Bleda, derin düşüncelere dalarak yürümeye koyuldu. Kristal Otağ’ın görkemli kubbeleri ardında kalmış, bahçenin ışıldayan yollarında adımlarını ağır ağır sürükler olmuştu. Bir süre sonra kendini otağın ihtişamlı avlusundan epeyce uzakta buldu. Asardız’ın üç güneşinin altın rengi ışıkları altında derin bir nefes aldı; göğsü sanki yıldızlarla birlikte genişledi.
Bir an irkildi, gözleri büyüdü. “Kim var orada? Çıkın ortaya!” diye haykırdı.
Bahçeyi çevreleyen kristal sütunlar, Bleda’nın sesini yankılayarak uzayın boşluğuna taşıdı. Ardından, sessizliği yaran ayak sesleri duyuldu. Her adım kararlıydı, ağırdı ve sanki toprağın derinlerinde bir uğultu bırakıyordu.
Gölgelerden uzun boylu, siyah pelerinli bir yabancı belirdi. Yüzü yarı karanlıkta gizlenmişti, fakat gözleri… Gözleri gökyüzünde yanıp sönen iki yıldız gibi parlıyordu. Her adımında taş zemin titredi, sanki Asardız’ın kendisi bu adımları tanıyor ve saygıyla eğiliyordu.
Yabancının gür beyaz sakalı ve kısa, griye çalan saçları vardı; bu görünüş, uzun yılların yükünü taşıdığını apaçık gösteriyordu. Bakışlarında hem yargı, hem merhamet saklıydı. Yüzündeki çizgiler, savaşların sert izlerini, bilgeliğin sabırlı işaretlerini taşır gibiydi. O, dış süslerden değil, içindeki kudretten besleniyordu. Ruhsal varlığı bir dağın gövdesi gibiydi: sağlam, sarsılmaz, güven verici. Ama dağın içinden yankılanan uğultular gibi, kalbinde de gizlenmiş bir fırtına hissediliyordu.
Bleda şaşkınlıkla geri çekildi; “Sen… kimsin?”
Adamın sesi, sanki uzayın derinliklerinden süzülüp gelen bir yankıydı: tok, sakince ve apaçık. “Bu duyduğun melodinin sahibi Yırdoğan’dır. O, gezegenimizin yakınında bulunan, sizin ‘ruhlar âlemi’ dediğiniz yerde yaşayan bir ruhtur. Söylediği şarkılarla insanların kalplerinde taşlaşan sevgiyi yeniden filizlendirir. Yılların kuruttuğu dallar, onun melodisiyle tomurcuklanır. Çünkü her nağmesi, göğün sırlarından süzülmüş bir ışık tanesidir.”
Bleda’nın yüreği ürpertiyle sıkıştı. Gözleri daha da büyüdü, dudakları titreyerek sordu: “Bir ruh… şarkılarıyla kalpleri mi canlandırıyor? Göğün sırları… ışık taneleri mi? Bu… nasıl mümkün olabilir?”
Yıldız ışıkları kristal sütunların yüzeyinde kırılırken Bleda’nın kalbine işleyen melodi hâlâ titrek bir damar gibi akıyordu. Bahçeyi çevreleyen gölgelerin içinden gelen o yabancı, adımlarını durdurdu. Yüzünde zamanın örttüğü sırlarla dolu ağır bir ifade vardı.
Tok ve derin sesi, Asardız’ın üç güneşinin ışığını bile gölgede bırakacak bir kesinlik taşıyordu: “Bu evrende her şey olanaklıdır. Sizlerin adında haberdar olduğunuz halde varlığıyla karşılaşmadığınız o alemi biz istersek gidebiliriz. İnsan olarak bedenlenirken o âlemde yaşadığınız anılar silinir. Çünkü sizin imtihanınız, bizlerden daha farklıdır.”
Sözler, Bleda’nın zihnine yıldırım gibi çarptı. İçinde sönmüş bir volkanın lavı gibi gizli sorular kabardı. Eğer ben o âlemde yaşamışsam… orada kimdim? Ruhumda hangi yankıları taşıyorum?
Bleda’nın dudaklarından titrek bir ses döküldü: “O hâlde… benim unuttuğum bir geçmişim mi var? Bu melodi, o geçmişten bir hatırlatma mı?”
Yabancı, gözlerini ona dikti. O gözler, sanki evrenin doğum anını görmüş, yıldızların çöküşünü izlemiş gibiydi. Yavaşça elini kaldırdı. Parmaklarının arasındaki boşlukta görünmez bir dalgalanma başladı. Bahçedeki çiçeklerin yaprakları kımıldadı, kristal taşlar havaya kalktı.
“Unutulmuş olan, kaybolmuş değildir. Ama maalesef siz insanoğluna ruhlar alemindeki anılarınızı canlandıramam çünkü bizim de imtihanımızın bir parçası da budur.”
Bleda’nın gözleri merakla parladı, dudaklarından neredeyse fısıltıya benzer bir ses döküldü: “Peki… beni oraya götürebilir misin?”
Yabancı, bakışlarını kristal sütunlara çevirdi. Üç güneşin ışığı onun yüzünde gölgelerle dans ediyor, sakalındaki beyaz telleri yıldız tozuna dönüştürüyordu. Gözleri, binlerce yılın ağırlığını taşıyan bir bilgenin gözleriydi. Tok ama sükûnetli sesi bahçenin taşlarına yayıldı: “Oraya gidebilmek, yalnızca istemekle olmaz. Ruhlar âleminin kapıları, insana kendi yolunu açmaz. Çünkü sizin imtihanınız, bizlerin imtihanından farklıdır. Siz, unutmayı öğrenerek Tengri varlığını ve kudretini keşfederek yeniden ona ulaşmak zorundasınız; bizse hatırlamayı.”
Bleda, bu sözler karşısında derin bir şaşkınlığa kapıldı. Kalbi, bir yanıyla umutla kıpırdarken diğer yanıyla sarsıldı. Çünkü Yırdoğan’la tanışamayacağını anlıyordu. Melodiyi söyleyen o varlığı görmeye, onunla konuşmaya duyduğu özlem içini yakıyordu. Ama tam o sırada yabancı, düşüncelerinin arasına sızdı. Onun telekinetik gücünün bir parçası olan alıstan duyma**yla, Bleda’nın zihninde sakladığı özlemi okumuştu. Yüzünde sarsılmaz bir soğukkanlılıkla konuştu: “Onunla tanışamayacağın için üzülüyorsun. Kalbinde doğan bu hüznü görüyorum. Ama bil ki Yırdoğan, daha insan âlemindeyken acılarla, hayal kırıklıklarıyla güçlendi. Kalbinin derinliklerinde sakladığı sevgi ışığını melodilerine kattı. Şimdi o melodiler, göğün tellerinden süzülerek gönüllere nakış gibi işlenecek. Yüreklere unuttukları merhameti, gözlere silinen umudu geri verecek. Ve işte o vakit, dünya yeniden insanlaşacak.”
Sözlerin ağırlığı bahçeyi kapladı. Bleda, göğsüne bastırılan görünmez bir el hissetti; sanki kendi kalbinin atışlarını değil, tüm evrenin nabzını duyuyordu. Kristal sütunların yüzeyinde melodinin titreşimi yankılandı. Yapraklar, görünmez bir rüzgârla hafifçe kıpırdadı.
Ve o an Bleda anladı: Alıstan kımıldatırmak, yalnızca maddeyi eğip bükmek değildi. Ruhların melodisini, kalplerin gizli titreşimini, evrenin saklı hatırasını duymaktı. Yırdoğan’ı göremese de onun ışık taneleri artık kendi damarlarında dolaşıyordu.
Bleda, gözlerini yabancının gözlerinden ayırmadan derin bir nefes aldı. İçinde kabaran merak, sanki tüm göğsünü doldurmuştu. Dudakları titredi, fakat bu kez sesinde cesur bir yankı vardı: “Peki Yırdoğan… insan olarak doğdu mu yaşadığım gezegene?”
Yabancı, bir an sessiz kaldı. Bleda’nın sorusu, bahçedeki kristal sütunlara çarpıp geri dönerken zaman da duraksamış gibiydi. Ardından yabancı, bilmezlik ile bilenlik arasındaki ince çizgide bir beden hareketi yaptı; omuzları hafifçe kıpırdadı, elleri yere doğru ağırlaştı. “Bilmem” der gibiydi… Ama gözlerinde saklı olan kararlılık, sözlerinden daha gür bir gerçeklik taşıyordu. Sonra sesi, göğün derinliklerinden kopup gelen bir yıldırım gibi bahçeyi doldurdu: “Senin doğduğun gezegendeki zaman ile buradaki zaman aynı değil. O yüzden ‘şimdi’ dediğin şey, belki de çoktan yaşandı. Belki Yırdoğan doğmuştu… ya da doğduğu anı bekliyordur. Yazgında varsa onunla tanışırsın insanoğlu. Fazla merak iyi değildir insanoğlu!”
Sözleri öyle bir gürledi ki, sütunların kristal yüzeyinde ışık dalgaları yayıldı. Çiçekler irkilmiş gibi yapraklarını kapadı, taş zemin titredi. Bleda’nın kalbi bir an için göğsünden çıkacak gibi çarptı. Bu sözler, bir uyarıdan öte; kaderin dokusuna işlenmiş bir kehanet gibiydi.
Bleda başını eğdi, ama gözleri hâlâ o yabancının gözlerinde asılı kaldı. Zihninde binlerce soru fırtına gibi esiyordu. Yırdoğan gerçekten doğmuş muydu? Yoksa hâlâ yıldızların ötesinde, doğacağı anı mı bekliyordu? Ve ben… yazgımda onunla tanışmak var mıydı?
O an, melodinin kalbine işlediği titreşim yeniden yükseldi. Ama bu kez melodinin altında farklı bir tını vardı: sanki alıstan kımıldatırma* kudreti, onun sorularına cevap vermek istercesine evrenin nabzını kalbine taşıyordu.
Bleda, melodinin damarlarında dolaşan o derin titreşime kendini bırakmıştı. Sorular zihninde fırtına gibi esiyor, cevapların bir türlü ete kemiğe bürünmediği o an, sanki zaman kendi akışını unutmuştu. Dudaklarının kıyısına takılıp kalmış bir soru vardı; ne kadar istese de diline getiremiyordu.
Tam o sırada yabancının gözleri daha da parladı. O gözler, gökyüzünde patlayan yıldızların anısını taşıyan birer cevher gibiydi. Bleda’nın zihninin kıvrımlarına eğildi, onun aklının ucunda dönüp duran soruyu işitti. Ve o ana kadar sessiz kalan dudakları, evrenin yankısı gibi ağır bir açıklama döktü:.“Aradığın isim, çoktan yazgına dokundu, insanoğlu. Ben, Asardız’ın kadim bahçelerinde alıstan kımıldatırma kudretiyle yankılanan şamanım. Ben Otagan’ım.”
Bahçenin üstünde ansızın bir uğultu yayıldı. Kristal sütunların yüzeyinde gökkuşağına benzer ışık çizgileri dolaştı. Taş zemin titredi, dallar birbirine sürtünerek eski bir dua mırıldanır gibi hışırdadı. Otagan’ın adı, Asardız’ın kalbine mühürlenmiş kadim bir sır gibiydi.
Bleda’nın yüzü solgunlaştı, kalbi göğsünde hızlı hızlı çarpmaya başladı. Şaşkınlıkla geriye bir adım attı. Gözleri büyümüş, dudakları titrek bir sesle döküldü: “Otagan mı?… Demek sen o efsanelerde anlatılan kişisin. Peki neden beni buraya çağırdın?”
Otagan’ın yüzünde hüzünle yoğrulmuş bir tebessüm belirdi. Başını ağır ağır sağa sola salladı, üç güneşin ışığı sakalındaki beyaz tellerin üzerinde titreşti. Sesinde hem merhamet, hem de kesinlik vardı: “Hayır, Bleda Gençay. Seni buraya çağıran ben değilim. Seni çağıran, Yırdoğan’ın melodisiydi. Ruhun, içinde taşıdığı yalnızlığın ağırlığıyla o sese kulak verdi. Çünkü melodiler, yalnızca kulaklara değil ruhların en derin çatlaklarına işlenir. Sen de bu sesin izinden yürüyerek buraya geldin.”
Bir an sustu. Elleriyle havayı kavrar gibi bir hareket yaptı. Bahçedeki kristal taşlar birden yükseldi, görünmez bir ritmin peşine takılmışçasına yavaşça dönmeye başladı. Otagan’ın sesi bu görüntünün ortasında yeniden duyuldu: “Ben sadece senin peşinden geldim. Çünkü bu tanımadığın gezegende, bu kadim bahçelerde başına neler gelebileceğini bilemezsin. Burada ışık da vardır, karanlık da. Yırdoğan’ın melodisi seni çağırdı ama seni kötülüğün de fark etmesini engellemek için yanında olmam gerekti. Ben senin rehberin değilim, koruyucunum.”
Bleda, duydukları karşısında derin bir sarsıntı hissetti. Kalbinin içinde dalgalar kabarıyordu. Yırdoğan’ın melodisine gerçekten kendi yalnızlığı mı cevap vermişti? Yoksa bu bir kader mi, yoksa tesadüf müydü? “Ruhum… yalnız mıydı?” diye fısıldadı kendi kendine.
Otagan, onun sözünü işitti. Yavaşça yaklaştı, gözleri iki yıldız gibi ışıldadı: “Herkesin ruhu, evrenin bir köşesinde yalnızdır, Bleda. Ama o yalnızlık, melodilere açılan kapıdır. Senin yolculuğun şimdi başlıyor. Yırdoğan’ın şarkısı seni çağırmaya devam edecek… fakat her çağrı, seni hem ışığa hem de gölgelere yaklaştırır.”
O anda Bleda’nın damarlarındaki melodi yeniden canlandı. Fakat bu kez daha güçlü, daha derin bir yankıydı. Sanki alıstan kımıldatırma gücü, ruhunun gizli yarıklarından dışarıya taşarak etrafındaki kristalleri titretiyordu.
Otagan’ın gözlerinde hem gurur hem de uyarı dolu bir parıltı belirdi: “İşte bu! Alıstan kımıldatırma … sende uyanıyor. Ama unutma, bu kudret seni ya kendi ışığına taşıyacak ya da kendi gölgende boğacak.”
Otagan, hiçbir açıklama yapmadan “gel benimle” dercesine elini havada bir yay gibi kıvırdı; pelerininin koyu kıvrımları üç güneşin ışığında ağır ağır dalgalandı ve öne doğru yürümeye başladı. Kristal sütunların arası, bitkilerin camî yapraklarının çıkardığı çıtırtılarla bir tünel gibi açılıyordu.
Bleda ise yerinde mıhlanmıştı. Yabancı bir gezegenin kokusu, taşların içinden gelen uğultu, damarlarında çınlayan melodi… hepsi bir anda üstüne çökmüş bir gölge gibi ağırdı. Korku, kalbinin kapısına yumuşak bir el gibi dokundu; ardı sıra, kaygı ince bir bıçakla düşüncelerini tırtıklamaya başladı. Ayağı geri gitmek istedi.
Otagan, ellerini arkada kavuşturmuş hâlde durdu, başını yarım çemberle geriye çevirdi. Gözleri Bleda’yı buldu; bakışında ne sitem ne acele vardı—yalnızca kadim bir sabır. “Korkuyu yanında taşı,” dedi sakince “ama ona kılavuz olma.”
Sonra parmaklarıyla havada görünmez bir çizgi çekti. Bahçenin kıyısında, siyah camdan bir uçurum gibi yarılan zemin titreşti; yüzeye gömülü kristaller birer birer kabarıp su damlası gibi yükseldi. Gümüşi parıltılar, havada bir merdiven oluşturdu. Basamaklar, melodinin ritmine uyarak yavaşça soluk alıp veriyor, her nefeste varlığını pekiştiriyor, bir sonraki nefeste sanki yokluğa yaklaşır gibi soluyordu. “Asardız seni tanımak istiyor.” dedi Otagan. “Burası adımlarınla değil niyetinle atlanır.”
Bleda yutkundu. Niyeti, korkunun gölgesinde titreyen küçücük bir ışık gibiydi. Gözlerini kapadı; Yırdoğan’ın melodisi, uzaktan esen ılık bir rüzgâr gibi göğsünden geçti. Korku geçmeyecek diye düşündü ama ben geçeceğim. Gözlerini açtığında ilk basamak sanki onu bekliyordu.
Ayağını uzattı. Basamak incecik bir zil tınısıyla cevap verdi; altındaki boşluk kısa bir an için sonsuz göründü, sonra camın içinden bir damar gibi uzayan ışık ayağını taşıdı. Bleda ikinci adımı da attı—melodi bu kez daha belirginleşti; taşların derinlerinde bir nabız gibi atan ritim, yüreğinin atışına denk düşüyordu.
Otagan basamakların başında onu izliyordu.“ Alıstan kımıldatırma” dedi. “maddeye buyur etmek değil maddeyi hatırlatmaktır: ‘Sen insansın.’ Bunu unutma.”
Üçüncü adımda, köşedeki bir sütun homurdandı. Uzakta bahçenin gölgeli kıyılarından isli bir dalga sürünerek yaklaştı; melodiyi duyan bir açlığın şekilsiz yankısıydı bu. Basamakların ucu titredi, bir anlığına sönüp yeniden yandı. Kaygı, Bleda’nın ayak bileklerine kadar yükseldi.
Otagan, bir emir vermedi; yalnızca bakışlarını Bleda’nın alnına, görünmeyen bir kapıya çevirdi.“Hatırla,” dedi fısıltıyla “yürümesini topraktan öğrenen adımlar, dengeyi gökten alır.”
Bleda nefesini ağırlaştırdı. Melodiyi göğsünde toplamaya çalıştı—sanki kalbine dokunan ince bir tel, bütün sesi kendi içine çekiyor ve sonra dışarıya, cam basamakların damarlarına geri üflüyordu. Uzakta sürünen isli dalga, bir duvara çarpmış gibi duraksadı. Basamaklar bir an sarsıldı, sonra berraklaştı; Bleda’nın ayaklarının altında, ışık daha tok, daha güvenli bir tona büründü.
Dördüncü adım, beşinci adım… her biri, unutuşun üstüne çizilen küçük bir hatırlayıştı. Bleda karşı kıyıya vardığında, Otagan başını eğerek onu selamladı. “Kendi gölgeni geçtin.” dedi. “Şimdi gölgen de sende yürüsün.”
Bleda geriye baktı: az evvel tir tir titreyen merdiven, şimdi sabit bir yankı gibi bahçenin boşluğunda asılı duruyordu. Uzakta, isli dalga yavaşça geri çekilip karanlığa karıştı. “Nereye gidiyoruz?” diye sordu Bleda, sesinde yeni doğmuş bir sükûnetle.
Otagan, bahçenin daha derinine, sütunların giderek maviye çalan koridoruna işaret etti. “Benim otağıma gidiyoruz.” dedi. “Orada öğreneceğin ilk şey şu olacak: İnsan bedenine hapsolan ruhun alıstan kımıldatırma gücünü uyandıracak testler yapacağız.”
Otagan’ın otağı, geceye dönen göğün altında bir kalp gibi atıyordu. Monolitlerin yüzlerinde gezinen ışık çizgileri ağırlaştı; taşların içinden gelen o ince mırıltı, sanki beklemekten yorulmuş bir sabırdı.
“Şimdi uyandırma denemesi,” dedi Otagan. “Az önce öğrendiklerin eşiğin dersleriydi. Asıl kapı şimdi.”
Bleda, çemberin merkezine geçti. Otagan avuçlarını yanlara açtı; hava, görünmeyen bir su gibi dalgalandı. Yerden, toz tanesi kadar küçük kristaller yükselerek Bleda’nın çevresinde inci taneleri gibi dizildiler. Üç güneşin ışığı bir anlığına soldu; otağın kubbesinde derin bir sükût oluştu.
“Melodiyi çağır, nefesinle besle…” diye fısıldadı Otagan.
Bleda gözlerini kapadı; nefesi usulca genişledi, kalbi ritmi saydı. Düşünce, duaya benzer bir serinlikle dağıldı. Bekledi. Bekledi. Hiçbir şey olmadı. Kristal taneleri sönük kaldı; monolitlerin üzerindeki çizgiler, suya atılan halka misali bir süre titreşti, sonra düzleşti. Bleda tekrar denedi—nefesini daha derinden aldı, melodiyi göğsünden itip dışarı vermek ister gibi… Yine olmadı. Taşlar, yabancı bir dili işitmiş gibi suskundu. Bleda’nın boğazı düğümlendi. “Neden… çalışmıyor?”
Otagan, onu uzun uzun süzdü. Bakışında yargı değil, çözüm arayan bir dikkat vardı.
“Çalışmıyor değil.” dedi sakince. “Bir şey seni içeriden tutuyor. Alıstan kımıldatırma bazen kapı değildir; kapının önündeki düğümdür. Düğümü çözmeden geçilmez.”
Bleda, başını eğdi. İçinde, derinlere gömülmüş bir taşın soğuğunu hissetti. “Korku mu?”
“Yalnız korku değil,” diye karşılık verdi Otagan. “Kırılmamış sözler, söylenmemiş veda, kendi kendine bağışlamadığın bir hata… Hepsi maddeden önce madde olur. Taşı kıpırdatmadan önce, kalbindeki taşla konuşman gerekir.”
Otağın ışığı biraz daha kısıldı; monolitlerden biri tiz bir notayı yoklar gibi titredi, sonra sustu. Bleda üçüncü kez denedi. Nefesi kusursuzdu, adımları dengeliydi, çağrısı berraktı—ama kristaller yerlerinden kımıldamadı. Sessizlik, sonuçtan daha ağırdı.
Bleda’nın omuzları çöktü. “Demek bende yok.”
Otagan bir adım yaklaştı, avucunu Bleda’nın göğsü önünde, değmeden tuttu.
“Yanılıyorsun. Sende var; hatta geldiğin andan beri var.” dedi Otagan, avucunu Bleda’nın göğsü önünde, değmeden tutarak. “İnsan bedeni bu gücü açığa çıkarmaya zorlayabilir; çalışmayla zaman içinde alıstan kımıldatırmayı uyandırırsın. Ama sende başka bir şey daha hissediyorum.”
Bleda başını kaldırdı. “Başka bir şey mi?”
Otagan’ın gözleri, Bleda’nın gözleriyle buluşturarak “Ruhun gücünü his ediyorsun. Sevgi’nin enerjisini görüyorsun. Senin gezegeninde imtihanınızda yasaklanan bir şeyi gerçek sevginin anahtarı olarak görüyorsun.”
Otagan’ın sözleri otağın taşlarına kadar işledi;“Ruhun gücünü hissediyorsun. Sevginin enerjisini görüyorsun. Sizin gezegeninizde imtihanınızda yasaklanan bir şeyi, içinde ‘gerçek sevginin anahtarı’ olarak seziyorsun.”
Bleda’nın rengi attı. Gözbebekleri, ansızın büyüyen bir hatıranın kenarında dondu. Boğazı kurudu; kalbinin içinden ince bir ürperti geçti. Biliyordu. Anahtarı biliyordu. Hem de, sınavında yasaklı olmasına rağmen, birkaç kez kapısını yoklamış, o kapıdan yalnızca bir anlığına içeri bakmıştı. Orada bir ışık vardı: insanı kendine çağıran, ama dokunduğu kaderi de sessizce değiştiren.
Şimdi, karşısında başka bir âlemin şamanı duruyordu; onun imtihanının kurallarını bilmiyordu. Bu yüzden çekimserdi. “Ben… buranın sınavını bilmiyorum.” dedi kısık sesle. “Bizde o anahtar, iradeyi bağlar diye saklanır. Bağlanmış irade, imtihanın terazisini bozarmış derler.”
Otagan, bir taşın yüzünü okur gibi Bleda’nın yüzünü inceledi. Tepkisinde ne hayret ne yadırgama vardı, yalnızca anlaşılmış bir sızıyı onaylayan bir sükûnet. “Sizin dünyanızda yasak olan,” dedi, “burada ihtiyatla tutulur. Çünkü o anahtar, mühürlemek için değil emanet etmek içindir. Bir sevgi, iradeyi bağlamakla değil; iradeyi korumaya niyet etmekle büyür. Mühür, zincir; emanet, köprüdür.”
Otagan’ın sözleri, taşların iliklerine işlenmiş yazı gibi sustuğunda otağı bir ürperti dolaştı. Bleda’nın yüzündeki kaslar kasıldı; gözleri kaçacak bir ufuk aradı. İçinde ansızın bir hatıra kabardı—eski anlatıların kül kokusu: Lût kavmi helakı. Yüreğine, Tengri korkusu çivi gibi çakıldı. “İrade bağlanırsa imtihan bozulur.” diye fısıldadı kendi içine; ayağı geriye kaydı.
Otagan, bu geri çekilişi duydu. Sözle değil, nefesle yaklaşarak aradaki mesafeyi yavaş yavaş eritti. Gölgesi, Bleda’nın göğsüne değmeyecek kadar durdu; sonra bir adım daha… Bleda’nın içinden fırtına geçti. “Karşındakinin imtihanına leke sürme.” diyen kadim bir ses, kalbinde taş gibi ağırlaştı. Omuzları sertleşti; geri kaçmak istedi.
Tam o sırada Otagan, iki eliyle Bleda’nın kollarını kavradı—zorlamak için değil, kaçışı durduran bir sınır gibi. Avuçlarının ısısı, buz tutmuş suya düşen bir kıvılcım kadar ölçülüydü. “Dur,” dedi, sesi kırılmadan; yalnızca zemini hatırlatan bir ağırlıkla. “Ben seni tutuyorum, çünkü bağlamak için değil düşmeni önlemek için.”
Bleda’nın göğsü hızlandı. Korku, sezgilerinin üstüne kalın bir perde çekmek üzereydi. Otagan’ın gözleri sarsılmadı; tutuşunu bir an bile sıkmadı, yalnızca sabit kaldı. Sonra ellerini usulca gevşetti ve aralarında görünmeyen bir halka tuttu: iki avuç arasında, ince, soluk bir ışık çemberi belirdi.
Otagan bir adım daha yaklaştı. Sanki üç güneş, ışıklarını onun yüzünde tek bir ırmakta birleştirdi. Aralarındaki çember, bu kez sıcak bir kıvılcım gibi titreşti; bir köprü, iki imtihanın üstüne gölge düşürmeden uzadı.
Otagan, tam burun buruna geldiklerinde, başını azıcık eğdi. Dudakları, bir nefeslik mesafede asılı kaldı; ne karanlık vaat, ne acele—yalnızca niyetin tartısı. Bleda’nın kalbi bir ritim buldu; Gerçek Sevginin Anahtarı, ikisinin ortasında çiçek açar gibi genişledi. Taş sütunlar, derinden bir “hû” çekti; monolitlerin çatlaklarında gümüş çizgiler kıvılcım oldu.
“Gerçek sevgi,” diye fısıldadı Otagan, “mesafeyi inkâr etmek değil ona adalet vermektir.”
Tam o an… Yıldızların ilahi melodisi bir bıçak gibi kesildi. Bleda’nın kalbi, bu ani suskunluğa dayanamadı; damarlarındaki melodi bozuldu, göğsünden bir uğultu yükseldi. Dizleri çözülüp titredi, gözleri karardı ve olduğu yere yığıldı.
Otagan refleksle eğildi, ama dokunamadı. Çünkü o anda otağın kubbesinde yankılanan başka bir ses belirdi: Ne insan ne de Asardızlı bir sese benziyordu; derin, gök gürültüsü gibi bir ihtar…
“Otagan!”
Söz, otağın taşlarını titretip kristal sütunlarda gümüş çatlaklar uyandırdı. “İnsanoğlunun imtihanında yasaklanan gerçek sevginin anahtarını sakın deneme! Irklar arasında sınav farklılığından dolayı evrensel denge bozulabilir. O temasla iki ırk arasında güç aktarımı gerçekleşir. Ondaki ‘nefis’ denilen duygu sana geçerse insanlığın en büyük düşmanı olan Erlik’in vesveseleri seni de yönetebilir. Sendeki alıstan kımıldatırma yahut başka kudret ona geçerse onun organik bedeni bu yükü kaldıramaz. Böylece onun yazgısına müdahale etmiş olursun!”
Sözler, gökten inen şimşekler gibi otağı doldurdu. Otagan’ın yüzü bir an soldu; sakalındaki beyaz teller, fırtınanın ışığıyla kaskatı parladı. Gözlerinde, yılların bilgeliğine gölgeler düşüren bir şaşkınlık vardı. Yavaşça başını kaldırdı; otağın kubbesine, sesin kaynağına bakar gibi. Dudakları titredi ve nihayet fısıldadı:
“Sen… Kımıldatırağan sesisin…”
Bu ismin yankısı otağı sarstı. Sanki Asardız’ın kadim tarihinde mühürlenmiş bir hakikati anmıştı. Kımıldatırağan — alıstan kımıldatırmanın ilk ustası, ırklar arasındaki dengeyi kuran efsanevi bilge.
Ama tam o anda, Otagan’ın sözleri kubbede yankılanırken Bleda’nın göğsünde solgun bir ışık kıvılcımı belirdi. Işık, kendi iradesiyle çarpan bir kalp gibi yavaşça genişleyip otağın taşlarına vurdu.
Otagan’ın gözleri büyüdü. “Hayır… bu olmamalıydı.”
Işık, melodinin sustuğu yerde kendi şarkısını başlatıyordu.
** Telepati (Hellence): Alıstan duyma (Arı Duru Türkçe)
* Telekinezi (Hellence): Alıstan kımıldatırma yani uzaktan (Türkiye Türkçesi yerel sözü) hareket (Arapça) ettirmek sözünün Arı Duru Türkçe karşılığıdır. Arapça’dan alınan hareket sözünün karşılığı; Kazak Türkçesi’ndeki yerel sözü olan kıymıl’tır.
- Kımıldatırağan’ın Damgası - 1 Kasım 2025
- Yeniden Yedi Numara “Soğuk Karartı” - 15 Ocak 2025
- Usagi – Hayat Devam Ediyor - 1 Kasım 2022
- Kadagan’ın Kehaneti - 1 Eylül 2022
- Soltu ve Doğuç - 1 Ağustos 2022
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.