Biz ihtiyarlar, bastonu olmadan tuvalete gidemeyen, yağmuru önceden tahmin eden eskiler, gerçeği biliyoruz. Evet, biz takma dişli antikalar, başımıza gelen felaketin her detayını hatırlıyoruz. Nasıl unutabiliriz ki? Ne zaman aynaya baksak, ne zaman sofraya otursak, ne zaman bizden birisiyle, yani felaketin şahitlerinden birisiyle karşılaşsak, alnımızda soğuk ter damlacıkları beliriyor, yaramız kabuğunu atıyor ve hafifçe kan sızıyor. Onca yılın ardından bile! Hani derler ya kim-
Kusura bakmayın, iyisi mi ben en baştan anlatayım da kafanız daha fazla karışmasın. Yaşlılık işte, seni dinlemek isteyen birisini arayıp duruyorsun, bulunca da konuya nereden gireceğini bilemiyorsun. İlk randevuna çıkmışçasına elin ayağını dolaşıyor.
Uzun yıllar önceydi, o zamanlar daha on dört yaşımdaydım. Yaşadığım kasaba, tek katlı evlerden oluşmuştu. Sonu gelmez yaz aylarında damlar, muşamba üzerine kurutulmaya bırakılan bamya, nane, kekik, elma ve kayısıyla doluydu. Eh, kasabamızın tek geçim kaynağı sayılırdı ne de olsa. Bizim evde biber seriliydi. Nigar Teyzenin damındaki incirlere bakıp dalardım.
Evlerin arasında sıkışmış yollar oldukça dardı ve ne hikmetse tek bir tanesi dahi düz değildi. Bazen hafif, bazen de geriye doğru döndüğünüzü sandığınız kavislerle doluydu. Hele bahçelerin yüksek duvarları, bu daracık yollarda ne yöne gittiğinizi şaşırtır, ah bir de yaz güneşi altındaysanız sizi bir odun fırının içinde aranıyormuş gibi hissettirirdi. Bu da yetmezmiş gibi, yollar dalga dalga ihtiyarağlatan eğimlerle doluydu. Öyle ki yağmur suları yolu tıkamasın diye toprağa derin kuyular kazılmıştı.
O sene, sayımda nüfusumuz dört haneli rakama ulaştı diye kasabaya bir kaymakam atandı; kuru ve sert bir mizaca sahipti. Hemen ilk günden, henüz yöremizin damak tadına bakmadan, daha koltuğunun yumuşaklığını duymadan katı kurallar dayattı kasabaya. Ağaçları budayıp hizaya dizdi, tüm binaları beyaza boyattı, sokağa takım kıyafetle çıkma zorunluluğu getirdi. Kasaba halkı için hiçbiri, özellikle kırk iki derecenin altında kravat takmak dahi zor gelmemişti de, ölülerin mezarlık dışına çıkmalarının yasaklanmasına şaşırmıştı. Yani anlayacağınız, kolu merdaneye sıkışmıştı da nişan yüzüğüne yanıyordu.
Ölüler, yüzlerce yıllık cesetler, kimilerinin anası, kimilerinin hiç tanımadığı -ve ummadığı- babası, kimilerinin dedesi soyu sopu ölüler, hiç altta kalır mı; verdiler laneti.
Rüzgar hafifçe esti önce. Yapraklar bir iki kıpırdadı, bulutlar karardı, hava soğudu. Bir sis çöktü, hafif hafif ağırlaştı. Kısa kollu gömlek, ince entari içindeki kasaba halkı kollarını birbirine dolayıp evlerine döndü, pencereler örtüldü, kepenkler indi, köpekler kulübelerine çekildi. Başını sokacak bir çatısı olmayan kasabanın dilencisi bile bildiği bir harabeye sığınmak zorunda kaldı. Soğuk, ertesi günün ilk ışıklarına kadar kasabayı sardı.
Sabahleyin nalbant, sabunu yüzüne yayarken söyleniyordu. Zordu erkek olmak, zordu bir erkeğin hayatını yaşamak; hiç durmadan her sabah her sabah tıraş olmak… Ağzının içinde bir gariplik hissetti, diliyle yokladı. Jileti lavabonun kenarına bıraktı, ön dişini parmaklarının arasına alıp oynadı. Hiç zorlamadan elinde kaldı diş. Kırık, çürük, içi oyuk yedi dişine rağmen bu sapasağlam velet yerinden çıkmıştı. Bastı kahkahayı. Musluğu ardında açık bırakarak, sevinç içinde yatak odasına doğru koştu. Eşi makyaj aynasının başında, o da ağzından düşen kendi dişe bakakalmıştı.
