine de bambaşka bir dünyadaydım. Üstelik çok dikkatli olmam gerekiyordu. Bu mesele şaka kaldırmaz. Kimseye bir şey belli etmemek çok önemli. Yoksa hepimizi paketleyip götürürler demişti dayım. Ancak burada iki avantaj vardı. Birincisi kimliğimi saklamayı, sır saklamayı ya da dikkatli olmayı çok iyi biliyordum. Bunun için eğitilmiştim zaten. Diğer avantaj ise insanlar beni Sermet’in yeğeni olarak tanıyacaklardı. Yıllar önce trafik kazasında tüm ailesini kaybeden ve akrabaları tarafından büyütülen yeğen. Üstelik yaşadığı travmalardan dolayı akıl sağılığını da daha yeni yeni toparlıyordu. Bu kılıf benim kamufle olmamı sağlayacaktı. Sermet dayım genel olarak içine kapanık birisi olduğu için insanlar o trafik kazasında aslında kimsenin kurtulmamış olduğunu bilmiyorlardı.

“Beni hastaneden nasıl çıkardın? Yeğenin olduğuma nasıl inandılar?” diye sormuştum dayıma.

“Ben birisine yol tarifi vermek için dükkandan çıktığımda sen de bu tarafa geçip, kapıdan çıkıp gitmişsin. Geri geldiğimde kapının aralık olduğunu fark edip kamera kayıtlarını inceledim ve bir süre heyecandan ne yapacağımı bilemedim” diye anlatmaya başlamıştı dayım kendi hikâyesini. “Biraz sorup soruşturunca delinin birinin Kızılay Polis Merkezini birbirine kattığını öğrendim.”

“Peki sonra?” diye sormuştum düz bir sesle. Anılar bir anda aklıma üşüşünce elim istemsiz olarak başıma gitmişti. Kaç kere başımı duvarlara vurmuştum?

“Seni daha erken çıkarabilmeyi çok isterdim. Ama önce ölen yeğenlerimden Şakir’in aslında ölmediğini ve hala yaşıyor olduğunu nüfus sisteminde geriye doğru giderek organize etmem gerekiyordu.”

“Ne yaptın ne yaptın?” diye sormuştum şaşkınlıkla.

“Dayının eli kolu çok uzundur Ahmetçiğim. Manisa’nın en varlıklı ailelerinden birisi belki de en varlıklısı onlar. Ayrıca onlarca kişiye de faydaları dokunduğu için birilerine mutlaka ulaşmıştır” demişti Meral abla.

“Tüm ayarlamaları yaptıktan sonra da gelip seni aldım” Meral ablanın söylediklerini hiç duymamış gibi devam etmişti dayım. “Sana Şakir diye seslenmek daha doğru olurdu ama tüm her şeyini geride bırakmışken en azından kendi ismini kullanıyor olmak sana iyi gelebilir.”

Son günlerde yaşanan gelişmelere bakınca, kendimi daha iyi hissettiğim çok açıktı. Her şeyden önce zihnimi meşgul edecek onlarca, yüzlerce, binlerce şey vardı. Diğer yandan hem dayım hem de Meral abla bana çok yakın davranıyorlardı. İçim iyileşmeye başlamıştı. Ancak bugünden yarına her şey bir anda düzelmiyordu da. Bazen alıştırıldığım ilaçların yoksunluğunu hiç ummadığım anda hissetmeye başlıyordum. Ya da bilinçaltıma yerleşmiş olan o karamsar düşünceler bir anda yüzeye çıkıp beni de yanlarına çekmeye çalışıyorlardı. Her ne kadar Meral abla ve dayım dışarı çıkıp etrafı tanımam konusunda hemfikir olmuşlarsa da dayım temkinli olmam gerektiğini, üstelik çevredekilerin benim raporlu bir adam olduğumu bildiklerini söylemişti. Kimseyi tedirgin etmemek gerekiyor. Dışarı çıkmaya azar azar başlamak en iyisi demişti. Bana sorarsanız ben de insan içine karışmaya çok gönüllü değildim. Meral abla ile dışarıda kahve içmek bir yandan iyi gelmişti ama bir yandan da kendimi rahatsız ve bunalmış hissetmiştim. Belki de şimdilik sadece akşamları küçük yürüyüşler yapmak en iyisiydi. Açıkçası Ağaçsakal da anlattıklarımı mantıklı bulmuştu. Bilge bir insan her zaman dikkatli adımlar atmalı demişti. O kadar şey konuşmuştuk ama bana henüz aslında kim olduğumu ya da geldiğim yerde neler yaptığımı neden bu kadar delirecek noktaya geldiğimi hiç sormamışlardı. Her ikisinin de gözlerindeki merakı görebiliyordum. Hikâyemi anlatmak istemiyordum. O konuları konuşmak istemiyordum. Yaptığım bencillik kabul ama hazır gerçekten yeni bir sayfa açmışken geçmişimin ne önemi vardı?

