Birinci Bölüm: Uyku Perdeleri
“Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan.”
– Kuzgun, Edgar Allan Poe
Akşamüstünün huzur dolu masumiyeti, güneş ışıklarını pencereden parça parça hüzmeler halinde odanın ahşap kapısına yansıtırken ve güvercinlerin umut dolu şakımaları sahilden itibaren yükselirken Metin Bey, yatağına uzanmış, yaz sonu rüzgârının hatıralar dolusu hissiyatına kendisini kaptırmış; her bir eşyanın birçok anıların izlenimini oluşturduğu bu dört duvar arasındaki bekleyişte, bir ihtirasın kayboluşunu anımsıyordu. Beş yıl önce vefat eden eşi Nilgün’ün hatırası, bu hatıraları kendi bilinç akışında bir şahsiyete dönüştürüyordu. Ona öyle geliyordu ki, bütün bu yaz anıları, kuşların sahilden itibaren terennümleri, köşkün önündeki ılgın ağacının hoş ıtırı, bu güzel sahil kasabasını kendi tahayyülünde güçlü bir izlenimin esiri kılan o tutkun ihtiras; bu mekânın kendi rüyalarında, kadim yıllardan beri süregelen hatıralarında ve Nilgün’ün hissiyatında saklıydı. Hatıralarında; mehtaplı bir gece yarısında denizdeki dalgaların yükselişlerinin sahil kenarındaki kuş seslerine aksedişi esnasında, hemen karşısındaki ahşap kapının koluna dokunan, ona süzgün rüyaların ve geçmiş umutların bir rüzgâr gibi uzaklaşmasının izindeki yalnızlığın getirdiği hüznün acı tebessümüyle bakan Nilgün’ün çehresi, Metin’e, “Bu dünya henüz bitmedi, hayallerimiz bilinmezliğin akışında karşımıza okyanuslardaki ölgün dalgaların ötesinde görünecek olan kara parçası gibi karşımıza çıkacak, biraz daha umut et.” diyordu, bir düşüncenin artık uzakta kalmış anılarında.
Böyle düşüncelere dalarak gözlerini kapattı, kendisini pencereden süzülen ılık bir yaz sonu rüzgârının deniz kokusuna kaptırdı. Denizi, ölgün dalgalarının ötesindeki lodosları, girdaplara kapılan gemileri, eşkıya korsanları, denizaşırı memleketlerden esir düşmüş bir tutsağın kendisini esir eden kaptanda kendinin bir parçasını bulmasını, ıssız dalgalara kapılan tutkun bir gencin kimsesiz bir adaya düşmesini, bir balinanın dehşetine kapılan okyanuslar ötesindeki denizcileri, büyük umutlarla denize açılan ve kendilerinden bir daha haber alınamayan yolcuları, dalgaların dehşetengiz kuytuluğunda yerle yeksan olan medeniyetlerin hiçbir hatırası kalmayan uygarlıklarını düşündü. Bu düşüncenin ardından, denize karşı duyduğu korkuyu anımsadı. Ne kasvetli, ne ucu bucağı olmayan bir dehşete sahipti bu denizler! Dalgaların yükselişleri, sanki insana, “Mağrur olma, senden büyük dalgalarım ve hatıranı bile yaşatmayacak olan girdaplarım var!” diyordu birdenbire.
Böylesine süregelen bir hatıra anımsayışları esnasında uykuya dalmaya başladı, sessiz ve geçmiş huzurların özlemini duyduğu dakikalarda. Tanpınar’ın “Uyu! Gözlerinde renksiz bir perde / Bir parça uzaklaş kederlerinden” dizeleri aklına geldi ve birdenbire, kendisinin ötesindeki bir gücün, onu artık gözlerini kapatmaya tahakküm etmesine olan izleniminde, uykuya daldı. Gençliğinde ne çok ihtiraslara kapılıp bir hayalin peşinden gitmeyi arzulamış, büyük yazarlara aldanıp, yepyeni bir hayata başlamanın arzusunu ne denli içten duymuştu… Okuduğu romanlar ve şiirlerdeki, sevdiği kadın için onlarca badireler atlatan âşıklar gibi, coşkun bir ruh ile rüzgâra kapılmış, düşlerinin intizamlı ve umut dolu olduğu hülyalarında bu hayalin masumiyetine sığınmıştı.
Bütün bu düşünce anaforlarına karşın, henüz ilk gençliğinde hayalini kurduğu tutkun umutlarına; her şeyi arkada bırakıp, denizin bilinmezliğine açılan duygu dolu bir gencin, okyanusun ortasında evini özleyip, geri dönüşün uzakta olmasına gözyaşı dökmesine benzer bir şekilde, geçmişte kalmış bir kuytu harabe olarak bakıyordu. Bu harabeyi kendi elleriyle inşa etmişti. Kendisine öyle geliyordu ki, düşüncesinin insicamı; büyük umutlarını gerçekleştirmenin coşkusunu kendi içinde hissederken, aslında bir zaman sonra umudu kalmadığında arkasına dönüp de yaşadıklarına bakacağının hayaliyle dolu oluyordu. “Geleceğimizi inşa etmek adına bugünümüzü geçmişe çeviriyoruz.” diye yazmıştı bir defasında günlüğüne. Aslında günlük de denemezdi, yalnızca ansızın gelen bir duygu yoğunluğunun ortaya çıkışına dayalıydı yazdıkları. Hiçbir zaman günbegün iki şeyi arka arkaya, mühim sorumluluk telakki ederek yapmamıştı. O, tıpkı ölgün denizlere açılan seyyahların dalgalarda savrulması gibi, hayallerindeki bilinmezliğin akışına kendisini kaptırıyor, bir rüyanın izinde kayboluşlara aksediyordu.