Artık her hafta tüm kasaba halkı teker teker diş döküyor, her geçen gün çeneler boşalıyordu. Bir felaketti bu. Artık kasaba halkı birbirine gülümseyemiyor, kimse kimseye selam veremiyor, yavru bir kedinin şaklabanlığına kahkaha atamıyordu. Kürdan taşımıyor, paketleri açmak için makas kullanıyor, bira için açacak bulunduruyor, fındığı el mengenesinde kırıyordu.
Bu işten en karlı çorbacı çıkmıştı. Artık masalar hiç boş kalmıyor, hatta yoğun anlarda herkes tabağını eline alıp ayakta kaşıklıyordu. Kasabaya ilk ve tek para sayma makinesini çorbacı almıştı. Bu felaketin avantajları da yok sayılmazdı. Öncelikle, artık hiçbir hane diş fırçasına ve macununa para ayırmak zorunda değildi. Eh, çorba fiyatları et yemeklerine nazaran oldukça makuldü. Birkaç hanenin de yaşamına renk gelmişti!
Kaymakam, durumu en kısa sürede çözümleyeceği üzerine namus sözü vermiş fakat tek bir arpa boyu yol katedememişti. Dayattığı kurallardan vazgeçmiyor, tek bir adım dahi atmıyordu. Geçen zaman içinde bir mucizenin gerçekleşeceğini umuyor veya her zamanki gibi kasaba halkının bu felakete de alışmasını bekliyordu.
O akşam, babam ve kasabanın bir grup ileri geleni belediye sarayına çıktı. Ben kaymakamın makamına girmedim, koridorda akvaryumun hemen yanında bekliyordum. Nezleye yakalanmış, burnumu çekiştiriyordum. İçerine ne konuşuldu bilmiyorum. Fakat kaymakam bey artık insafa mı geldi nedir, kalemini elçi niyetine yolladı. Tüm kasaba halkı da adamın peşine takıldı. Elçi, kapıya yığılı bariyerden seslenmeye çalıştı. Bir ara öteki taraftan homurdanmalar işitildi, o kadar. Kalabalıktan sıyrılıp aralıktan bakınca barikatın ardında büyük dedemi gördüm, ne de özlemiştim onu. Her seferinde kocaman kocaman solucanlar verirdi bana.
Elçi, iş başa düştü diye paçalarını sıvayıp duvara tırmandı, pek de zarif sayılmayacak bir hareketle öteki tarafa atladı. Adamcağız birkaç dakika sonra yedi parça halinde geri döndü. Aslında ölüler, sekiz parça bölmüşlerdi de bir tanesini hatıra niyetine saklamışlardı.
Aynı grup ve babam, haberi iletmek için makamına çıktıklarında, kaymakam beyi ziyafetin ortasında buldu. Babam duraksadı, daha geçen ay sefer tasını çekmecede saklıyor diye kaymakamdan fırça yemişti. “Burası restoran mı belediye sarayı mı belli değil!” diye bağırmış babama. Ben de Nigar teyze den duydum, hurmaları ters çevirirken gelinine anlatıyordu. Şimdi aynı adam, balkona kurduğu mangalla, şarap şişesiyle, renkli kadehiyle sofra kurmuştu.
Kasabada dişleri tek dökülmemiş kendisiydi; lanet, sadece kasaba halkını kapsıyor olsa gerek. Ben de oradaydım. Hala burnumu çekiştiriyordum. Kaymakam, bir şarap kadehi tutuyor, umursamadan diğer elinde tuttuğu tavuk budunu kemiriyordu. Altın şövalye yüzüklü elini ileri geri sallarken etrafa kırmızı lekeler saçıyor ve yarın sabah ilk iş yeni bir elçi atayacağını söylüyordu.
Canına tak eden, burnundan yanık tavuk derisinin kokusu hiç düşmeyen kalabalık, daha fazla dayanamadı, ayaklandı. Odadaki iki korucuyu etkisiz hale getirdi, kaymakamı sarıp sarmalayıp mezarlığa taşıdı. İçerideki ölülere haber verip kaymakamı duvardan içeri attı. Elçinin aksine kaymakam geri dönmedi. Fakat aniden bulutların ardında beliren hilal, herkesin yüreğini rahatlatmıştı. Günlerce süt dişlerimiz çıkacak diye boşuna bekledik. En azından bir daha dişimiz dökülmedi. Onca yılın ardından hala üç dişim sapasağlam yerinde duruyor.
