ALFA M.Ö 1100
Gece yarısı yeni çökmüşken, hiç bir ışık asılı kalmamıştı dünyanın üzerinde. Ayın yalnızlığı dahi sarmamıştı gökyüzünü, ışıksız bir geceyle başa çıkıyordu insanoğlu. Köylerde ateş yakanlar vardı, ışığı hatırlayabilmek için, ancak içinde bulundukları gecenin getireceği karanlık daha büyüktü. Sessizlik sarmaladığında bütün kulakları, kulaklar daha önce duymadıkları şeyleri algılarlardı. Sessizlik kötü karşılanırdı her çağda çünkü belirsizliği taşırdı varlığının bütün doruklarında.
Fırtına sessizliğin en yoğun olduğu noktaya ulaşırdı ilk önce. Savaşlar ise barışın, yücelerle eş tutulduğu düşüncelerde başlarlardı. Düşüncelerin getirdiğini, getirmezdi savaşlar; savaşların ardından düşüncelerden arda kalanlar ulaşırdı gerçekliğin döngüsüne. Yeryüzü karanlığa yuva olurdu, gece her geldiğinde. Geceler geldiğinde, öyküler anlatılırdı çağlardan beli, dilden dile, kulaktan kulağa. Öyküler bu defa karanlığın, ölümle yaşam arasında kaldığı bir yerde başlayacaktı, Sangarios nehrinin kıyılarında
Sangarios nehri, Kuzey Batı Anadolu’nun en uzun nehriydi. Çevresinde bir çok uygarlık kurulmuştu, zamanla bir çok göç almıştı bu bölge; göçleri, yeni göçler izlemişti. Göçlerin ardından bazen istilacı kavimler, bölgeye yerleşmişlerdi. Zamanın boyutlarında, Sangarios nehrinin kenarlarına yerleşmek için birbirleriyle savaşmıştı insanlar, savaşlar kazanılmıştı. Kazananlar da kaybetmişti savaşları çağlar boyunca, gidenlerin yerini hep yerlerine gelenler almışlardı. Nehir bir çok bölgenin merkezindeydi.
Sangarios nehri, bir su kaynağı olduğu için yerleşim yerleri, nehrin yakınına kurulmuştu. Nehrin güzelliği cazip gelse de, kötü bir nesneyi de manzarasında bulundururdu. Nehrin yakınlarında Kawana adlı küçük bir dağ bulunurdu. Dağ bütün hikayelerde, insanları ve tanrıların diliyle lanetlenmişti. Köylüler farelerin yaşadığı söylerlerdi dağda, insanlar dağa gitmekten çekinirlerdi çünkü dağa giden çobanların sürülerinden bazı hayvanlar, bir daha geri dönmezlerdi. Hatta sürüleriyle birlikte kaybolan çobanların hikayeleri anlatılırdı, köylerde. Nehrin batısında yaşayan Etrüskler, dağ ile ilgili anlatılan hikayelere inanmazlardı, ancak İç Anadolu’ya yakın yaşayan Hattiler, hikayelerin kaynağını bildikleri için Kawana dağından uzak dururlardı.
Nehrin yakınlarında kurulmuş birkaç şehir vardı, bu şehirler Hitit imparatorluğunun şehir devletleriydi. Hititlerde merkezi yönetim her zaman güçlü değildi, şehir devletlerinin gücü ile devletin gücü oluşmuştu. Sangarios nehrinin yakınlarındaki Hitit şehirlerinin adları, sırasıyla: Akwa, Kalassa ve Şeb’di. Şeb bölgede bulunan en güçlü şehir devletiydi, Akwa ve Kalassa’nın Şeb’e göre nüfusları daha azdı. İki şehrin askeri güçlerinin toplamı, Şeb ile eşit bile değildi. Üstelik Şeb şehrinin ticaret ağı diğer iki şehre göre daha genişti, Adalar Denizine kadar ulaşıyordu şehrin ticaret ağı. Şeb şehrinin arası Fenikeli tüccarlarla da bu sebeple iyiydi. Şeb böylece güçlü bir Hitit şehri olarak, başkent Hattuşili ile yarışıyordu.
KAWANA DAĞI
Gecenin yuvasında on dört atlı, güçlü nal sesleri ile hedefledikleri menzile yaklaşıyorlardı. Atlıların nereden geldiği bilinmiyordu ancak nereye gittikleri görülebiliyordu; nal seslerini duyan köylüler irkiliyordu. Atlılar bazen köylerde mola veriyorlardı, atların kişnemesini duyunca köylüler evlere kaçışıyordu. Siyah giyinen on dört atlı, Sangarios Nehrine doğru, geceye yaraşır bir şekilde karanlığı geçip gidiyorlardı,
Sangarios nehrinin, üç geçidi vardı ; atlılar geçitlerden Kawana dağına doğru olanı tercih ettiler. Kawana dağına yakın olan geçidin adı, tyros köprüsüydi. Derme çatma bir köprüydü Tyros, köylüler tarafından yapılmıştı. Geçitten geçtikleri an hedeflerine, çok yaklaşmış olacaklardı. Gerekli mesafeyi ve zamanı çoktan kazanmışlardı, gece bitmeden dağa ulaşmak istedikleri, kararlılıklarından ve atlarının hızlarından belliydi. Dağın gölgesinden korkmadıkları ise, heyecanla duraksamadan at sürmelerinde görülebiliyordu, çok az dinlenerek ilerliyorlardı.
Atlılar bir kaç saatin ardından dağın gölgesini gördüler, biraz daha at sürseler dağa ulaşacaklardı. Gece karanlıktı ancak dağın konumuna yaklaşıkta yıldızlar alanı görülebilir kılıyordu. Atlı adamlardan birinin atı beyazdı, diğer atlara göre hızlı bir attı. Adam en ön safta at sürüyordu, bir hayale koşar gibi istekle tutuyordu atının dizginleri. Bir büyük yıldızı izliyordu gözleri, yıldızın yansıttığı ışık arttıkça hedefine yaklaştığını fark ediyordu.
Yolculuklarının başından beri geçirdikleri zamanın, yüzde birini daha geçirdiler. Yüz basamaklı bir merdivenin, son basamağını da kat ettiler. Dağın kendisi görünüyordu bir süre sonra, atlıların gözlerinde. Bir adam bağırdı, atın üstünde karanlığın içinde.
-Dağın yanındaki ağaçlara atlarımızı bağladıktan sonra, size her şeyi anlatacağım.
Beyaz atın sahibiydi bu adam, atının dizginlerini tutuşuyla lider olduğu anlaşılıyordu. O beyaz atlıydı, diğerleri siyah. Beyaz atıyla geceyi, an ve an yarıyordu. Atlı adamların siyah pelerinleri, karşılarından esen rüzgarla dalgalanıyordu.
Dağın yanındaki ağaçlara ulaşmışlardı, önce atlarını bağladılar. Ardından bir ateş yaktılar, acıkmışlardı yolculuğun başından beri molayı az verdikleri için. Bir ateş yaktılar, ön dört adam ateşin etrafında çember şeklinde toplandılar. İçlerinden birinin adı siyahiydi, ilk soruyu o sordu.