Zamanın akışı, belli belirsiz bir düzlemin puslu gölgelerinde müteşekkilken, uykusundan ansızın uyandı. İçinde bir tuhaf korku duyduğunu hissetti. Etraf karanlıktı ve gözleri, ahşap parkelere yansıyan Ay ışığına doğru yöneldi. Pencereden giren bir Ağustos rüzgârı, çarşafın üzerine doğru yavaş ve haşince eserken, sahilden yükselen dalga seslerini ve suyun, o şeffaf berraklıktaki duru umudun, medcezire kapılışını duydu. Nilgün’ün, bir gece yarısı loş sarı gece lambasının odanın ahşap parkelerine yansıyan ışıltısı eşliğinde, kapının koluna kuğu boynu gibi zarif ve ince parmaklarını değdirirken, ona gülümsediği süreç aklına geldi, sonra bunun yıllar önce yaşanmış bir hatıra olduğunun anımsayışına üzüntüyle kapıldı. Geçmişini tahayyül ederken, içindeki kasvetin nedenini hissetti: Biraz önce kâbus görmüştü.
Metin, zaman henüz bir lahza yalnızlığındayken ve dışarıda rüzgârla hışırdayan ölgün zambakların ötesindeki karanlık odada, pencere kenarındaki yatağında, bir uykunun izine kapılmış, dehşetengizce şeyler görmüştü. Başlangıçta bir yüz görmüştü ve bu yüz, kendisinde daha önce hissetmediği birtakım duyguları uyandırmıştı. Bu sima, Metin’i; bir izdihamın karmakarışık seslerinin yoğunluğunda, bütün dikkatini kaybettiğinde bile şahsiyetine odaklanabileceğini hissettiği, o çehreden çok uzaktayken bile kendisini seyreden bir göz olduğunun varlığına varacağı bir duygunun bilincine ulaştırdı. Ona öyle geliyordu ki, bu çehre ve gözleri, onu hep takip etmiş, onunla yüz yüze gelmeye çalışmış ancak başaramamıştı. Uykusundaki dehşetengiz görüşünde ise, birdenbire belirmişti o kasvetli kâbus.
Metin bir “kâbusa” benzetti bu duyguyu. Çünkü o yüze her baktığında içinde bir huzursuzluk, bir kimsesizlik, bir kapana kısılmışlık hissediyordu. Çehredeki bir çift göz, hiçbir duyguya sahip değilmiş de yalnızca kuytuluğu çağrıştıran ve en ilkel insiyaklarını anımsatan bir aynaymış gibi geldi kendisine. Bu simaya ve gözlere bakmaya daha uzun süre devam edemedi.
Sonra birdenbire, odasında gördü kendisini Metin. Dışarıda, sahil kenarında yükselen dalgaların ve kasabanın köşesinde kalan bu yalnız ve izbe köşkün yanındaki, rüzgârla hışırdayan ve pencereden odaya dolan asma ağacının seslerinin izdihamındaydı şimdi. Zamanın yakalanamayan lahzalarında kaybolmuş bir “yekpare an” arayıcısının yalnızlığını anımsatan hissiyatta, denizin yükselen dalgalarını, “Anda kalmana izin vermiyorum, ilk önce girdaplarımı aşman lazım!” diye haykırışlarını duyumsuyordu. Sanki dalgalar ve deniz, Metin’in bir sükûnet huzuruna kavuşmasını engelliyor, bütün bu sesler ve izdihamlar onu düşüncelerin labirentinde içinden çıkılmaz bir lodosa sürüklüyordu.
Sonra o karanlıkta, penceresinin ötesinden ahşap parkelere yansıyan Ay ışığına baktı uykusunda. Bütün o kasvetin içerisinde, kendisine, geleceğe dair bir umudun var olduğunun işaretini veren tek şey o sırada bu loş parıltıydı. Bu parıltının aksinde sular çekiliyor, dalgaların ölgünlüğü uzaklaşıyor, Metin ise kasvetli denizin kendisine karşın dehşet dolu haykırışlarını duymaktan kurtuluyordu.
Tam o yekpare ânı doruklarına kadar hissedebileceği esnada yatağına baktı ve orada uzanmakta olan birisini gördü. Bir kefen vardı yatağında ve yatan kişi dışarıya çıkamasın diye her taraftan sarıp sarmalanmış bir mumya mezarını andırıyordu. Karanlıklar ardındaki bembeyaz örtüye doğru yaklaştı ve kefeni yavaşça yırtmaya başladı. Çürümeye yüz tutmuş bu bedenin kasvetini seyre dalarken, o izdihamlar ötesinde gördüğü bakışları tekrar gördü. O yüz, işte bu yatağında uykuya dalmış ölünün yüzüydü. Yüz, bedeninin geri kalanına göre çok daha net, belirgin ve sanki yaşıyormuşçasına capcanlı bir haldeydi. Metin yaklaştıkça, bu çehredeki apaçık gözlerin ona baktığını ve ölgün dudakların yaklaşmakta olan kendisine gülümsediğini gördü. Sanki bu sima, bütün bu mezar kasvetinin ötesinde, bir şahsiyet kazanmış ve yüceliğini ilan etmişti. Bu yüz, kendisine diyordu ki, “Hadi efendimiz, bizi serbest bırak!” Ardından kasvetli çehreye daha da yaklaştı ve yüzü eliyle kavradı. Ölü bir bedene hapsolmuş gizemli bir ruhu, ölüm meleği gibi çekiyordu kendisine doğru. Sonra birdenbire, eline geçen maskenin ötesinde, kendi yüzünü gördü. Ölmüştü.
Uykusundaki kasvetli hissiyatta gördükleri bunlardı. Uyandığında Metin, o kuytu yalnızlığın refleksifliğinde yatağına dehşetle baktı. Komodinin üzerindeki loş sarı gece lambasını açtı, ardından nasıl bir bilinmezliğe uğradığına dair bir incelemeyi, aklındaki kapalı kapıların ötesinde yaptı.
İkinci Bölüm: Hüzn-ü Aşk
“Ben tavan arasındayım sevgilim.”
– Unutulan, Oğuz Atay
Girift düşüncelerinin ardından Metin yatağından doğruldu ve etrafına bakındı. “Rüyalar,” diye düşündü, “Gerçekliği gölgeye düşürüyor.” Biraz önce gördüğü o ölmüş suratı, bütün o kasvetten kurtulmayı arzulayan cesedin çırpınışları, ona kendisini anımsatan bir aynayla karşılaşmış gibi hissettirdi. Uzun yıllar bu köşkte, bu sahil kasabasının ücra köşesindeki, geceleri deniz dalgalarının sesleriyle kâbuslarından çırpınarak uyandığı ve Ay ışığının yansımasını parkelerinde gördüğü ahşap tarihte yaşamıştı. Seneler boyu nice hatıranın biriktiği ve her bir dokusunda geçmişin gözyaşı dolu izlerinin gizlendiği bu zaman kapsülü, onun için gün geçtikçe bir zindana dönüşüyordu. “Bir zamanlar Nilgün vardı,” diye düşündü. “Nilgün vardı bir zamanlar ve o zamanlar, lahzalar hiç değilse bir umut dolu dakikaların ardında yakalanabiliyordu. O zamanlar hiç değilse beni hayata tutacak bir umudun son gölgesi, henüz karanlığa kapılıp uzaklaşmamıştı benden.”
Yatağının karşısındaki çalışma masasında durmakta olan, Nilgün’ün fotoğrafına baktı. Ne hüzünlü, ne mahzun, ne acı gülümsemişti burada! Fotoğrafın çekildiği esnada, Nilgün kanserle mücadele ediyordu ve hastalığının nüksettiğini biliyordu. Ölümünün yakın olduğunu da içten içe hissediyordu. Yine de, hayatta tutunacak bir dal arayan her insanın yaptığı gibi, kendisini mutluluğun gölgesinde serinletmeye çalışmıştı. Ne var ki, kuraklık hâkimdi virane olmuş ihtiraslara.
Sonrasında, eşinin ölgün gözlerine nasıl yaklaştığını, ona, her ikisinin de gerçekleşmeyeceğini bildiği umutlarını söyleyerek nasıl da onu yaşamaya tutkun hâlde rahatlatmaya çalıştığını anımsadı. “Bu merhum ruhların izdihamında kaybolmuş düşüncelerin kâbuslarına kapılan duvarların geçmiş tutkusundan kurtulacağız.” demek isterdi ona. “Önce sen iyileş, sonrası hallolur.” diyerek geçiştirmeye çalışmıştı oysaki. Her ikisi de biliyordu ki, bu kuytu köşedeki buruk hatıra kapılarıyla dolu geçmiş zaman rüzgârı, onlar istemese de kendilerini savuruyordu uzak diyarların bilinmezliğindeki yalnızlığa. En yakınında olan insandan bile, kapıların ölgün duyguları ötesinde uzaklaşmak, Metin’e kesif bir uykusuzluk ve çaresizlik verirdi.
Bütün bunları düşünürken, pencereden giren ılık bir Yaz sonu rüzgârı ile denizin yosun dolu kokusu, Metin’in üzerine doğru gelen bir karabasan gibiydi. Bu koku, yatağının demirlerine, kitaplığındaki yarım bırakılmış onlarca kitaba, gardırobunda bulunan uzun yıllar boyu acı tatlı hatıralarıyla giydiği kıyafetlere, aynanın önünde bulunan ve eşi ile birlikte, geçmişteki bir İlkbahar sabahında papatyalar, güller ve zambaklarla dolu çayırdaki limon ağacının altına uzanmış, uzaktaki denize bakarak öpüştükleri an, Nilgün’ün okyanus dalgalarının gizemli coşkusunda duyumsadığı parfümün ıtırına nüfuz ediyordu. Ne var ki, bu karabasandan kurtulmak için direnmiyordu bile. Adeta akıntıya doğru ilerleyen bir geminin kaptanı gibi, kaybedecek hiçbir şeyi kalmadığını düşünüyor, tam bu sırada uykusunda gördüğü yüzü ve kokuşmuş cesedi hatırlıyordu.
Metin, bu esnada tam da o cesedin ölgün yüzünü, yaşanmamışlıkların acısını çıkarmak isteyen çehresini anımsıyordu. “Bütün ömrümü bu evin ve içindeki insanların derbederliklerini çekerek yaşadım,” diye düşünüyordu. “Bütün arzuların avucunun içinde olduğu halde kaçmaya çalıştığın zincirlerin seni sürekli çukura batırması ve bunun acısından kurtulma çabalarının hüsranı sonucu, bütün bu süreci bir avuntu gibi düşünmek mecburiyetinde kalmak,” diye yazmıştı bir defasında günlüğüne, “Sahiden de özgürlüğün dayatılması değil midir?”
O esnada anıları daha da pekişti, aklında bulunan onca kararsızlığın arasından, bir kere olsun olgulaşmış diyalektikleri idealize ettiği bir senteze dönüştürmek inisiyatifini almayı arzu etti. Pencereye doğru ilerledi ve asma dallarını kenara çekti, denize baktı. “İşte, her şeyi orada bıraktım ve şimdi kendimi de denizin hiçbir kimseyi huzurundan kovmayan kucaklayışına bırakacağım.” diye düşündü, planladı ve her şey hazırdı. Önündeki birkaç dakika boyunca yapacağı her şey, kusursuz olmalıydı. İlk iş olarak tavan arasına çıkıp günlüğünü alacak, son mektubunu yazacaktı. Hemen ardından, dehşetengiz dalgaların izine bakakalacaktı.
Kapıyı; Nilgün’ün bir zamanlar ona loş bir uykudan uyandığında, rüzgârda uçuşan bir kuş tüyü gibi hafif hissettiği an sırasında, mahzunca baktığı sırada, kuğu boynu gibi ince ve hükmedici bir hissiyatla bezenmiş parmaklarını yasladığı o ölgün ve kasvetli monoliti açtı. Nice yıllar bir aile boyu izdihamların hoş hatıralarla yaşandığı ancak o sırada yalnız ve kuytu bulunan koridordan geçerken, buruk bir hissiyatı anımsadı. Gençliğinde bu koridorun duvarlarındaki izlenimci tablolara bakarak hayallere dalardı. Tam da koridorun neredeyse gizli kalmış köşesine baktığında, henüz ilk gençliğinin coşkun anıları esnasında, bir sır gibi gizlenmiş iki âşıktan biri olarak, Nilgün’den ilk öpücüğünü aldığı, masumiyet ve hüzün dolu bölmeye baktı. “Annemin resim sergisinde göz göze geldiğimiz yekpare andan beri saçlarının okyanus dalgası gizeminde boğuldum.” demişti ona Metin. “Hülya Hanım, annemin en yakın arkadaşıydı,” Demişti Nilgün de ona, “O rüya gibi 1975 Kışında evde kalıp piyanodan Bach’ın BWV 853 müziğini çalmaya devam etseydim ve annemin davetiyesine katılmasaydım, belki de adasına asla ulaşamayan bir kaptan olarak süzülecektin denizlerde.” Metin de buna karşın gülümsemiş ve şöyle demişti: “Babamın en sevdiği müzikti. Annem sürekli, ‘Tarık, bu müzikte seni içine çeken şey ne?’ diye sorardı. Babam cevap vermezdi. Ancak ben, o sergi balosunda piyanodan o parçayı çaldığını gördüğümde, bu müziğe doğru seni yönelten şeyin ne olduğunu, zarif ve şiir gibi gözlerinde anladım: Sen kayıp bir ihtirası arıyorsun, tıpkı umutlarla dolu denizcilerin hazine dolu adaları arayışı gibi.”
Bir zamanlar mutlulukla dolu aile tablosunun bu izlenimini seyre daldığı yıllarda, içinde büyük bir umudun coşkusu vardı. Babası Tarık Bey, zaman zaman, “Bu ihtiraslar gençlik çağı tutkularıdır, onları yaşamana bak.” derdi. Sonrasını söylemezdi. Metin ise, hayatı boyunca hep o ihtirasın peşinde koşacağına inanmış, babasının bu umutsuz bakışına karşın hayata coşkuyla yaklaşmıştı. Çok sonraları, Tarık Bey’in vefatının ardından, onun günlüklerini, gizlenmesini istediği bir yasakmışçasına okurken fark ettiği üzere, babası da onun geçtiği bu yılların coşkusundan geçmiş, ardından hayat onu bu kaybedişlerle dolu hazine avına doğru yönlendirmişti.
O sırada, koridordan geçerken de düşündüğü şey, esasında bütün bu düşündükleri ve anımsadıklarının sentezi mahiyetindeydi: Neden her yeni kuşak, bir öncekinin günahlarını taşımak zorundaydı? Neden her insanda bulunan ve doğanın ölgün natüralitesine karşı çıkan ihtiraslar, neticede hüsranla sonuçlanıyor ve neden hiçbir insan, hayatı boyunca, hiç değilse mecbur bırakıldığı ve tayini çok öncelerin bilinmezliklerinden gelmekte olan, “bir tane zincirden dahi” asla kurtulamıyordu? Metin, bütün bu düşüncelerini onlarca yıl düşünmüştü. Şimdi ise, kendisine bütün bu ölgün hatıraları anımsatan ve bir şahsiyet olmayı başaramamış olgulara karşın, başaracağına inandığı son intikamını almak üzere, tavan arasının merdivenlerine, ağır adımlarla çıkıyordu.
Başlangıçta özümsediği karanlığı, bu çatı katındaki pencereden giren Ay ışığı az da olsa önlüyordu. Ardından çatı tavanının tam ortasından loş sarı bir ışığı yansıtan lambayı yaktı, etraf birdenbire, Çamlıbel’in de tabiriyle, “Beyaz bir karanlığa gömüldü.”
Üçüncü Bölüm: Tavan Arası Hatıraları
“Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım günler.”
– Geçen Zaman, Ziya Osman Saba
Etrafına baktı: Bir masa, eski püskü bir kitaplıkta bulunan eski aile fotoğrafları, ilk gençliğinde okuduğu kitaplar ve Nilgün’ün baktığı kırık ayna. Hepsi, sanki geçmişlerden bir lahzada birleşmişçesine oradaydı ve zamandaydı.
Masanın karşısına bir ahşap sandalye çekti, ruhundaki yaşanmamışlıklara isyan edercesine, sanki son bir veda edercesine, babasının eskilerden kullandığı bir mürekkepli kalem, bir hokka ve bir de kese kâğıdı aldı. Yazmaya başladı. Belki bir saat ya geçti, ya da geçmedi. Bütün satırları bitirdi. Oturduğu yerden ileriye, buğulu tavan arası penceresine, sanki rüyalı bir yazın hatıralı özlemindeki aşk dolu gecelerin pastel umutlarını anımsatırcasına solgun olan camlara yansıyan deniz feneri ışığının eşliğinde, uzaktaki denize baktı. Birazdan, her şey yerli yerinde giderse, orada olacaktı, tam zamanında kıvranıp duracaktı.
O esnada her şeyi geri dönülemez bir noktaya getirmeden önce, antika kitaplıktaki bir defteri almaya yöneldi, aldı ve masaya geri döndü. Açtı. Her biri tarihlere ayrılmış, kenarları yırtık ama daha sonraları yapıştırılmış sayfalarla doluydu, bir hatıra defterini andırıyordu. Her bir sayfa parçasının altında, “Seni çok seven Âşığın, Metin” yazıyordu. 18 Ocak 1981 tarihli sayfayı açtı. Okumaya başladı.
***
18 Ocak 1981
Çok kıymetli sevdiceğim, gül-i ruhsârım Nilgün,
Bu satırları yazdığım sırada, bir bütün yalnızlığın doruklarında ve bu şahikaların getirdiği kasvet izdihamlarında rüzgâra kapılıp duruyorum. Yokluğunda kendi benliğimi insicamlar dolusu verdiğim bu sonu gelmez bekleyişler, nihayetinde hülyalı anımsayışlara dönüşüyor benim hissiyatlarımda. Sanki seninle yaşadığım her bir lahza ve yaşayamadığım umut dolusu hatıraların tamamı, bu ölgün kelimeler arasında; şafak vaktinde, denizin ortasında nümayan bir ışıltının aksedişiyle yükselen bir tutkun ruh gibi beliriyor. Bu ruh, senin ruhun da olabilir, bir uzak uykunun özlem dolu bakışı da. Geçmiş bir yaz mevsiminde çevresindeki çayırları seyre daldığımız limon ağacı da olabilir, senin bana karlı gecede yazdığın mektup da. Bütün bu yazılanlar, bir bütün kitaplar, eşyalar, mektuplar ve rüyalar, bir yekpare anımsayışın ihtirası değil midir zaten?
Bir paragrafı cevabı olmayan bir soruyla bitirip akabinde hiçbir savunma yapmak istemeden yepyeni bir sayfaya geçmeyi ne kadar çok isterdim. Sevgili Nilgün, belki de biz sürekli cevapların peşinde koştuğumuz için bu denli ayrı düşmüşüzdür, olamaz mı? Belki de sürekli olarak bir cevabın peşinde olmak, bilinmezliklerin getireceği tılsımlı umutları gölgeliyordur. Belki de belirsizlikler insanı yazmaya iten yegâne korkutucu güçtür kimi zaman. Belirsizlik seni alır, bir labirentin ortasındaki bilmeceye götürür ve orada seni dehşet verici sorularla baş başa bırakır. Duymaya bile dayanamayacağın sorulara cevap vermek ne kadar acı olur?
Böylesine uzun uzadıya gitmekte olan bir girizgâhın ardından sana, seni hâlâ ilk günkü gibi sevdiğimi birdenbire söylemek, belki de bugüne kadar yakalayamadığım zamanı bir anlığına olsun hissedebilmemi sağlar. Tanıştığımız günden bugüne kadar geçen süreçte, her şeyden bekleyip de elde edemediğim şeyler ne de çoktu! Böyle zamanlarda, bilhassa düşüncenin, duyguların haykırışlarını engellediği dakikalarda; inisiyatif alıp da geleceği pek de düşünmeden; korkusuz bir savaşçının cesurca mücadelesi gibi, veya aşılması gereken dağları aşan bir kâşif gibi; benim de içimden geçen sevgi cümlelerini belki de hiç kuşkuya kapılmadan söylemem gerekirdi. Ne var ki sevgili Nilgün, tahayyülümüzdeki ihtiraslar gerçek dünyadan değillermiş de, bambaşka bir âlemin mevcudiyetinden sıyrılıp zihnimizin insiyaklarına yerleşmişler gibi bir his uyanıyor içimde. Bazı duygular kelimeye dökülürken karmakarışıklaşıyor, geçmiş hayallerin ihtirası bir rüyadan ibaret kalıyor sadece.
Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından dün gece gemimiz nihayet limana vurdu. Akşamüstüne doğru, seninle uzun yıllar önce beraber vakit geçirdiğimiz yer olan havuzlu parka gittim. Henüz ilk gençlik yıllarımızda birbirimizin yüzüne güldüğümüz o papatyaların ve zambakların çevresinde, aynı yerde fakat farklı zaman dilimlerinde bir mevcudiyet kazanan insanları seyre dalmak, zamanın ihtişamlı duvarlarına görkemli bakışlarla bakmak, bana, geçmişin geri dönülemez burukluğunu ve hayatın akışıyla bir şahsiyet kazanan rüyalarımızın, senin yokluğunda ancak hüzünle dolu olabileceğini anımsattı. Zaten hep böyle olmaz mı; eşyaların, kokuların, mekânların ve rüyaların varlığı, onları ancak bir başkasının ruhuyla bağdaştırdığımız zaman, o tahayyül izlenimleri bir nesneden çıkıp da bir öznenin şahsiyetine kavuşmaz mı? Ve yine o ruh bir kayboluşa kapıldığı zaman, şahsiyet kazanmış olgular birdenbire ruhumuza yabancılaşmaz mı?
Senin uzaklığın, sevgili Nilgün, bende işte tam da böyle bir kaybolmuşluk hissiyatı yarattı. Bir zamanlar senin sevginle yeşerttiğim her bir rüya, şimdi solgun bir kâbusa dönüşüyor. Senin rüzgârına kapılan her bir bahar yaprağı, karlı kış mevsiminin ölgün ve solgun dokusundaki bir kuytu sessizlikte nümayan oluyor. Ve en çok da benim umut dolu ihtiraslarım, yokluğunda ucu bucağı görünmez, kara bir kuyuya dönüşüyor.
Umarım en kısa zamanda, bu gurbet ellerdeki Hikâye-i Robenson’culuğum bittiğinde gözlerimiz yine birbirine değecek. O zamana ve akabinde gerçekleşecek nice umutlu günlerimize kadar, bugüne değin hatıramda bıraktığın duyguların her biri için müteşekkirim cancağızım.
Seni çok seven Âşığın, Metin
* * *
Metin, defteri kapattı, kitaplığa kaldırdı. Yazdığı son notun kenarına, yine kitaplıktan aldığı eski bir fotoğraf albümünü yerleştirdi. Merdivenlerden inmeden önce, uzaktaki denize tekrar baktı tozlu camların ardından. Dışarıda, bahçedeki meşe ağacının dalında bir kuzgun gördü. Başını çevirdi, ağır adımlarla aşağıya doğru inmeye başladı.
Dördüncü Bölüm: Davetsiz Misafir
“Bir yerde olup ikisi calis, ayineye girdi aks-ü akis”
– Şeyh Galip
Karmakarışık düşünceler eşliğinde merdivenlerden indi, nihayetinde dairesine açılan kapının anahtarını kendinden emin bir sertlikle çevirdi, kapıyı açtı. Denizci giysilerini alacak, denize açılacaktı yine eski günlerde yaptığı gibi. Bu kuytu sessizlikle bezeli hatıralı kâbus dehlizlerinden sıyrılıp, yeni bir hayatın umut dolu aydınlığına doğru yolculuğa çıkacaktı.
Mehtabın asma ağaçlarının arasından ahşap parkelerine yansıdığı odasına giriş yapmak üzere yaklaştı ki, tam o esnada salonda, asırlık evin izlenimci tablolarının kenarındaki geniş sofada, babasının ve dedesinin de hatıralı fotoğraflarla tavan arasında bulunduğu bu ahşap estetikte, birini görür gibi oldu. Korku ve dehşetle bezeli düşüncelerle, kendinden az önce ne kadar eminse yine kendine bir o kadar yabancılaşmış insicamlar çerçevesinde, nefes nefese kalmış haliyle salona yaklaştı. Eşikten adımını attı, hatıralarla bezeli vitrinin karşısındaki koltuğa baktı ve onu gördü: Bembeyaz çehresinden kıpkızıl kanlar akan, başında grotesk bir şapka bulunan, elleri beyaz eldivenli, üstünde sirkten çıkmış bir soytarıyı andıran kıyafetlere sahip bir palyaçodan başkası değildi gördüğü.
Böylesine kasvetli ve kuytu bir gecede, dışarıdan gelen denizin dalga sesleriyle birlikte, salondaki tek ışık olan loş sarı abajur, tam manasıyla mozaik bir dehşet yayıyordu etrafa. Tahtına kurulmuş olan palyaço, sanki bütün inisiyatif ve arzuları elinde tutuyormuşçasına, kollarını koltuğun kenarına yerleştirmiş, kıpkırmızı saçlarının üstündeki siyah şapkası ve başını öne eğmiş, sanki denize düşmüş de oradan hiç çıkmamışçasına su gibi olan vücudu ve giysileri ile, tutkun bir umutsuzluğu andıran bakışları, Metin’e bir kâbusu andırıyordu.
“Siz de kimsiniz?” diye sormak istedi Metin, ama gördüğü öylesine netti ki, kelimeleri kifayetsiz bırakmasıyla birlikte, onu zaten tanımıştı Metin: Uykusunda gördüğü cesetti bu, sadece yeni bir şekle bürünmüştü.
“Kaç yıl oldu?” dedi Palyaço.
“Kırk yıl.” dedi Metin.
“Hayır, eski dostum, onu demiyorum. Nilgün öleli kaç yıl oldu?”
Gözlerinin feri gitmiş haliyle odada oradan oraya telaşlı düşünceler eşliğinde hareket eden, ama palyaçoyu yerinden etmeye en ufak bir tenezzülde bulunamayan Metin’in gözlerinden süzülen gururlu gözyaşları aheste akarken, hatıraların gemisini tezahüründe canlandırıyordu.
“Böylesine bir felaket tellallığı yapmaya mı geldin yoksa?”
“Beni sen çağırdın Metin. Yıllardır aklındaydım, biliyorsun bunu.”
“Öyleyse neden bir defaya mahsus terk etmiyorsun ruhumu?”
Palyaçonun gözlerinden, yaşanmışlıkların acı hatırası geçerken, Metin’e nefret ve acımayla baktı.
“Şuna bak,” dedi palyaço, “Bütün bir hatıralar dehlizinin içinde yaşıyorsun ve benim senden neden uzaklaşmadığımla ilgili bana yakınıyorsun. Ne oldu okuduğun ve aydınlandığını zannettiğin onca kitaba, yazarken Nirvana’ya ulaştığını addettiğin onca şiire? Hani bu kuytu hayatı bırakıp yepyeni bir diyara yelken açacaktın?”
“Yapacaktım!” diye haykırdı metin, “Tam da şimdi her şeyi sona erdirmeye gidiyordum. Ama birdenbire karşıma çıktın tekrar.” Metin’in ölgün simasında, duygularını bastırmaya çalışan ama haykırdığı zaman ağlamaklı olan erkeklerin, çatallaşmış ve bir anne şefkatinin yokluğuyla bezenmiş acıları dindirmeye çalıştıkça gerilmeye ve düğümlenmeye başlayan sesinin yarattığı hüzün ve acı vardı.
“Hayır, Metin. Sende o yürek yok. Yeni bir hayata başlamak arzusu sende yalnızca bir yalan. Hepsini kendini avutmak için yaptığını ikimiz de biliyorken, bunu gizlemeye çalışman ne acı. Eğer dediklerinde haklı olsan Nilgün’ü bana bırakırdın, beni de denizdeki ölgün yok oluşuma terk etmezdin.”
“Nilgün beni seviyordu! Onu benden çalmaya çalıştın!” diye bağırdı Metin, tahtına kurulmuş palyaçoya yaklaşarak. Palyaço buna karşın bir kahkaha patlattı ve Metin’in gözlerine bakarak konuşmaya başladı:
“Bakmaktan korktuğun için yaktığın aşk mektuplarını ne çabuk unutmuşsun. Ona yazdığın mektuplarda benim üslubumdan etkilendiğini ve Nilgün’ü kendine böylesine âşık ettiğini Nilgün bilse, kim bilir nasıl bir acıma ve nefretle bakardı o yalancı suratına.”
Metin kısa bir suskunluğun ardından birdenbire palyaçoya daha da yaklaştı, gözyaşlarını gizleyerek ve koltuğun kenarlarına ellerini koyarak, ona kısık ama kararlı bir sesle konuştu: “Sen öldün, seni ben öldürdüm! Bundan 40 yıl önce, 17 Ocak 1981 günü gemimiz limana giderken fırtınalı bir gece yarısında savrulup durduğu esnada, Nilgün’e olan aşkını kıskandığım için attım seni denize. Sen öldün, sen öldün, sen öldün!”
“Hatıralarında ve en derin kâbuslarında hâlâ yaşıyorum.” dedi palyaço, sinirli ama düsturunu bozmayan ve bağırmaya yakın bir ses tonunun keskin ciddiyetiyle. “Bu acı sana fazlasıyla yetiyor.”
Tam o esnada yüksek semalardan beliren bir ışık, tüm salonu ve palyaço ile Metin’in birbirine bakan gözlerini aydınlattı, sonra yine aniden karardı. Metin geri çekildi ve arkasını döndü. Palyaço onun sırtına bakarken seslendi:
“Senden uzaklaşmamı bu kadar istiyorsun demek.”
Başını omzundan geriye doğru çevirip, küstah bir bakışla bakan Metin, her şeyin farkında olduğuna kendini inandırmış bir gülüşle başını iki yana salladı. “Hayır, yalanlarına kanmayacağım.”
“Ne biliyorsun, belki gerçekten seni terk ederim.”
Umutsuz insanların sayısız defa yalanlara maruz kalıp, sürekli olarak aynı yalanlara sırf aydınlık bir yarın uğruna tekrar yenilmeleri üzerine hikâyeler okumuş, sinema analizleri yapmış ve bu konu üzerine şiirler yazmış Metin, vücudunu bu sefer tamamen palyaçoya döndü. Meraklı ve şüpheli bakışlarla sordu:
“Ne teklif ediyorsun?”
“Gece yarısından önce Nilgün’ün mezarlığına git, ona itiraf et yaptıklarını.”
“Sana neden inanayım?”
“Bu yabancı dünyaların ölgün ihtirasları benim de ruhumu yormaya başladı.
“Öyleyse…”
Metin, koşar adımlarla odasına gitti, yağmurluğunu aldı ve asırlık köşkten hızlıca çıkmaya başladı.
Beşinci Bölüm: Kayıp Ruhlar
“Böylece akıntıya karşı kürek çekerek, durmaksızın geçmişe doğru sürükleniyoruz.”
– Muhteşem Gatsby, F. Scott Fitzgerald
Kayın ağaçlarının tünel yaptığı patikanın arasından, nereye gideceğini bilemeyen bedbahtların ruhundaki intizama benzer şekilde geçen Metin, tek istikamet olarak mezarlığa gitmenin, bir vedayı mı yoksa bir başlangıcı mı anımsattığını hâlâ anlayamamıştı.
Gök gürültüsü ve sağanak yağmur, Metin’in gençliğinde ihtiraslı anılarını yaşadığı bu ormanın, ağaçların ve ormana yakın bulunan, bir zamanların huzurlu kasabasına, hatıraların keskinliğini yıkan bir bela gibi düşüyordu. Metin’in ayağı birkaç kez tökezledi, pantolonu çamurlara battı. En nihayetinde kasabaya yarım kilometre uzaklıktaki mezarlığa vardığında, yanında yalnızca bir kol saati, hattı çekmeyen bir telefon ve Nilgün’ün bir zamanlar eski âşığına vermek üzere kendine söz verdiği, ancak daha sonrasında Metin’e verdiği yüzük vardı.
Gece yarısı mezarlıkları Metin’i hep korkuturdu. Şimdi ise bir umut haline gelmiş olan bu kasvet dehlizleri, söğüt ağaçlarının altında uhrevi bir ahenge kavuşmuş gibiydi. Korku ve umut arasında Nilgün’ün mezarını bulan Metin, ayaklarına kapandı, onun mezar taşını öptü ve yüzüğü mezar toprağının içine doğru gömdü. Saatine baktı: Gece yarısına iki dakika vardı. İçini kaplayan rahatlıkla birlikte, Nilgün’ün mezarına sarılıp ağladı; gözyaşlarını yağmur gizledi.
* * *
Çok sonraları, Metin’in kâbusları artık dinmişti. İlerleyen zaman içerisinde, asırlık aile köşkünü terk etti. Uzaklarda, yeni bir sahil kasabasında yaşamaya karar vermişti. “Ne olursa olsun, denizden uzak yaşayamam” diyordu kendi kendine. Geçmişindeki ölgün hatıralar, ona, sürekli olarak yeni bir hayata başlama arzusu vermişti.
Yeni evine yerleştiği ilk gün, ilk olarak içini bir huzur kapladı. Evin verandasına doğru çıktığında, denizi, tutkun ihtiraslara kapılan coşkun hatıralarını anımsadı.
Tüm bunlar olup, yeni bir hayata doğru yelken açarken, umut dolu bir hayat yaşayacağına inanan Metin, uzaklardaki ağaçtan, ona büyük bir bilge gibi bakan kuzgunun gözlerindeki dehşetengiz bakışı, “Hiçbir zaman” diyerek haykıran sesi hissedemedi.
- Kayıp Yalan Dehlizleri - 1 Ağustos 2025
- Ay Işığı Yolcuları - 15 Ocak 2025
- Akseden Ruhlar - 1 Şubat 2024
- Günaydın, Canım - 1 Mart 2022
- Ağustos Vedası - 1 Kasım 2021
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.