“Bir süre malum konuları konuşmayalım” dedi dayım kahve fincanının üzerinden. Sabah kahvaltısını bitirmiştik ve ben bulaşıkları makineye yerleştiriyordum.

“Hangi konuları?” diye sordum başımı çevirip.

“Senin… buraya gelişinle alakalı konular.”

“Evde niye şifreli konuşuyoruz? Bu kadar temkinli olmak psikolojimizi bozar haberin olsun” dedim istediğimden daha alıngan bir tavırla. “Boğma bizi dayıcım.”

“Nasıl karnın çok açken yemek yedikçe yemek istersin ve sonra bu sana çok sıkıntı verirse, aşırı bilgi yüklemesi de zihnimize aynı şeyi yapar.”

 

Bir de bu vardı işte. Ben ona ne dedim o bana ne cevap veriyor? Bir şeyi duymak istemiyorsa siz söylerseniz söyleyin havaya konuşmuş gibi oluyordunuz. Bu şekilde davranılmak sinirlerime çok dokunuyordu. O başlı başına insanın sinirlerine çok dokunur. Bazen tam bir hödük olabiliyor demişti Meral abla.

“O yüzden de kendimize biraz zaman verelim ve bu konulara bir süre girmeyelim. Hem sen de esnaf olmayı öğrenirsin” dedikten sonra fincanı masaya koydu “Zaten her şeyin fiyatı üzerinde yazıyor. Parayı alacaksın ve talep edilen neyse onu vereceksin o kadar.”

“Para – Çokomel İlişkisi yani” dedim ciddiyetle.

“Para ne?” diye sordu bana şaşkınlıkla.

“Cem Yılmaz’ın Para – Çokomel modeli bu senin dediğin. Anlıyorum merak etme.”

Bir süre yüzüme anlamadan baktı ama ben de dümdüz bir suratla ona baktım ve bıraktım meraktan çatlasın. O gerçekten iyi bir insandı. Ancak her iyi insanla çok iyi anlaşılmıyordu maalesef. Öğleden sonra bir yandan gazete okurken bir yandan da dükkanı bekliyordum. Dayım ciddi ciddi işleri bana bırakıp dışarı çıkmıştı. Benim için hava hoştu. Dışarı çıkmak istemiyordum ve tamamen yalnız kalmak iyi gelmişti. Odamda yalnız kalmakla bu şekilde yalnız kalmak bana biraz farklı geliyordu. İçeride kimse olmayınca kendimi hem yalnız hem özgür hissediyordum. Her yere bana aitti ve benden başka kimse yoktu. Kapı açıldığında dalmış olduğum gazeteden başımı kaldırdım ve bir an içeri giren palyaçoya bakakaldım. Bu geçen gün kahvecide gördüğüm aynı kişiydi. Buna emindim. Çünkü o gün de tıpkı şimdi olduğu gibi yüzünden mutsuzluk akıyordu.

“Kolay gelsin” dedi kız. “Jonglör topu alacaktım.”

“Jonglör topu” diye tekrar ettim içimde bir panik dalgasıyla. En nihayetinde işte ilk günümdü ve kapıdan giren ilk müşteri hiç olmadık bir şey sormuştu. Bir yandan beni yalnız bırakan dayıma bir yandan da palyaçoya kızıyordum. İnsan kalem ister ne bileyim defter ister, fotokopi çektirir.

“Sanırım sen yeni başladın” dedi kız ve başımı dolaplardan birinin içinden çıkarıp ona baktım.

“Ben daha önce buradan almıştım kankacım. Şu kapının yanındaki tezgahın çekmecesinde olması lazım” diye tarif etti. Aşağıya açılan kapının hemen yakınındaki camlı tezgahın çekmecesini açtığımda gerçekten de topları gördüm.

