“Böylece kirlenmiş ırk…”
Adam elindeki kumaş parçasını iyice karnına bastırdı ve uyumamaya gayret ederek gözlerini hızlı hızlı kırpıştırdı. Loş ışık ve camın ardındaki gece karanlığı uyuması konusunda ısrar etmesine rağmen uyursa öleceğini biliyordu. Neredeyse boş vagonda en azından yardım edebilecek biri olmasını diledi; ama hemen çaprazındaki oturaklara oturmuş olan ufak çocuk dışında vagon boştu. Uyumamalıydı. Yaşlı vücudu bunu kaldıramazdı.
Adam kanlı gözleriyle çocuğu süzdü. Yeşil ve kısa pantolonu fazlasıyla temizdi. Üzerindeki uzun kollu siyah gömleğin ise kolları hafif kırışmıştı. Beyaz çorapları siyah kundura ayakkabılarının üzerinde neredeyse dizlerine kadar ulaşıyordu. Çorapların tepesindeki mavi-kırmızı işlemeler fena halde nostalji kokuyordu.
Eskilerin saflığı…
Adamın gözüne çocuğun gömleğinin cebindeki ufak bir flüt takıldı. Flütün özellikle dikkat çeken bir yanı yoktu. Sarımsı yüzeyinin üzerindeki gümüşi işlemeler hoş duruyordu ve hafifçe göz alıyordu. Adam işlemelerin gerçekten de gümüş olup olabileceğini düşünmedi. Flütün o sarımsı tabakasının belki de altına batırılmış olmasından kaynaklandığından şüphelenmedi. Flüte bir enstrüman gibi bakmadı. O…
Tren hafifçe sallanınca adam sıçradı. Az kalsın uyuyordu işte. Uyumamak için çaresizce etrafa baktı.
Beyaz ve soluk ışık. Ne sarı huzmelerin ev tadındaki sıcaklığı ne de karanlığın sonsuz dinginliği; ak ve loş. Vagonun tavanındaki lamba ara ara yanıp sönmesine rağmen karanlığı pek az hakim tutuyordu. Hakimiyeti kendi eline aldığındaysa yüzeysel olarak aydınlatıyor, karanlığın da gönlünü hoş tutmak için ücra köşelere dokunmuyordu.
Beyaz ve soluk…
Vagonun badanaya feci halde ihtiyaç duyan duvarları ışık altında kükrerken birkaç an süren karanlıkta mışıl mışıldı. Geçen senenin temmuz ayında henüz tayini çıkmış valinin yanında oturan ve teyzesini görmeye giden çocuk tarafından, bir can sıkıntısı anında duvara çizilen iki boyutlu aslanlar, trenin istikrarsız sallanmalarında canlanıp savaşıyorlardı. Çocuk da savaşmaları için çizmişti zaten. Şimdi teyzesinin yatağında, annesinin nasıl öldüğünü dinlerken bu aslanlar hatrında değildi; ama bir kez olsun aklına gelmişti. Bu aslanlar için yeterliydi; hatırlanmak.
Valinin yanındaki çocuk onları bir daha hatırlamadı.
Çocuk.
“Bu saatte trende ne işin var, ufaklık?”
Çocuk ona iri gözleriyle baktı. Çok güzel ve saftı gözleri; sanki hafifçe kırmızıydı ama etraf loş olduğundan kesin bir şey söylemek güçtü. Çocuk utangaç bir tavırla kafasını diğer tarafa çevirince adam tekrar önüne döndü. Birkaç dakika sonra çocuk adama kesik kesik bakışlar atmaya başladı. Adam hafifçe gülümsedi. Bakışları tekrar flüte gitti; ama çocuk konuşmaya başladı. “Abimden kaçıyorum.”
“Neden peki?”
“Çünkü beni eve götürmek istiyor.”
“Sen eve gitmek istemiyor musun?” çocuk başını hayır anlamında iki yana salladı. “Orada sana kötü mü davranıyorlar?”
Çocuk başını yine iki yana salladı; ama konuşmadı. Birkaç dakika daha geçti. Tren durdu ve kapılar açıldı. İçeri kimse girmedi.
“Karnın kanıyor.”
Adam yeni görmüş gibi yarasına baktı ve şaşırmış gibi yaptı. “Aman Tanrım. Demek karnım bu yüzden ağrıyormuş.” Çocuk utangaç bir kahkaha koparınca adam da gülümsedi. “Halbuki akşam yemeğinden sonra yediğim fazla turtaların karnımda bir isyan başlattığından emindim.” Göz kırptı. “Belki de yarayı onlar yapmıştır, ha?”
Çocuk ciddi bir şekilde başını salladı. “Turtalar insanların karınlarından çıkmaya çalışmaz. Bence orayı bir şeyle kestin.”
“Öyle mi dersin? Ben turtalar konusunda ısrarlıyım.” Kanlı elini gösterdi. “Bak. Pekmezli yemiştim ben de.”
Birkaç durak hiçbir şey konuşmadılar. Sonra çocuk iri gözlerle tekrar adama baktı. “Ölecek misin?”
Adam gülmeye çalıştı; ama gülemedi. Canı yanmaya başlamıştı. “Bilmiyorum.”
“İstersen dikebilirim. Abimin de bir kılıcı var ve dikkatsiz davranıp yaralandığında, yaralarını hep ben dikerim.”
“Sahi mi? Bunu denediğini görmek isterim doğrusu.” Çocuk hevesle doğruldu. “Ama ne yazık ki bu bir kesik değil. Kurşun.”
Çocuk yüzünü buruşturdu. “Kurşun mu?” Yerine geri oturdu. “Nasıl peki? Acıyor mu?”
“Evet.”
“Kaç yaşındasın?”
Adam biraz düşündü. “Ellilerin ortasındayım sanırım. Sen?”
Çocuk cevap vermedi. Kapılar tekrar açıldı ve içeri yine kimse girmedi. Hafif bir rüzgar eşliğinde otomatik kapılar kapandı. “Bana ailenden bahset. Neden kaçtın?”
Çocuk yine sessiz kaldı.
Adam gözlerini yine kapanırken yakaladı. Zorlayarak göz kapaklarını tekrar yukarı itti. Bu işler için artık çok yaşlıydı.
“Birini öldürdün mü hiç?” diye sordu çocuk aniden. Önüne, yere bakıyordu. Sesindeki derinlik bedeniyle ters orantılıydı.
Adam nasıl bir yanıt vereceğini düşündü. Gerçekten çok uykusu vardı. “Evet.” Dedi fısıldar gibi. “Hem de çok.” Çocuğun gözlerindeki keder onu etkilemedi.
“Pişman mısın?” diye sordu çocuk yalvarır gibi.
Neden yalan söyleyecekti… “Hayır.”
Karıncalar kendi ağırlıklarının…
“Öldürmek iyi bir şey değildir. Babam böyle söyler hep. Eğer biri birini öldürürse cezalandırılmalıymış. Abim de ona katılıyor…”
…O yeşil yazlığı hiç satmayacaktı. Neden satmıştı ki? Bahçesinde ağaçlar vardı ve o ağaçların altında da bir hamak. Hamak da uyumak isterdi şimdi. Karısı onu sallıyordu… Güzel bir hayaldi.
“…çünkü cezalandırılmazsalar diğer insanların da zıvanadan çıkacağını düşünüyor…”
Hayalini tamamen canlandırabilmek için gözlerini kapattı. Ah, güzel eşi… “Baban, ha? Benim babam da öldürmenin kötü bir şey olduğunu söylemişti sanırım bir keresinde.”
“Onu dinlemeliydin.” Dedi çocuk bilgece. “Babanı dinlemelisin.”
“Sahi…sen…sen…” deve kuşları bulutların üzerine mi çıkmıştı? Hayır, deve kuşları uçamazdı. Annesi deve kuşlarının uçamayacağını, çünkü eğer havadayken yumurtlarlarsa o büyük yumurtaların birisinin kafasına düşebileceğini ve birinin yaralanabileceğini söylemişti. Deve kuşları uçmuyordu. Demek ki bulutlar yere inmişti…
“Ben?” diye teşvik etti çocuk. Ses tonundan bunu ilk kez söylemediği anlaşılıyordu.
“Ha? Ha, tabi. Sen… sen, evden kaçmamış mıydın? Babanı neden dinlemedin?”
Çocuk büzüldü. “Yapmalıydım. Babam çok üzgün görünüyor ve her gün daha da üzülüyor. Bekleyeceğim, diyor. ‘Bana dönmelerini bekleyeceğim.’ Onun üzülmesine dayanamıyorum. Bu yüzden kaçtım…”
…isim konusunda çok tartışmışlardı; ama karısı ısrarcıydı. Hem güzel hem ısrarcı. O gülüşü yok mu? Ah, güzel…
“Demek kaçtın. Hmm…” şimdi üniversitede olsa hangi bölümü okurdu acaba? Mühendislik, tıp? Hayır. Sayı adamı değildi o. Sözler. Evet, sözler. Sözlerin gücünü iyi bilirdi… “Baban kaçmana daha çok üzülür bence.”
Çocuk kararsız göründü. “İlk başta, evet; ama bir süre sonra çok mutlu olacak. Eminim.” Mutlu bir şekilde gülümsedi.
Adam gözlerini hafifçe araladı. “Nedenmiş o?”
“Çünkü…” gömleğinin cebinden flütünü çıkardı. “Bunu çalacağım. Bunu iyi çalarsam, döneceklermiş. Öyle demişti bir keresinde. Onlar dönünce de babam artık mutsuz olmayacak.” Bembeyaz dişlerini göstererek sırıttı. “Eğer insanlar kötüyse bunu çalarım ve her şey düzelir.”
Adam omuzlarını gererek iyice geriye yaslandı ve duruşunu rahatlattı. Çok kan kaybetmişti. Böyle giderse… “Kim dönecek ki?” diye sordu gözleri kapanırken.