-Buraya neden geldik, efendi Shalom
Shalom :
-Denizleri birlikte geçtik değil mi? Denizlerdeki süreler boyunca anlatılan bir efsane ilgimi çekmişti. Anlatılanlar rüyalarıma girdi daha sonra, uzun yıllar da bu rüyaların etkisinden kurtulamadım.
Siyahi:
-Ne ile ilgili bu efsane? efendi Shalom
Shalom :
-Hattilerin ürkerek anlattığı bir efsane, tanrıların olduğu çağlarda; asla çaresi bulunmayan bir hastalığı yayan bir tanrı varmış. Bu tanrının adı Şulinkatteymiş. Şulinkatte insanlara bir hastalık musallat edermiş. Kendisine inanmalarını ve buyruklarını yerine getirmelerini istermiş, buyruklarını yerine getirenleri ve içlerinden sadık gördüklerini ise hastalıktan kurtararak ödüllendirmiş. Şulinkatte hem hastalığı yayarmış, hem de iyileştirebilirmiş. Uzun yıllar insanlar bu yüzden ona tapmışlar.
Atlılardan bir diğeri :
-Ne tür bir hastalık bu?
Shalom
-Aslında defalarca adını duyduğu hastalık, zamanın başlangıcından beri tanrıların bir laneti olarak görülür. Tanrıların lanetinin yaygın kullanılan adı “Veba”…
Ateşin başında oturan herkes irkildi, veba denildiğinde ölümden korkmayanlar bile onun yüzünü hissederlerdi. Hiç kimsenin kurtulamadığı bir hastalıktı Veba, aynı zamanda bulaşıcıydı. Hattiler vebanın kaynağını Şulinkatte olarak görmüşlerdi, hikayelerinin başından beri. Veba taşıyan insanlar şehirlere sokulmazdı, şehirlerden ve insanlardan uzakta eski yerleşim bölgelerinde karantina altından tutulurlardı. Ölmeyi beklerlerdi, dinmeyen acılar çekerek, üstelik yaşamayı umut bile edemezlerdi. Hikayelerini kaybedelerdi, umutlarını kaybederlerdi; ölmekten daha beterdi, vebaya mazur kalmak. Ölüm bir anda gelirdi, veba ise günler içinde gelecek ölümü an ve an izlemekti.
Siyahi
-Efendi Shalom, bizim burada ne işimiz var, veba ile ne alakası var; Kawana dağına neden gelişimizin?
Shalom
“Efsaneye göre, Şulinkatte’ye karşı direnen kavimler oldu zamanın gerisinde, bazı zamanlarda veba tanrısının kendi hizmetkarları bile yarattığı yıkım yüzünden ona sırt döndüler. Üç yüzyıl önce savaşlar sonunda Şulinkatte insanlar tarafından yakalandı. Zincirlere bağlandı, kafeslere atıldı. Ne yaparlarsa yapsınlar insanlar, onu öldüremediler. Tanrının vücudu her seferinde yenileniyordu, kesikleri bir insandan bin kat hızlı bir şekilde iyileşiyordu. Üstelik kanı yoktu, kanı akmıyordu. Şulinkatte onu öldürmeyi deneyen herkese de ona dokundukları için veba bulaştırdı.
Sonunda krallardan biri Şulinkatte’yi yerin derinliklerine gömmeyi düşündü. Adamlarına emir verdi, kralın emrini yerine getirmeyi deneyen herkese veba bulaştı. Şulinkatte onları iyileştirme vadinde bulundu ve onlar krallarına rağmen Şulinkatte’yi serbest bıraktılar. Şulinkatte onları ödüllendirdi, kurtuldular ancak kralları ihanetlerini affetmedi ve cezalandırıldılar. İnsanlar veba karşısında o kadar çaresiz kaldılar ki, kendi canlarını diğer hatti tanrılarına kurban olarak sundular. Efsaneye göre günlerden bir gün, savaş tanrısı Wurunkatte gökyüzünden yere indi. Hizmetkarlarıyla bütün veba taşıyanları bir gecede öldürdü, Şulinkatte’yi altından iplerle bağladı.
Wurunkatte insanlara sonsuz ateşten bir havuz yapmalarını emretti, sonsuz ateşin bedeli eski metinlere göre kurban edilmiş insanların kanlarıydı. Büyücüler insanları toplayarak kanlarını eski bir su yatağındaki çukura akıttılar. Sonsuz ateş için onlarca insan kurban edildi, ardından Şulinkatte kanın içine atıldı ve kan büyüsü yapıldı. Kan büyüsünün ardından, kan havuzunun yerini ateşten bir havuz aldı. Ateş havuzu sayesinde Şulinkatte vebayı dışarıya taşıyamayacaktı, bedeni dışında her şey ateşte yanacaktı. Yanacaktı Şulinkatte, sonsuza kadar. İnleyecekti acılarından, insanlara yaptığı zulmün bedelini yanarak ödeyecekti. Ateşe damlatılan bir insan kanı ancak bozabiliyordu büyüyü, ateş havuzunun yaratılması yerli değildi bu yüzden.
Kafesin gizlenmesi ve korunması gerekiyordu. Wurunkatte Fırtına Tanrısı ve tanrıların başı olan Taru’dan yardım diledi. Yağmurlu bir gecede dileği yerine geldi, Taru kafesin üstüne bir dağ koydu, dağın yerini insanlara unutturdu. Wurunkatte dağında yeterli olmadığını düşünüyordu, en sadık hizmetkarı. Duselyo’yu kafesin bekçisi olarak sonsuza kadar görevlendirdi, Duselyo yarı ölümsüz bir savaşçıydı, yarı da insandı ancak hastalıklardan ve yaşlılıktan etkilenmezdi, uyumaya ve yemeye de ihtiyacı yoktu. Kanı da saf insan kanı olmadığı için havuz için bir tehlike oluşturmuyordu. Duselyo uzun boyluydu ve iri yapılıydı, kasları bütün insanların kaslarından daha güçlüydü. Duselyo aynı zamanda Wurunkatte’nin oğluydu.
Wurunkatte ayrıca dağın her mağarasına büyülü tuzaklar yerleştirdi, girenin kafese kadar ulaşmaması gerekiyordu. Kafese biri ulaşırsa, Wurunkatte Duselyo’nun onun üstesinden gelebileceğini düşünüyordu. İşte anlatılanlarla eşleştirilebildiğim tek dağ Kanawa dağı, buraya Şulinkatte’yi bulmak için geldik.”
Siyahların içinde bir de büyücü vardı, Corinthli Theodaris; Shalom dağ hakkındaki gerçeği ve amacını bir tek Theodaris’e anlatmıştı. Theodaris dünyadaki en kara büyücülerden biriydi, yolculuk için gerekendi.
Corinthli Theodaris
-Yıldızların söylediğine göre, yakında bilinen dünyada bir veba salgını olacak, Şulinkatte ile anlaşmayı deneyeceğiz. Vebalıları iyileştirme gücü var, onu serbest bırakmak koşuluyla ondan yaklaşan salgını durdurmasını isteyeceğiz.
Büyücü yıldız falına bakmıştı, çeşitli hayvan kemiklerini ateşe atıyorlardı, büyücüler yıldız falı bakarken. Hayvan kemiklerinden hepsi ateşte yanmıştı, bir tek fare kemiği ateşe rağmen tutuşmamıştı. Yıldızlar vebanın geldiğini söylüyorlardı.
Shalom
-Güneş yaklaştı, bir kaç saatimiz var. Güneş gelmeden Şulinkattenin havuzunu bulmalıyız. Üç ekibe bölüneceğiz, beş beş dört şeklinde.
-Havuzu ilk bulanlar diğerlerini yardıma çağıracak, Duselyo’ya görünmeden hızlıca dağdan çıkacaklar. Tamamı onayladı,
Shalom’a göre kendi gücü, savaş tanrısının oğlunu yalnız başına yenmeye yeterliydi. Adamları uzun yıllardır onun yanındaydılar, büyücü dışında. Shalom büyücüyü gözlerinin önünden ayırmıyordu herhangi bir yanlış hareketinde, onu öldürecekti.
PENÇELİ EL
Dağın üzerinde ilk görülen, içeri doğru inen bir koridor olduğuydu. Koridorun girişi bir mağarayla örtülmüştü, ellerindeki meşaleleri yaktılar. Tek bir sıra halinde koridoru takip etmeye başladılar, Shalom beş kişinin tam ortasında durmuştu. Ölüm arkadan gelirse ona uğramayacaktı, ölüm önden gelirse; yine o kurtulacaktı. Ölüm yanlardan gelirse de Shalom’un herkesle eşit derece de şansa sahip olacaktı. Diğer iki gruptakiler ise görünen giriş dışındaki yolları kontrol edeceklerdi.
Koridorun sonunda bir insan genişliğinde bir oyuk göze çarpıyordu. Sıranın en başındaki adam meşalesini arkasındakine bırakıp oyuktan geçmek için dizlerinin üstüne eğildi. Shalom’un gözleri kayalara takıldı, kayaların üstünde bir kaç sembol vardı. Hatti çivi yazısı okumayı biliyordu. Duvarda yazanı okudu,
“Bedel ödenirse, görünmezler görünür olur.”
Dizlerinin üstünde emekleyen adam, oyuğa yaklaşmıştı ki. Bir sarsıntı hissetmeye başladılar ve kayalar sarsıntıyla birlikte çatlamaya başladı.
Shalom
-Koşun, çıkışa çökecek…
Dizlerinin üstünde eğilen adam oyuktan çıkmaya çalıştı, ancak çok geçti kayalar tek tek onun üstüne düşmeye başladı. Diğerleri geldikleri yöne doğru koşarken, adamın çığlıklarını duyabiliyorlardı ancak yapabilecekleri herhangi bir şey yoktu.
Dışarı çıktıklarında biraz önce girdikleri koridor, kayalarla örtülmüştü. Karşılaştıkları giriş bir aldatmacaydı, bir kurban vermişlerdi. Dışarı çıktıklarında ise dağın doğu yakasındaki mağaraları tek tek kontrol etmeyi kararlaştırdılar.
Shalom
-Yoğun sıcaklık hissettiğimiz mağaraları iyice kontrol etmeliyiz
Doğu yakasındaki mağaraları bölünen iki gruptan bir tanesi kontrol etmiş olmalıydı. Shalom bu gruplardan bir tanesini mağaralardan birinin içinde bulmayı ümit ediyordu. Üç parçaya bölünmelerinin bir olduğunu anlamıştı.
On beş dakikanın ardından, doğu yakasındaki mağaralara ulaştılar. Işık süzmesi barındıran bir giriş fark ettiler. Girişten aşağı tek tek indiler, karşılarında aydınlatılmış bir oda vardı. Odanın içinde yerde duran bir meşale, Theodaris meşaleyi yerden aldı. Korku dört adamın gözlerinden inançlarına doğru akarken, sessizlik yine takip etmişti onların ayak izlerini. Sessizlik birazdan gürültünün hükmüne teslim olacaktı.
-aaaaaaaaaaaaa, aaaaaah
Shalom
-Bir çığlık bu, koşun.
Sesin geldiği yere doğru koştular, bir alanın başlangıcıydı bu yer, yerden duvara yansıyan bir gölge vardı. Yerde bir insan bedeni olduğunu düşündü Shalom, önden giderek sesi duydukları yere yaklaştı. Gözleri alabildiğince büyük bir karanlık görüyordu, bulunduğu yerin genişliği hakkında düşünce bile üretemedi. Geldikleri odadan belki yüz kat kadar genişti bu alan.
Bir kaç adım attıktan sonra, yerde uzanan bir adam gördü. Yerden duvara yansıyan gölgenin sahibiydi bu adam, Shalom adamı ölü olup olmadığını kontrol edemedi bile. Kendi adamlarından Elestiydi, yerde uzanan. Shalom Eles’in yerde yatarken gölgesinin görülebilir olmasına anlam veremiyordu. Bulundukları yer gizemliydi.
Bir ses daha duydu ardından
-Yardım edin
Shalom sağa doğru çevirdi kafasını, elindeki meşaleyle sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Theodaris ise yerde yatan adamı, kontrol etti. Adamın üzeri kana bulanmıştı, boynundan bir yara alarak öldüğü ilk bakışta anlaşılıyordu. Theodaris yaraya eğildi, herhangi bir kesici alet tarafından yapılmış gibi görünmüyordu. İzler yırtıcı bir hayvan tarafından bırakılmış gibiydi.
Theodaris
-Kocaman pençeleri olan bir hayvan saldırmış, kendinizi kollayın.
Shalom ise sese doğru ilerlediğinden karanlıkta meşalesi görülebilir olmuştu. Theodaris meşaleye baktı.
Theodaris
-Shalomu takip edin, Shalom bekle!
Üç adam Shalom’un arkasından hızlı adımlarla yürümeye başladılar, bir kaç dakika sonra Shalom’un yanındalardı.
Bir çığlık daha duydular
-Aaaahh, yardım edin.
Shalom sesi tanımıştı, koşmaya başladı. Diğerleri de onu izledi, koşarken seslendi.
-Manifis …
Taştan bir duvarın altında yaralanan bir adam vardı, meşalenin yarattığı loşlukta kocaman bir gölge gözlere çarpıyordu. Gölge sanki elinde bir asa tutuyordu, asayı tuttuğu elinde ise pençeler vardı. Shalom durmadı, koşarken aldığı bir darbenin ardından savruldu. Kendisini zeminde bulduğunda, üstünü kontrol etti ve yaralanmamış olduğunu fark etti. Ayağa kalkmasıyla peşinden koşanların sesini işitmesi bir oldu.
Theodaris
-Gulyabani, toplu durmayın dağılın.
Gulyabani Shalom’u ve diğerlerini tuzağa düşürmek için, Manifisin sesini kullanmıştı. Gulyabaniler zeki varlıklardı, en az iki insan kadar zeki olduklarını söylerdi eski masallar. Ayakta durmuş bir kurdu andıran, kıllarla kaplı yüzü olurdu bir gulyabaninin, elinde de kocaman bir asa bulunurdu. Ellerinde de yırtıcı kuşlar da olduğu gibi, çok ağır nesneleri bir anda savurabilecek güçte olan, pençeler olurdu. Üç insan boyunda olurdu anlatılanlara göre gulyabaniler, geceleri keserlerdi insanların yolunu. Wurunkatte’nin yarattığı tuzaklardan biriydi gulyabani, mağaralarda hiç gezinmezlerdi normalde.
Shalom yerden kalktı, kılıcını çıkarıp karanlıkta sallamaya başladı. Kılıcı bir şeye bir kaç kere değdi, ancak kılıcının bir şeyi kestiğini hissetmedi. Bir kaç dakikadan sonra sağ bacağında bir acı hissetti, acıyla birlikte yere kapaklandı. Yerde sürükleniyordu, Gulyabani’nin pençesi bacağına saplanmıştı, kılıcına sımsıkı sarıldı. Bu sırada önündeki gölgeye yaklaşan meşale ışıkları fark etti. Çevresi aydınlanıyordu, gulyabani birden Shalom’u yere bıraktı. Shalom ayağa kalktı, ayağa kalkar kalkmaz Theodaris’in ona baktığını fark etti.
Shalom
-Manifis
Theodaris
-Ölmüş.
Shalom
– Theodaris meşaleni bana ver. Dört kişi bir gulyabaniyle baş edemez. Çevreye bakın bu genişlikten bir dışarı bir çıkış olmalı. Çevreye baktılar, Shalom’un ilk baktığı nokta Manifis’in cesedinin yanıydı. Bir adam alanın başında düşmüştü, diğeri de sonunda düşmüş olmalıydı. Sağ kalan diğer iki kişi de bir geçitten başka bir yere geçmiş olmalılardı. Shalom haklıydı, geçidi bulması çok uzun sürmedi. Geçit çok dardı, aşağıya doğru da alçalıyordu. Geçit muhtemelen, yerin derinliklerine giden bir oyuktu.
Shalom meşaleyi sallayarak.
-Buldum dedi.
Shalom kendi sesinin ardından bir adamın çığlığını daha duydu. Üç adamda iki meşale vardı, ancak karanlığın içinde tek bir meşale ona doğru yaklaşıyordu. Meşalelerden biri karanlığa yenik düşmüştü, onu tutan adam gibi. Bir kaç dakika sonra, yüzleri korkudan gerilmiş iki adam Shalom tarafından açıkça görebiliyordu. Shalom onların yaklaşmasını bekledi, geçidi gördüklerini anladığı anda geçide girdi.
ALKARISI
Geçit, yeraltına inen bir oyuktu. Oyuktan kayış hızıyla, geçidin açıldığı yolun sonunda, bir yere doğru fırladığını hissetti. Ardından bir zemine çarptı, giysileri ıslandı, elbiselerindeki ıslaklığın önce kan olduğunu düşündü. Zemine çarpmanın ardından kalan gücüyle doğruldu, üzerindeki ıslaklığın sebebi suydu. Çarptığı zemin ıslaktı bu yüzden kendi üzeri de ıslanmıştı.
Ayağa kalkar kalkmaz gözleriyle etrafı taradı, arkasında yürüyen iki gölge fark etti. Bulunduğu yer karanlık değildi, görünürlüğün tonlarına alacakaranlık hakimdi.
Shalom
-Theodaris…
Ardından istediği cevabı aldı,
-Burdayız Shalom.
Bir kaç dakika sonra bir araya geldiler. Üç kişi kalmışlardı, Shalom dağın diğer yakasına giden beş kişilik grubun akıbetinin kendilerininkinden farklı olmadığına inanıyordu. Üç kişilerdi, kimse onlara yardım etmeye gelmeyecekti. Gecenin sonunda kimin galip olacağına, bu üç adam karar verecekti. Tanrılar mı yoksa insanlar mı?
Üçü ileri doğru yürümeye başladılar. Korkuları artmıştı, ancak korkuları artmış olsa da sonun bir kurtuluş getirebileceğine dair inançları da artmıştı. Geri dönüşü olmayan yolculukların yegane kuralıydı bu, yolun sonu ya son olurdu yolculara ya da bir umut.
Shalom yalnız kalmaktan korksa da, yolun sonunda yalnız olacağını aklında biriktiriyordu. Cesur bir hamle yapıp diğerlerinden daha hızlı yürümeye başladı. Shalom bir eylemin lideriydi, eylemin getirdiği ölümlerin de yegane sebebiydi. Liderler en son ölürlerdi, çünkü liderler canlarını diğerlerinden daha önce verseler hareketin bir önemi kalmazdı.
Shalom diğerlerinden bir kaç adım öndeydi, adımlarını biraz daha hızlandırdı. Ölümün kokusunu gerisinde hissediyordu. Bir kaç dakikanın ardından, yerde ne olduğunu ilk anda belirleyemediği iki nesne gördü. Yaklaştıkça, dağın doğu yakasına giden ekibin tamamının akıbeti gözlerine yansıdı. Zihni büyük bir çeviklikle, karşılaştığı sonucu kabullendi. Yerde yüz üstü uzanan iki ceset vardı. Etraflarında oluşan kan havuzu, kısa bir süre önce öldüklerini gösteriyordu.
Shalom cesetlerden birini çevirdi, cesetlerin göğsüne doğru inerken bakışları irkildi, Shalom cesedi bıraktı ayağa kalktı. Theodaris Shalom’un yanından geçerek cesedi tekrar çevirdi. Ölen adamın kalbi göğsünden çıkarılmıştı, gözleri ve yüzü bembeyazdı. Theodaris ikinci cesedi de kontrol etti, durum aynıydı. Kalbi olmayan iki adet ceset vardı, kalpleri tek hamlede göğüslerinden sökülmüştü.
Theodaris cesetlerin ardından gözlerini etrafa çevirdi, buna sebep olan varlığı tanıyor gibiydi. Bir planı vardı, planını birazdan diğerlerine duyuracaktı.
Theodaris
-Shalom sen geldiğimiz yöne doğru git, siyahi sende olduğumuz yerde dur. Ben de ileriye doğru gideceğim, birbirimizi görebileceğimiz mesafede kalın, tek bir şansımız olacak.
İkisi de Theodarisin söylediklerini yerine getirdiler. Bir sıra oluşturdular, Theodaris siyahiye önünü dönmüştü. Siyahi de, Shaloma arkasını. Tekniğin sebebi açıktı, üçünden birine bir saldırı olduğunda, diğer ikisi rahatça saldırı altında olanı görebilecek ve yardım edebilecekti.
Theodaris
-Olduğunuz yerde kıpırdamadan durun.
Siyahi korkuyordu, korktuğu için elleri titriyordu. Theodaris beyaz giymiş bir kadın gördü, kadın çok hızlı hareket ediyordu. Theodaris kımıldamadı, yapması gerekenin farkındaydı. Kadın siyahinin önünde durdu, Siyahi kılıcını çıkardı, bir kaç hamle yaptı. Kadının hızlı hareketleri yüzünden kadına saplayamadı. Siyahinin korkusu iyice arttı, dudakları beyazlamaya başladı. Elleri kılıcı tutamayacak hale geldi, korku yüzünden. Beyaz giyen kadın, siyahinin önünde durdu. Elini Siyahi’nin göğsüne koydu, Siyahi kadına baktı, kadının gözleri bembeyazdı, teni de gördüğü her beyazdan daha beyazdı. Kalbinde yoğun çarpıntı hissetti. Çarpıntının şiddeti her saniye artıyordu, kalbi sanki göğsünden fırlıyordu.
Theodaris hamle yaptı, kadının sırtına doğru yaklaştı. Shalom da harekete geçip, Siyahi’ye yaklaştı, kadın Theodaris’e hızlı bir şekilde döndü ve onu geldiği yöne fırlattı. Elini tekrar siyahinin göğsüne koydu, Shalom tam kadına doğru hamle yapacaktı ki, bir patlama sesi duydu. Gördüğü görüntü nedeniyle, olduğu yerde durdu, kılıcını elinden düşürdü.
-Hıbıııı
Siyahinin göğsü dışarıya doğru açılmıştı. Bembeyaz kadın, kanlı bir kalbi ellerinde tutuyordu. Patlama sesi, siyahinin kırılan kemiklerinden gelmişti. Kalbi bir anda göğsünden dışarı çıkarılmıştı. Kadın ağzını açtı, kalbi üç lokmada yuttu. Kanlı ağzını sildi, Shalom’a yaklaştı.
Shalom’un elleri ve ayakları, buz kesmişti. Hareket etmek istiyordu ancak hareket edemiyordu, kadın Shalom’a doğru yaklaştı. Elini bu defa onun göğsüne koydu. Shalom çığlık atmak istiyordu ancak hiçbir yararı olmazdı bunun. Korkudan büyümüş gözleri ile kaderini izlemeye koyuldu, Göğsü sıkıştı, kalbi hızla çarpmaya başladı. Kalan son gücüyle gözlerini kapattı.
Bir kadın çığlığı duyana kadar, girdiği şok nedeniyle gözleri açılmadı. Çığlığın ardından, gözlerindeki büyü çözüldü. Karşısında duran Theodaris’ti, elinde kendi kılıcını tutuyordu. Shalom ayaklarını hissetmeye başladı, ayaklarının üstünde bir yük vardı. Başını aşağı çevirdi, gördüğü şey beyaz kadının bedeniydi.
Shalom
-Oooo daa ne, ne, di?
Dili hala açılmamıştı, ancak Theodaris onun ne demek istediğini anlamıştı.
Theodaris
-Alkarısı bu coğrafya da bilinen ismi. Rivayete göre, bir kadın uzun yıllar önce bir adamı çok sevmiş. Bu kadın hep beyaz giyinirmiş, günün birinde kadın hamile kalmış ancak belirli bir sebepten dolayı çocuğunu kaybetmiş. Sevdiği adam ise bunun üzerine onu bir suda boğmuş. Alkarısı intikamını bu yüzden, çocuklardan ve kalplerden alır. Ona göre yaşadığı bütün kötülüklerin sebebi, kalbidir. İnsanların kalbini yer bu yüzden, çocuğu öldüğü içinde çocukları kaçırır. Ayaklarının altında yatan ise, alkarısının bir başka türüydü, hıbılıktı.
Shalomun dili yeni çözülmüştü.
-Saaadec seeen ve ben kaldık, giddelim
İlk buldukları cesedin yönüne doğru ilerlediler, düz gittiler. Turuncu bir ışık parlıyordu, kocaman kayaların üstüne, ısı da attıkları her adımda artıyordu. Shalom sonunda Şulinkatte’nin ateş havuzuna yaklaştıklarını düşünüyordu.
Ateşten havuzun gözlerini kamaştırdığı ilk an, hem mutluluk hissetti ruhunda hem de acı, geldiği noktaya kadar çok badire atlatmıştı. En çetin olanı, sonuncusuydu, bir yarı tanrıya meydan okuyacaktı içinde tanrı olma isteği barındırarak. Hayallerini hatırladı, basamakları inerken ona güç veren düşünceleri zihninde topladı.
“Veba, benim krallığımın başlangıcındaki hazine, Şulinkatte ne olursa olsun; onu serbest bırakırsam bana boyun eğmek zorunda. Hatti tanrıları sözlerini hep tuttular, Şulinkatte de onu serbest bırakmamı istiyorsa, bir söz verecek kan yemini ile.”
-Buraya girmeye cüret eden de kim, ölümünüze mi susadınız
Shalom’un gördüğü kadarıyla, kendisinden birazcık uzun iri bir adam duruyordu karşısında. Yarı tanrı olduğuna inanmak güçtü, daha büyük boyutlarda bir şey bekliyordu. Wurunkatte’nin oğlu Duselyo, tanrılığı değil de insanlığı daha çok varlığında barındırıyordu. Hazırdı, davete gelmişti sıra:
-Ben Fenikeli Shalom, seni duelloya davet ediyorum Duselyo.
Duselyo kılıçını çıkardı, Shalom da kılıcını çıkarıp gardını aldı. İlk bir kaç hamlede, Duselyo’yu yenebileceğini anlamıştı. Direnmesi gerekiyordu, direnmesini sağlayacak tek şey ise inancıydı.
Saatler sonra
Uzun süredir, savaşıyordu. Rakibi çok güçlüydü, bulduğu tek çare onu havuza bir şekilde itmekti. Kılıç hamleleri ile geri çekiliyormuş gibi yaptı Shalom, ateş havuzunun kenarına geldi. Ayakları yanmaya başlamıştı, sırtı da aynı şekilde ısından dolayı yanıyordu. Acılara aldanmadı, ardından Duselyo’nun hamlesi geldi. Havuzun kenarında savaşmaya alıştırmalıydı onu, yanmaya rağmen bir kaç dakika daha direndi Shalom, ardından şeytani planını devreye sokmaya başladı.
Ateş havuzunun dibindeydi, tasarısına göre tek ayak üzerinde kalacaktı. Sağ olarak seçmişti, üstünde kalacağı ayağı, çünkü Duselyo en çok sola hamle yapıyordu. Tek ayağı üzerinde keskin bir dönüş yaparak Duselyonun arkasına geçecekti gerisi kolaydı.
Duselyo’nun en yakın olacağı anı bekledi, önce sağ’a doğru sol ayağını kaldırarak hamle yaptı. Kılıcını ardından indirdi ve sol eline aldı, Duselyo soldan hamle yapınca, düşecek gibi oldu ancak sağ ayağının üzerinde geriye döndü. Duselyo geriye dönmeye vakit bulamadan kılıcını sapladı, ardından bir tekme atarak onu ateş havuzuna yolladı.
Zaferinin ardından, yaralarını yokladı. Çok fazla yara almıştı ancak bu yaralar onu öldürmeye yetecek güçte değillerdi. Vücudunu kontrol etmesinin ardından, ateş havuzuna yöneldi. Ateşe seslendi,
Shalom
-Ey ölümlerin en kancığı, çaresizliğin savunucusu Şulinkatte, kurtulmak istiyorsan muhtaçsın damarlarımdaki kana, her kanın bir bedeli vardır. Bedeller ödemeye hazır değildir hep tanrılar, bedelleri insanlar öder, ancak sen ateşten kurtulmak istiyorsan bir bedel ödeyeceksin.
Şulinkatte’nin sesi, hem Shalom’un hem de Theodaris’in kulaklarında yankılandı.
-Ey ademoğlu, istediğin sözü veririm gücüm yettiğince, kurtar beni ateşlerden. Yüzyıllardır bekliyorum acı içinde, kanını dökersen havuza, büyü bozulur.
Duselyo yarı tanrı olduğu için onun kanı büyüyü bozmuyordu, ateşe sırtı kanayarak düşmüştü. Ateş havuzunun büyüsünün bozulması için saf insan kanı gerekliydi.
Shalom
-Ben Fenikeli tüccar Shalom, kanımın karşılığında senden yaşadığım hayat boyunca, bana hizmet etmeni istiyorum.
Şulinkatte
-Kabul ediyorum, ayın ve güneşin üzerine yemin ederim ki, Fenikeli tüccar Shalom.
Shalom kılıcıyla, sağ avucunda bir yarık açtı. Kanı damlatırken sözlerini mırıldandı.
Shalom
-Kanın bedeli olarak, Şulinkatte yaşadığım ömür boyunca beni koruyacak ve bana hizmet edecek!
Şulinkatte
-Kabul ediyorum
Ateş havuzu damlaların akışıyla beraber ortadan kayboldu, Shalom aşağıya bir ip uzattı. Şulinkatte altından yapılmış zincirlerini birkaç hamlede kırdı. İpi kendisine bağladı, şulinkatte bir insandan yaklaşık 1,5 kat uzundu. İnsan ve fare kılığına da girebiliyordu ancak insanken dev gibi görünüşü kötü karşılanabiliyordu. Şulinkatte yukarı ulaşır ulaşmaz, efendisini izleyen bir köle gibi Shalom’u süzdü.
Şulinkatte
-İlk emriniz nedir efendi Shalom?
Shalom
-Şu adamı öldür.
Theodaris
-Ne, dur ben senin için her şeyi tehlikeye attım.
Sulinkatte anında dev bir fareye dönüştü, bir hamlede Theodarisin kafasını kopardı. Adamın bedeni onu tutan hiçbir şey kalmamış gibi yere yığıldı.
Shalom
-Sardis’e gideceğiz birlikte, vebayı iyileştirme gücünü bana vereceksin. Sen de Sardis’te vebayı yayacaksın, insanlara acımadan ne kadar hızlı yayabiliyorsan yayacaksın. Veba bir tek bana bulaşmayacak, gücün sayesinde iyileştirmek istediğim kişiler anında iyilecek.
Şulinkatte
-Peki, emriniz buyruğumdur efendi Shalom, size bir söz verdim ama bütün bunların sebebi nedir?
Shalom
-Felaketi beraberlerinde getirir kurtarıcılar, insanlar bir tanrı olduğuma inanacaklar. Hastalananlar iyileştirme gücümü duyacaklar, benim buyruklarıma boyun eğecekler. Hastalanmayanlar, vebanın onların kapısını çalmasından korkacaklar ve yine bana boyun eğecekler. Ben senden sadece bir söz almadım Şulinkatte, tanrılığını da bir insan ömrü boyunca aldım. Hem sen serbest kaldın, hem ben tanrılığı oynayacağım: ölümümden sonra da dünyanın hali kimin uğrunda. Krallığıma kavuşuncaya kadar, vebayı yayacaksın. Krallığıma kavuştuğumda da, bütün insanları tek tek iyileştireceğiz. Kabul mü?
Şulinkatte gülümsedi
-Kabul,
ALTI AY SONRA-ŞEB ŞEHRİ
Kral Urmarath, odasında korkuları ile boğuşuyordu. Yine uykusundan kan ter içinde uyanmıştı, aylardır rüyalarında yatağını fareler sarıyordu. Tahtını yiyen farelerle savaşıyordu rüyalarında, günlerdir rüyalarının anlamını sorguluyordu. Sebebi elbette başlayan veba salgını olabilirdi, rüyalarıyla tanrılar arasında bir bağlantı kurmayı deniyordu. Tanrılar farelere karşı dikkatli olmasını mı söylüyorlardı, fareler de vebayı mı simgeliyordu. Kahinlerine defalarca danışmıştı, kahinlerde başlayan salgının Şeb şehrine yayılma ihtimalinin olacağından söz ediyorlardı. Urmarath’ın rüyalarını bu sebebe bağlıyorlardı.
Veba Batı Anadolu’da ve Adalar Denizi’nin sahil kentlerinde iyice yayılmıştı. Söylentilere göre, veba salgını Sardis’te başlamıştı. Sangarios nehrini henüz aşmamıştı, Hitit şehir devletleri vebalıları yerleşim alanlarının dışında ıslah ediyorlardı. Veba bölgeleri, siyaha boyanıyordu. Hekimler hava almayan, başı kedi biçimli kostümler giyiyorlardı. Veba onlara bulaşmasa da, bu asla bulaşmayacağı anlamına gelmiyordu. Şeb bütün bunlardan altı aylık bir sürece uzak kalmıştı, ancak şehir her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıydı.
O gün bir mektup gelmişti, mektup Kral Urmarath’ı sarsmıştı. Mektup Sardis Kralı Akemen’dendi, mektubu defalarca okumuştu. Sesli okuyarak, mektubun ardından gelecekleri düşünmeye koyulmuştu.
Mektup
“Şeb Kralı Urmarath’a
Kadim Dostum, veba Sardis’in dört tarafını sardı, geçen ay bana da bulaştı. Geçtiğimiz günlerde bir adam Sardis’e geldi. Gittiği yerlerde vebalıları iyileştirebiliyormuş, ancak kendisine biat etmeleri koşuluyla. Bende adamı sınadım, beni iyileştirirsen krallığın anahtarını sana vereceğim dedim. Adam beni iyileştirdi, bende krallık yerine altın vaat ettim. Adam kabul etmedi, bir kaç gün içinde adamın kendisini, Yeryüzünün Tek Kralı Shalom diye andığını öğrendim. Bir kaç gün sonra, şehrimin yakınlarında bir askeri hareketlilik olduğunu habercilerim bildirdi. Shalom’u boğaz halkları takip ediyorlarmış, üstelik ona katılmak için binlerce insan veba bölgelerinden onun saflarına hücum ediyorlardı. Günler sonra şehri ateş hattında bulduk, hem veba şehre yayılmıştı. Hem de şehir kuşatma altındaydı, benim kellem karşılığı Sardis halkını bağışlamayı teklif etti. Hastalığa yakalananların sayısı artıkça, bu adama teslim edilmem yakın. Senden yardım diliyorum, bu adamın bir şeytan olduğuna eminim, yok edilmesi gerekiyor.”
Aynı gün vebalılar Sangarios nehrini geçmeye başlamıştılar. Urmarath vebaya yakalanan herkesin şehre girmeden öldürülmelerini emretti, insanların da şehirden çıkmalarını yasakladı. Şehir için köylerden erzak sağladı, bölgedeki bütün köyleri boşalttı. Diğer Hitit şehirlerine güvercinler gönderdi.
Üç gün sonra…
Güneyden haberciler ile bir mektup gönderilmişti, habercilere veba bulaştığı için şehrin girişinde mektubu teslim etmişlerdi. Mektup Sardis Kralından gelmiyordu.
Mektup
” Şeb Kralına
Yeryüzünün Yüce Kralı Shalomdan
Buyruğum altına girmeniz için, size iki gün veriyorum. İki gün içinde buyruğum altına girmezseniz önce veba kapılarınızdan içeri girecek. Yine boyun eğmezseniz, şehriniz ordularımın gücü altında ezilecekler.”
Armarath şehrin güvenliğini arttırdı, iki gün korkuyla bekledi. İkinci günün sonunda, vebanın şehirde yayıldığını hekimler dört bir yandan duyurdular. Şehre dışarıdan insan sokulmamıştı ancak kanalizasyondan farelerin şehre girebileceği hiç düşünülmemişti. Veba farelerden insanlara bulaşmıştı.
Mektuptan 7 Gün Sonra
Şehrin çanları çalıyordu, Kral Armarath surlara doğru hareket etti. Bir çok gruptan oluşan bir ordu, surlara doğru hareket ediyordu. Ordu bekleyişe geçti, surların etrafında kamp kurdu. Armarath neyi beklediklerini ön görebiliyordu, vebanın şehre iyice yayılmasını. Sardis Kralı bir gözdağıydı, kendisi için ancak kendisi Sardis Kralı değildi.
Aynı gün, Armarath midesinde kasılmalar hissetmeye başladı. Kasılmaların ardından hekimlere danışmak için saraya gitti. İlk muayene de, koltuk altında oluşan lekelerden krala vebanın bulaştığı anlaşıldı. Kral da elbet bulaşacağını biliyordu, ancak kral kimseye boyun eğip iyileşmeyi seçecek bir adam değildi. Ölecekti, her şekilde; ya ölümünü kendi seçecekti ya da düşmanının ellerine bırakacaktı.
Düşünceleri adım adım sonuca yaklaşırken, mide kasılmalarının sonucunda bir kaç defa kan kustu. Ölümün ona yaklaşmasına kısa bir süre kalmıştı, ancak ölmeden önce gerekeni yapacaktı. Şeb’e yakın olan diğer iki Hitit şehrine güvercinler gönderdi, planını aktardı. Şafakla birlikte uygulamaya geçirecekti, son planını…
Geceyi kasılmalar ile geçirdi. Midesi sık sık bulandı, sabah kalktığında önceki güne göre daha halsiz hissedeceğini biliyordu. Derisindeki lekelenmelerin artmaması tek dileğiydi. Gördüğü bir kaç rüyada, tahtını yiyen fareler artık yoktu. Tahtında kocaman bir fare oturuyordu, bir insanın bir buçuk kat uzunluğundaydı. Fare rüyaların birinde, ince esmer bir dev şeklini aldı.
Sabahın ilk ışıkları odasına girerken, pek fazla uyumadığı fark etti. Hatırladığı yegane şey kocaman bir fareydi, sonra onun insana dönüşen yüzü. Geceden verdiği emir nedeniyle binlerce askeri savaşa hazır hal almıştı. Verdiği emre diğer iki Hitit devleti de uymuştu. Üç büyük güçle, düşmana taarruz edecekti. Armarath Shalom’u öldürmeden, ölmeyecekti.
ŞAFAK
Gözcünün biri içinde Shalom’un uyuduğu çadırdan içeri bir hışımla girdi. Shalom’un kulakları en ince sesler bile işitirlerdi, adam içeri girer girmez Shalom yatakta dikildi.
-Ne var, ne oluyor?
Gözcü
-Hititler efendim, harekete geçiyorlar, yarım saate yakın zamanda toplanmazsak baskın yiyeceğiz.
Shalom
-Birlik liderlerini uyandır, ters hilal şeklinde bir hat oluşturacak bütün ordu.
Armarath
Yedi bine yakın asker toplanmıştı, Armarath atının üzerinde zar zor durabiliyordu. Savaş başlayınca bu durumun geçeceğine inanıyordu, atı son defa şahlanacaktı. Ölüm ona ulaşmak için, bir hastalığın kılığına girerken, o ölümü kılıçların çarpışmasında bulacaktı çünkü krallara sıcak yataklarda ölmek hiç de yakışmazdı. Midesine kramplar saplansa da veba yüzünden , iki dizinin üstü düşse de bedeni, bir kılıç darbesiyle yere düşene kadar, kılıcını savuracaktı.
Shalom’un ordusu, ters bir hilal şeklinde dizilmişti. Ters hilal tekniği, Hitit ordusunun çemberi altına girmemek içindi. Armarath düşman ordusunun ön saflarının vebalı insanlardan oluştuğunu gördü, bazılarının hastalığı çok ilerlemişti. Atlı akınını yavaşlatmak için ön safa koyulmuştular.
İkinci safta ise mızraklılar vardı. Mızrakları yeterince uzun değildi, mızraklıların arkasında ise beyaz giyen bir adam vardı. Armarath bu adamın Shalom olduğunu düşündü, haklıydı da. Hücum borusuyla Hitit orduları harekete geçtiler.
Shalom’un ordusu sayı olarak üstündü ancak, ordusunda bulunan herkes asker değildi. Hitit ordusunun bu avantajı üstünlük yarattı. Artmarath adamlarıyla safları yararak Shalom’a ulaşmaya çalışıyordu. Çok uzun sürmeyecekti, gözleri ile beyaz giyen adamı biraz uzaklıkta görebiliyordu.
Bir saat sonra
Vebanın etkisi iyice artmıştı, insanı zayıflatması günlerce süren veba. Hitit ordusunu on kat hızla etkiliyordu, Armarath bu işte bir iş olduğunu anlayabiliyordu. Önünde on beş, yirmi adam kalmıştı. Sonra Shalom’un safına ulaşabiliyordu. Armarath Hitit hücum borusunu tekrar çaldırdı, son güçleriyle saflara yüklendi Hititler. Armarath kısa bir süre sonra Shalom’un önündeydi.
İlk hamleyi Shalom yaptı ve kılıçların fırtınası başladı. Korkusuz bir adamla savaşmak Shalom’u gerçekten zorluyordu. Armarath’ın hareketleri senkronize’ydi, iyi bir savaşçı olduğu belli oluyordu. Shalom’un bütün atakları geri tepiyordu.
Shalom bir sahte dönüş ile Armarath’ın savunmasız olarak yakalamayı düşündü, ayağını sola atıp sağa dönecekti. Ayağını sağa atmıştı ki, sol üzerinde tam dönmeye başlarken göğsüne yediği bir kılıç darbesiyle yere yığıldı. Armarath Shalom’un belini izlemişti, ayaklar ne söylerse söylesin, bel doğruyu söylerdi.
Armarath
-Asıl hastalık sensin ve ben sana son vereceğim.
Shalom
-Şulinkatte emrediyorum kurtar beni, diyerek bağırdı.
Armarath bir sağından aldığı bir darbe ile sarsıldı. Ayağa tekrar kalktığında, adamlarının kaçıştığını gördü. Adamlarının karşısında, bir insan boyunun bir buçuk katı uzunluğunda kocaman bir fare vardı, rüyasında gördüğü fareydi bu, üstelik Şulinkatte ismini de daha önce duymuştu.
Gözleri gerçeğin içinde geziniyordu, rüyasında tahtında oturan fare Hatti Tanrısı Şulinkatte idi. Shalom Şulinkatte’ye emrediyorum diye seslenmişti, bir tanrıya bir insan emir verebilir miydi? Ne yapması gerektiğini tam olarak bilmeden, yere düşen kılıcını da aramadan, hançerini kınından çıkardı. Shalom’a doğru hızlıca yaklaştı, hançeri onun boğazına dayadı.
Armarath
– Durmasını emret,
Shalom
-Şulinkatte dur, beni öldürme Armarath kurtar beni, bende sizi her şeyden kurtarayım.
Kocaman fare olduğu yerde durdu, insan boyutuna geçti. Shalom kaç dakika içinde kan kaybının etkisi ile kendisini kaybetti.
Şulinkatte’nin sesini duydu sadece, konuşamıyordu. Emir bile veremiyordu.
-Onu öldürürsen Şeb Kralı Armarath, beni kölelikten kurtaracaksın. Söz rüzgarların eşliğinde saçmayacağım, veba taşıyan pireleri, hayvanlar da taşımayacaklar ellerimdeki ölümü. Onu öldürürsen, bütün vebalıları iyileştireceğim. Kanla verilen bir söz yüzünden ona bağlıyım. Onu öldür, bu topraklara da bir daha dönmeyeceğim, söz veriyorum.
Armarath
-Bana da kan yemini vereceksin,
Armarath sol avuç içini hançeriyle kesti, Şulinkatte yaklaşıp Armarath’ın elini tuttu.
Armarath kan yemininin ardından, yarı baygın olan Shalom’un boğazını kesti…
Üç gün içinde, Şulinkatte Veba’nın bulaştığı herkesi iyileştirdi, bir daha da onu o topraklarda gören olmadı. Kral Armarath da hayatının sonuna kadar iyi bir kral olarak anıldı.
Merhaba Çağıl. Öncelikle hoş geldin. Uzun bir öykü kaleme almışsın. Temayı da çok iyi yedirmişsin. Mitolojiyi çok güzel kullanmışsın. Girişi ve finali çok beğendim.Ancak yinede belirteyim finale erişme şeklin bence yanlıştı. İzninle öykünde beni rahatsız eden kısımları açıklayayım. Bunlar benim düşüncelerimdir. Kesin doğru olmamakla birlikte faydalı olduklarını düşünüyorum.
1- İlk iki paragrafta çok güzel betimlemeler vardı. Genel olarak bu kadar uzun betimleme öbekleriyle başlayan öyküleri sevmiyorum. Ancak öyküye girişi desteklediğinden senin öykünde hiç rahatsız etmedi.Tabi burası yazanın tercihine kalan bir kısım. 🙂
2- Ne yazık ki başta tattırdığın o güzel betimlemeler öykünün kalanında hiç yoktu. Bu da öyküye aşırı didaktik bir hal katmış. Baştaki iki paragrafla öyle güçlü bir beklenti yarattın ki bende, anlatım rutine geçince açıkçası öyküyü okuma isteği bile kalmadı içimde. diğer maddeler de bu kısma dahil.
3- Benim kanaatimce bu öykü çok daha kısa ve çok daha etkili olabilirdi. KAWANA DAĞI çok daha kısa tutulabilirdi mesela. PENÇELİ EL ve AL KARISI kısımlarını bence hiç kullanmasaydın daha iyiydi. Neden? Bana göre bunlar öyküye hizmet etmemekle birlikte okuyucuğu gereksiz olaylara eşlik etmek zorunda bırakıyor. Wurunkatte’nin tuzaklarını bu kadar derinlemesine anlatman gerekmezdi, çünkü bunlara başta anlatmıştın. Bu kısımlara bir iki paragrafla değinebilir, ölenleri burada anlatıp okuyucuyu yormayan bir şekilde bilgilendirebilirdin diye düşünüyorum. Fazla bilgi okuyucuyu yorar. Yada şöyle diyelim, bir anda verilen fazla bilgi, okuyanı hem yoruyor hem de sıkıyor. Bu da bizi 5. maddeye getiriyor. 🙂
5- Shalom’un askerlerine verdiği bilgi, mitolojik öykü, efsane bir anda o kadar çok bilgiye tuttun ki beni, bir öyküden ziyade, sanki düz bir yazı okuyormuşum havası verdi. Ve doğal olarak öykü ritmini ve temposunu kaybetti gözümde. Neden? Çünkü bu sırada bütün özeti verdin zaten. Yani Öyküyü okumak için bir sebebim kalmadı diyebilirim. Nasıl olabilirdi? Bu bilgileri karakterin ağzından değilde, yapılan yolculuk esnasında ara ara anlatıcı vasıtasıyla bize aktarabilirdin bence. Böylece öykü temposundan bir şey kaybetmeden okuyanı çaktırmadan bilgilendirmiş olurdun. 🙂
6. Dedim ya bu öykü daha kısa ve daha vurucu olabilirdi diye. Bence sen iki öykü anlatmışsın bize. ALTI AY SONRA-ŞEB ŞEHRİ bu kısma kadarki bir öykü, bu kısımdan sonraki tek bir öykü gibi aslında. Ben olsam diye örneklemek istemiyorum ancak, yukarıda saydığım maddelerin özeti niteliğinde şöyle yapardım. ALTI AY SONRA-ŞEB ŞEHRİ kısmından başlardım. Ve geçmişi aralara yedirerek etkileyici bir finale ulaşırdım.
SPOİLER-SPOİLER
Final demişken, Kan büyüsüyle yemin edilmiş bir anlaşmanın bu şekilde bitmesi bence olamamış. İhanetten ziyade, Shalom Armarath’ın kendi eliyle öldürülseydi sanki daha etkili olabilirdi. Tabi burada tercih giriyor devreye. Bu yüzden çok da sıkıntı etmedim. Özet olarak, iyi bir kalemin, iyi bir hayal gücün ve iyi bir kurgu mantığın var. Ama yukarıda saydıklarım bu güzel öyküye balta vurmuş sanki.
Umarım kırmamışımdır seni. Amacım seni köreltmek değil tam aksine teşvik etmek. Bu kadar detaya girmemin tek sebebi bu.Bence senden çok iyi öyküler çıkacak.
Diğer seçkilerde de görüşmek üzere 🙂
Sınır 5000 kelime olduğu için tema önemliydi teşekkür ederim eleştiri için , ilk olay öyküm bu olduğu için tekniğim bozuk olabilir, temayı başlangıcı ve finali iyi vermeye çalıştım kurguyu kısaltarak ilerlememeye çalıştım hatalı olduğum gayet doğru teşekkür ederim eleştiriler yol göstericim olacak