“Fiyatları konusunda hiçbir fikrim yok” dedim kıza topları mahcup bir şekilde uzatırken.

“Eğer değişmediyse 10 lira” dedi elindeki parayı uzatırken. “O zaman kolay gelsin sana.”

“Pardon bakar mısın?” diye seslendim tam kapıdan çıkacakken. “İsmin nedir?”

Bir an boş bir ifadeyle beni süzdü ve ben dönüp gideceğini düşünürken “Emine” dedi. “Emine A.”

“Ben de Ahmet” diye cevap verdim.

* * *

Pencereden dışarıyı izlerken dayımın yaklaştığını gördüm ve bir koşu aşağı indim.

“Affedersin geciktim” dedi mahcup bir ifadeyle.

“Sonuçta burası senin ve ne zaman istersen gelebilirsin. Ama bu kadar gecikeceğini haber verseydin” dedim sitemle. Gecenin onu olmuştu ve daha yeni geliyordu. “Bütün gün haber almayınca endişelendim.”

“Haklısın sana bir telefon ayarlamamız gerekiyor. Bütün gün kafa dinledim sonra bizim Mehmet’e uğrayıp iki tek attım” dedi kahve makinesini su doldururken. “Nasıl geçti günün?”

“Bana da iyi geldi” dedim mutfak kapısına yaslanarak. “Gelen giden de pek olmadı.”

“İşler kesattı o zaman” dedi dayım bana bakıp sırıtarak. “Zaten genelde öyle olur ve bu çok da önemli değil.”

“O zaman ben biraz hava alayım olur mu?”

“Tamam ama çok gecikme.”

Ilık yaz havası yüzümü okşarken ben de sevgili dostum Ağaçsakal’ın yanından geçerken elimi gövdesine şöyle bir sürüp yola devam ettim. Buralar benim geldiğim Kızılay’a bazı açılardan benziyor ama bazı açılardan tamamen farklıydı. Her şeyden önce sokaklar ya da yollar daracık değildi ve tüm yapılar mimari bir özene sahipti. Hem bildik hem yabancı bir yerdeymiş gibi hissetmek henüz alışamadığım bir durumdu. Ama ne olursa olsun keyifli geldiği kesindi. Esat tarafına doğru yürürken ara sokaklardan özellikle geçiyor ve benzerlikler bulmaya çalışıyordum. Issız Ankara sokakları bana her zaman huzur verir diye düşünürken bir yan sokaktan gelen çığlık sesiyle yerimde dona kaldım. Ancak hemen o tarafa koşmaya başladım ve sokak lambası sönük sokağa girdiğimde ileride belli belirsiz birkaç siluetin bir şeyin üzerine eğilmiş olduklarını gördüm.

“Defolun buradan!” diye gelen sesi bir tekme ve boğuk bir inilti takip etti.

Tam yanından geçtiğim çöp konteynırından uzanan, ucu boş Vileda (burada da adı bu mu emin değilim) sopasını aldım.

“Geri çekilin yoksa hepiniz ananızın sizi doğurmamış olmasını dilersiniz” diye seslendim.

“Vay be ne cümle ama!” diye cevap geldi. “Film mi çeviriyoruz lan burada?”

Üç kişi bana doğru gelirken pozisyon almış sakin bir şekilde yaklaşmalarını bekliyordum. En öndekinin elindeki bıçaktan apartmanlardan birisinden gelen ışık yansıdı. Serseriler önümde durmak için yavaşladıklarında bu defa ben harekete geçtim ve çok kısa bir sürede her üçü de yerde kıvranırken ileride sessizce inleyen şeklin yanına koştum ve yüzü kanlar içinde kalmış palyaçoyu kucakladığım gibi hızla yola koyuldum.

Ve böylece Emine A. da hiç beklemediğimiz şekilde hayatımıza girmiş oldu.

Naci Kürşat Hürmüzlü

1984 Ankara doğumluyum ve iyi ki doğduğum şehirde yaşıyorum. Biraz klişe olacak ama okumaya ve yazmaya bayılıyorum. Bir yandan özel sektörde çalışırken bir yandan da seslendirme (öykü, şiir, reklam vs.) konusunda kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Tüm duygular güzel ama en çok Melankoli'ye bayılıyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *