Ölesiye korktum açık kapıyı görünce. Yıllardır büyük bir özenle sakladığım anahtar kaybolduğundan beri bekliyordum zaten bu anı. Yine de somut bir nesne gibi yüzüme çarpan gerçek karşısında sendelemekten alamadım kendimi. Kaybetmiştim anahtarını ve kapalı durması gereken, içimde felaketimi barındıran o kapı, açılması beni mahvedecek olan o kapı; şimdi önümde ardına kadar açık duruyordu. Tanrım… İçimdeki büyük ürpertiyi taşıyarak, ihtiyatlı adımlarla ilerlemeye başladım çakıl taşlı yolda. Etrafıma belki birini görürüm umuduyla bakındım. Yardım edebilecek herhangi biri. Her zaman olduğu gibi, olması gerektiği gibi ıssızdı çevrem. Başımı kaldırdım. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Ne olmuştu bu havaya böyle? Tam o sırada çakan bir şimşekle aydınlandı gökyüzüm. Sert rüzgârın yüzümde kırbaç gibi şaklattığı saçlarımı önümden çekip elimle sabitledim. Kötü bir şakaya gülüyormuşçasına açık duran kapını mavi kulpuna uzattım elimi. Bir kez daha arkamdaki ıssız yola baktım ve içeri ilk adımımı attım.
Yerinden çıkmış bir perde açık pencerenin önünde uçuşuyordu. Kim dağıtmıştı burayı bu kadar? Talan edilmiş odaya bakarken attığım adımla çıkan hışırdama sesi gözlerimi yere çevirmeme neden oldu. Ezdiğim kâğıtların üstünden sıçrayarak geri çekildim. Elime aldığım şeylerin defterimden kopmuş olduğunu fark edince ikinci bir şok yaşadım. Tüm bunları yapan kişi ya da şey, yazılarımı da mı okumuştu yani? Okumuş ve paramparça etmiş? Üst kattan gelen gıcırdama sesiyle merdivenlere yöneldim. Bir şey aceleyle hareket ediyordu sanki. Girdiğimi görmüş müydü? Basamakları ikişer ikişer atlayarak çıktım. Bir an gördüğüm manzarayı algılayamadım. Sanki dünya aniden frene basmış, zaman yavaşlamış gibiydi.
Alt katın benzeri bir dağınıklık, yıkılmışlık, duvar kâğıtlarında açılmış yırtıklar, tamamen siyahla kaplanmış camlar ve odanın açık tek penceresinde; bir ayağı dışarıda, atlamaya hazırlanan bir çocuk. Tam son basamağa adımımı attığım anda bana dönmüş; bir eli pencere pervazında, diğer elinde günlerdir aradığım anahtarı mavi zinciri, yaptıklarından özür dilercesine hüzünle gülümsemiş ve tek bir hamleyle kendini boşluğa bırakmıştı. Zaman normal akışına döndü. Anahtarımı çalan kişi olmasına rağmen, pencereye koşarken boğazımdan ufak bir çığlığın yükselmesini engelleyemedim. Boş arazide, sanki az önce altı metre yükseklikten atlayan o değilmiş gibi, elindeki zinciri sallayarak ilerlerken son bir kez arkasını döndü. Göz göze gelince kim olduğunu anladım. Nasıl da tanıyamamıştım? Saçlarım pencereden gelen rüzgârla havalandı. Gidişini izlerken ince hırkama sıkıca sarındım. Aynı anlattıkları gibi olmuştu. “Çalmış ve gitmiş…” Düşen yıldırımla uzaklarda bir yerde bir ağaç alev aldı. Zihnimde bin bir tur atan tüm o karmaşık düşüncelerin arasından kimin yazdığı belirsiz, nerede okuduğumu hatırlayamadığım eski bir şiirin iki mısrası geçti hızla:
” Hiç kimse hazır değildir kalbinin kapısını açmaya
Ve herkese koyar o lanet yenilmişlik duygusu.”
Kısa ama etkileyici bir hikayeydi. “Besteci” isimli hikayenizdeki akıcı ve güzel üslubunuzu bu öykünüze de sürdürdüğünüzü görmek beni mutlu etti. Daha nice öykülerinizi okumak dileğiyle…