Kaymakam beye ne olduğunu kimse öğrenemedi, Allah var herkes meraktan ölüyordu. Ne zaman bir muhabbetin sonu gelse, ne zaman birisi diğeriyle sohbeti açmak istese, ne zaman iki kavgalı barıştırılmak istense kaymakam beyin lafı ortaya atılıyordu. İnsan doğası gerisini hallediyordu. Bir söylentiye göre ölüler çiğ çiğ yemişti. Arasıra dedemi hayal ederim; tıpkı Kaymakam Bey’in kendisinin ziyafet masasına kurulması gibi dedem de Kaymakam Bey’in şövalye yüzüklü parmaklarını kemiriyordu. Başka bir söylentiye göre ateşte yakmışlardı. Parçalara bölüp mezarlığa yaydıklarını da duymuştum.
Gerçeği sadece ben biliyorum. Yakın bir zamanda öğrendim. Parmaklığın ardından, o bilekten itibaren kopmuş eli gördüm. Güneşin altından parlayan şövalye yüzüğün ışıltısı gözüme çarpıyor, beni çağırıyordu. Bu gece o yüzüğü ben takıyorum. Pelerinimi sırtıma geçirip kaymakamın ölüm gününü, ya da yeni yetmelerin verdikleri isimle namı değer cadılar bayramını kutlamak için. Çok az kişi kimin kılığına büründüğümü anlayacak. Ve kimbilir, o yaşlı bunaklar korkudan altlarına kaçıracak. Allah var görmeyi istediğim bir manzaradır bu. Hele kayınçomun halini düşündükçe dudaklarımın gerilmesini engelleyemiyorum.
- Ganbatte, Ganbatte Kudasai! - 15 Aralık 2017
- İskelet Prenses ve Zehirli Şapka - 15 Kasım 2017
- Göle Yansıyan Dolunay - 15 Ekim 2017
- Kutsal Hastalık - 15 Eylül 2017
- Kişi ve Aksak - 15 Ağustos 2017
Çok hoştu, hala gülüyorum 🙂
Öyküyü baştan sona çok sevdim. Üslubunuz her zamanki gibi yerindeydi. Öyküye bebeni bedenine oturan bir anlatımınız var.
‘İhtiyarağlatan eğimler,’ deyiminize de bayıldım (Sanırım size ait). İzninizle öykülerimde kullanmak isterim.
Elinize, emeğinize sağlık.
Hoşunuza gitmesine sevindim. Üslubumu devamlı düzeltmeye, geliştirmeye gayret ediyorum. “İhtiyarağlatan”ı “ahmakıslatan”dan türettim. “Ahmakıslatan”ın oldukça ve fazla sayıda hatırası vardır üzerimde 🙂
Okuyup yorumladığınız için teşekkürler. Bir dahaki sefere eleştirilerinizi de bekliyorum.
Merhaba öyküme zaman ayırmış okuyucular!
Mümkünse yorumlarınıza eleştirilerinizi, düzeltmelerini ve önerilerinizi eklerseniz memnun olurum. Kendimi geliştirmek için her türlü yardıma açığım.
Teşekkürler.
Öykünüze eleştiri getirebilmek adına tekrar okudum ve şunları söylemek istiyorum.
Öncelikle ölülerin mezarlık dışına çıkmalarının yasaklanması.
Ölüler gündelik hayatta rahatça ortalıkta dolaşabiliyorsa kasabalı onlardan korkmuyor demektir. Korkuyor olsa bu duruma bir çözüm getirdiği için kaymakam beye destek verirlerdi ancak tam tersi. Hatta ölülerle diyalog içindeler. Bu durumda kaymakam bey ölülerin yanında kasabalıyı da karşısına alacak kadar büyük bir işe kalkışıyor demektir ve bence burada bir boşluk var zira kaymakam beyin sadece iki korucusu olduğunu söylemişsiniz. Sadece ölülerin mezarlık dışına çıkmalarını engellemek için bile çok fazla askere ihtiyaç duyulurdu. Yeri gelmişken ölüler neden isyan edip mezarlıktan dışarıya çıkmıyor? Eğer derseniz ki sonuçta fantastik bir ortam büyülü bir yöntemle mezarlık sur altına alındı. O zaman finalde ölülerin özgürlüğüne kavuşmak adına bir anlaşmaya varmaları gerekirdi. Ölüler mezarlık dışına çıkmaya çalışmak yerine bir lanet başlatıyor ki bu lanet normal halkı etkileyen ve Kaymakam beye en ufak bir zarar vermeyen bir lanet?
Kaymakam beyin kalemini elçi olarak mezarlığa göndermesi ölüler için bir anlaşma aracı olmasına rağmen adamı öldürüyorlar. Bu kısım da bence kusurlu. Ardından Kaymakam bey de hiçbir şey olmamış gibi yeni bir kalem atayacağını söylüyor. Eğer biri elçinizi kolayca öldürebiliyorsa sırada siz varsınız demektir. Bu olay sonrasında yine elle tutulur bir karşı harekete kalkışmayan Kaymakam Bey rahatça yemek yemeye devam ediyor ve daha fazla dayanamayan halk iki korucusunu etkisiz hale getirdikten sonra Kaymakam beyi mezarlığa atıyor.
Çelişkileri atlayıp finale gelirsek sonu bana yeterli gelmedi. Ölüler özgürlüklerine kavuştular mı? Nasıl? Ki zaten onları nasıl mezarlıkta tuttuklarına dair hiçbir şey bilmiyoruz 🙂
Kısa öykü olduğunun farkındayım. Tüm bunlar açıklanmış olsa öykü belki on sayfayı aşar benim öykülerim gibi filan olurdu belki. Bunun da farkındayım 😀 Ama yine de bazı kısımlar genişletilse iyi olurmuş.
Üslubunuzda kusur bulamadım. Gayet yerinde, oturmuş. İlk başka söylemiş olduğum gibi öykünüzü çok sevdim. Elinize sağlık tekrar.
”Ne zaman bir muhabbetin sonu gelse, ne zaman birisi diğeriyle sohbeti açmak istese, ne zaman iki kavgalı barıştırılmak istense kaymakam beyin lafı ortaya atılıyordu.”
”İlk randevuna çıkmışçasına elin ayağını dolaşıyor.” Bu iki cümlede de hata var sendeki kısmında düzeltirsen iyi olur.
Ve son olarak kasabalı kaymakam bey’i öldürürken kaymakam bey’in üstlerinin olduğunu da hesaba katmalıydı. Ülkenin kanunları olmalı ve yargılanacaklar elbette. Eğer suç ölülere atılacak ise ölülere karşı devlet tarafından bir harekat düzenlenmeli ki bu da bir iç savaşı doğurur.
Merhabalar,
İmla ile ilgili düzeltme önerileriniz için teşekkürler, iyi yakalamışsınız.
Öyküyü sade tutmak isterken sanırım fazla kapalı bırakmışım. Belirttiğiniz noktalarda gayet haklısınız. Mesela ölülerin mezarlıkta nasıl tutulduğunu, neden isyan etmediklerini direkt vermesem de dolaylı yoldan açıklama sunabilirdim. Siz aklınızdakileri yazınca, yazarkenki düşüncelerim ile sizin okurken gözünüzün önünde beliren imge arasında farkı gördüm. İyi bir tecrübe oldu benim için. Öykü, açıklama getirmek adına biraz genişlemeyi hakkediyor.
İlgilenip uzun uzun yorumladığınız için teşekkür ederim.
Merhabalar. Ben de öncelikle öykünüzü beğendiğimi ifade etmek istiyorum. Sıcak, hatası az, insanı yormayan, akıcı, keyifli bir öykü. Kendimce, son 2 öykünüzde performansınızı artırdığınızı görüyorum. Tebrikler..
Bu öykünüzde, birinci ağız bakış açısını ustalıkla kullanmış olduğunuzu söyleyebilirim. Tatlı bir üslup, yerinde betimlemeler, güzel bir kasaba tasviri var. Mekânı gözümüzde canlandırabiliyoruz.
Gelişme aşamasını da –yan karakterler katarak- akıcı bir şekilde yansıtmışsınız. Sadece kaymakam karakteri biraz havada kalmış. (Zaten sıkıntı da orada ya)
Final çok coşkulu değildi ama kesinlikle okuru rahatsız edecek düzeyde bir sıkıntı değil. Yumuşak güzel bir tonda bitirmişsiniz.
Uzun bir yorum olacak ama, isteğiniz üzerine ve hoşgörünüze sığınarak, belirli noktalara ilişkin birkaç eleştiri daha eklemek istiyorum:
1) Öncelikle kurgu ve olay örgüsündeki boşluklarla ilgili Osman Eliuz’un tespitlerine katılıyorum. Belki de öykünün tek sıkıntılı yanı budur. (ki maalesef ben de kendi hikayemde aynı hataya, daha da kötü olmak üzere, düşmüşüm 🙂 ) Evet öykülerde bunu başarmak kolay olmasa da, anlatılan hikâyede geçen olaylar için “Neden?” sorusu sorulduğunda (gizem katmak amacıyla belirli bazı unsurlar kapalı tutulabilir; ben genelden bahsediyorum) kafada aslında net bir cevap canlanabilmeli. Bu öyküde sanki biraz fazla boşluk var.
2) Hikâyede önemli bir rol üstlenen kaymakam karakteri, tam olarak ete kemiğe bürünememiş gibi. Aslında kendisinden oldukça bahsedilmiş ama Eliuz’un belirttiği gibi etrafında bir muğlaklık var. Bu durum, öykülerde genelde aranan “güçlü etki” unsurunu hikâyenin genelinde zayıflatmış. Uzun lafın kısası, öykünün başlığında dahi adı geçen karakter hikâyenin sonunda net bir portre olarak karşımıza çıkamamış.
3) Aslında öykünün genelinde inandırıcılık (tabii öykünün kendi dünyası içinde) sağlanmış. Özellikle başarılı yansıtılan yan karakterler inandırıcılığa önemli katkı sağlamış. Ama şu kaymakam yok mu 🙂 burada da sorun çıkarmış. Kaymakama çok yüklendik ama, öyküde onun etrafında gelişen olaylar iyi desteklenemediği (sebep-sonuç ilişkisi) için, odak olayda gerçekçilik darbe almış. Ama söylediğim gibi öykü genel olarak başarılı, kardan zarar etmişsiniz bir nevi.
Umarım amatörce eleştirilerimi hoş görürsünüz. Tamamen iyi niyetle (unutmayın öykünüzü beğenmiştim :)) ve sadece kendi penceremden bakarak yorumladım. Değişik bakış açılarından farklı sonuçlar çıkarılabilir. Zaten benzer hataları kendim de yapıyorum. Bu arada kendi öykümle ilgili sizin eleştirilerinizi de beklediğimi eklemek isterim. Tekrar tebrikler..
Merhabalar. Beğenmenize sevindim. Kaymakam konusunda yerden göğe kadar haklısınız. Şöyle bir bakınca şövalye yüzüğü takmasından başka bir özelliği gözükmüyor. “tombul parmağındaki şövalye yüzüğü” dense bile en azından bedensel görüntüsü hafifçe belirirdi. Bu konuda not aldım, ilerideki öykülerimde daha dikkatli davranacağım.
Bu “Neden” sorusunun farkına, bu eleştiriler sayesinde varıyorum. Evet, orada okuyucunun benim aklımdaki gibi boşlukları doldurmasını beklemişim. Aşırıya kaçtığımı görebiliyorum şimdi. En azından okuyucunun kendi aklındaki bir kurguyu destekleyecek noktaları açıkça vermeliydim.
Bu kadar üzerine düştüğünüz için teşekkür ederim.
Merhaba;
Saramago öyküsü gibi başladı her şey benim için. Kaymakam gelinceye kadar ölülerin mezarlık dışında dolaşıyor olmasını son derece doğal sıradan bir olaymış gibi vermişsiniz çok güzeldi. Sonra meşhur kaymakam ve yasaklar geldi. Burası da tamam; sonrasında dişler dökülüyor lanet neden kasabalılara, kaymakam madem öldürülecekti ölüler tarafından lanet niye onun üzerinde değil. Sonra elçinin ölümü ve kaymakamın rahatlığı.
Konu, üslup gayet iyi ama sanırım öyküde yine şu bizim “etkide birlik” konusunda biraz daha durmalı diye düşünüyorum. Her bir cümle için olmasa ne olur çalışmasını da yapmakta yarar var desem olur mu?
Gelecek seçkilerde görüşebilmek dileğiyle
Birkaç hafta önce bir eleştiri yazısında görünce merak edip bir romanını okuma listeme eklemiştim Saramago’nun. Sizin de belirtmeniz üzerine ön sıralara çektim.
Bazı parçaları birbirine bağlamam veya en azından birazcık açıklamam gerektiğini görüyorum. İleriki öykülerimde daha dikkatli davranacağım.
“Her bir cümle için olmasa ne olur çalışmasını da yapmakta yarar var desem olur mu?”
Bu eleştirinizle ilgili olarak – ve özellikle bir süredir yazdıklarımı okuduğunuz düşünülürse- ilk defa fazlalıkları atmak yerine hafif çıkıntılar eklemeye karar verdim. Anlatıcının, nezle olup burnunu çekmesi gibi. Sizin özellikle bu konuyu bulup ortaya çıkarmanız bu konuya bir eksi puan ekledi. Fakat bu eksi puanın aslı nedeni henüz nasıl kullanacağımı öğrenememiş olmamda da yatabilir. Birkaç seçkide daha deneyip öyle karar vermek istiyorum.
Etkide birlik olarak, yüzüğün macerasını göz önünde bulundurmuştum. Kasabaya gelişi, etkisi, el değiştirmesi gibi. Fakat eleştirinizden sonra bu konuda eksik kaldığımı görmeye başladım. Yani sadece öykünün ismine ekleyip işten sıyrılmaya çalışmışım gibi. Tekrar teşekkürler.
Ayrıca okuyup uzun uzun yorumladığınız için teşekkürler. Kayıp Rıhtım ve Nuray Atay öyküleri benim için vazgeçilmez; yani uzun bir süre görüşeceğiz.
Merhaba, öykünüz eğlenceli ve güzel kendini okutuyor. Fakat yukarıda arkadaşların belirttiği değerlendirmelerine katılıyorum. Size tavsiyem; öykü bittikten sonra yüksek sesle okuyun ve imkan varsa başkalarına da okutun. Böylelikle hatalar en aza inmiş olur. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…
Merhabalar, begenmenize sevindim.
Hakllısınız. Açıkcası bu ay yüksek sesle okumayı unutmuştum, hemen farketmişsiniz. Tavsiyeniz ve okuyup yorumladığınız için teşekkürler.
Merhabalar, anlatımınızı çok cana yakın buldum. Okurken tanıdığım birinden sözler duyuyormuşum gibi hissettim, bunun için tebrik ederim. “İhtiyarağlatan” kelimesini ben de çok sevdim. Sadece iki noktaya takıldım; birincisi, çorbacının para sayma makinesi alması. Anlatımcı yaşlı biri ve çocukluğundan bahsediyor. En fazla 1950 yılı, olay Türkiye’de geçiyor, Nigar teyzeden bunu çıkardım, para sayma makinesinin o zamanlar Türkiye’de olabileceğini sanmıyorum. Sanki zamanla uyumsuz bir nesne olmuş gibi.
İkinci nokta ise öykünün başında “Biz ihtiyarlar gerçeği biliyoruz” demişsiniz, son paragrafta ise “Gerçeği sadece ben biliyorum.” demişsiniz. Farklı “gerçeklerden” bahsediyorsanız ilk paragraf biraz daha açıklayıcı yazılabilirdi, aynı gerçekse çelişmiş.
Bir de sağlam dişi dökülen nalbant neden sevinç içinde içeriye koştu, şaşkın olması gerekmez miydi diye düşündüm okurken.Bir önceki cümlede kahkahayı basması sevindiğinden değildi, şaşkınlığındandı. (Sanırım üç noktaya takılmışım, iki değil 🙂 ) Naçizane fikirlerimi belirttim, yapıcı algılarsınız umarım.
Bunlar dışında anlatım hoş, candan. Emeğinize sağlık. Bir sonraki seçkide görüşmek dileğiyle.
Merhabalar,
“Para sayma makinesi” konusunda doğru düşünmüşsünüz. O kısmı hiç eklememeyi düşünsem de denemek için iyi bir fırsat olduğu için kullanmakta karar kılmıştım. Sayenizde nasıl gözüktüğünü anlayabiliyorum.
İkinci kısımda da hakkınız var. Her ne kadar; birinci bölümde: “biz ihtiyarlar gerçeği biliyoruz” derken “cadılar bayramının Kaymakam beyin ölüm günü” ve “gerçeği sadece ben biliyorum” derken “Kaymakam beyin başına ne iş geldiğini” kastetsem de uyarınız, okurken anlam karışması yaşanabileceğini anlamamı sağladı. Bu doğrultusunda ileride daha belirleyici yazmaya karar verdim.
Okuyup yorumladığınız için teşekkürler. Oldukça işime yaradılar.