Çocuk tam cevap verecekken tekrar kapı açıldı ve içeri pis, pasaklı bir genç girdi. Gözleri etrafı hızlıca taradı. Alkol, sigara ve muhtemelen uyuşturucu. Uzun ve yağlı saçlarının hemen altına ulaşan kaşları bile pisti. İri göz bebekleri kafasının pek de yerinde olmadığını gösteriyordu.
Çocuğu görünce ileri doğru yürümeye başladı; ama hemen çocuğun çaprazından oturan adamın sert gözleriyle karşılaşınca durakladı. Karnındaki yarayı gördüğündeyse daha fazla teşvike ihtiyacı yoktu. Kapı kapanmadan dışarı çıktı.
“Neydi o?” diye sordu çocuk safça.
“Serserinin teki. İşte bu yüzden bu saatte buralarda dolaşmamalısın. Ben olmasam büyük ihtimalle seni soyardı.”
Çocuğun gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Neden? Ben ona bir şey yapmadım ki?”
Adam cevap vermekle uğraşmadı. Tren hafifçe salladı.
“Karnında neden bir kurşun var?”
Adam tekrar sıçrayarak dalmak üzere olduğu düşten uyandı. Lanet yara çok acıyordu. “Çünkü adamın biri beni vurdu.”
“Neden?”
Ne kadar masum… “Çünkü karısını öldürdüm.”
Çocuk içinden bir şey kopmuş gibi durdu ve dudağını çiğnemeye başladı. Eli sürekli flütüyle oynuyordu. Titrek sesiyle tekrar sordu. “Neden?”
“Çünkü…o adam benim karıma…kötü şeyler yapmıştı.”
“Neden…neden karısı? Onun suçu neydi?”
“Suç,” adam tükürdü ve hafifçe güldü. “Sokayım suçuna.” alışık olduğu üzere sigara almak için elini gömlek cebine uzattı. Sigara yoktu. “Onu neden öldürdüm? Suçlu olduğu için değil. Evet, bunu söyleyebilirim.” Diğer cebinde de yoktu. “Lanet olsun. Neden öldürmeyeyim?” sertçe burnundan nefes verdi. “Akşamları gezen ve adalet dağıtan bir yargıca mı benziyorum, çocuk? Onu öldürmek için suçlu mu bulmam gerek. Suçu neymiş? Hah! Suçu yoktu ve ölürken tam gözlerime bakıyordu. Tam buraya.” Sol eliyle ellerlini gözlerinin üzerinden geçirdi. “hamile olduğunu ve kocası olduğunu söyledi. Bana! Benim karımın kocası yok muydu? Peki onun suçu neydi, çocuk? O neden öldü, ha?” çocuk cevap vermedi, başını bile kaldırmadı. “İşine gelince konuşuyorsun demek.” Sigarasını popo cebinde buldu. “Piç kurusu.”
Tren aniden sallanınca adam çakmağını düşürdü ve sonraki birkaç dakikayı onu almakla geçirdi. Çakmağını alıp sigarasını yaktığındaysa yüzü ter içinde kalmıştı.
“Ağzına kadar nefret dolusun.”
Adam okunmaz bir ifadeyle baktı çocuğa. “Evden kaçmakla doğru bir zaman seçmişsin ufaklık.” Son nefesiymiş gibi dumanı yutarcasına içine çekti. “Gerçekle ileride yüzleşmektense, gençken yüzleşmek iyidir.”
“Sen? Sen insanların kötü olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Evet. Hem de çok.”
Çocuk elini cebine attı ve flütünü çıkardı. “Sana bir şeyler çalmamı ister misin?” elini flütün üzerindeki oymalar üzerinde gezdirdi. Altın rengi flüt sanki daha bir parladı. Küçük parmakları ufak boşluklar üzerinde yerini bulurken, iri gözleri uzaklara daldı. “Ama tek bir nota biliyorum.” dedi yavaşça. Flütü dudağına yaklaştırdı ve bu kez soru dolu gözlerle adama baktı. “Çalayım mı?”
Adam yine gözlerini kapatmıştı. Rahatsızca homurdandı ve tek gözünü açtı. “Evlat, ne istersen onu yap. Artık yoruldum.”
“Yoruldun mu?”
“Evet, yaşamaktan yoruldum. Bıktım. İnsanlardan, her şeyden. Bitsin artık.” Gözleri yavaşça kapandı. “Bitsin. Acıyor…”
Adam yanında bir hareketlilik hissetti. Gözlerini açtığında çocuğun yanına oturmuş olduğunu gördü. Adam transa girmiş gibi boş gözlerle çocuğa bakarken çocuk da flütünü dudaklarına götürüyordu. Ne kadar da güzeldi. Ne kadar da masumdu.
Çocuk flütünü dudaklarına değdirdi ve üfledi. Çıkan nota-nota mıydı ki?- adamın duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu. Duyduğu mu? Duymak bunu anlatabilir miydi? Hayır, duyamamıştı. Müziği yaşamıştı.
Saflığı…
Adamın gözlerinden iki damla daha yaş akarken çocuğun elleri hızla notadan notaya aktı…hayır, tek bir nota. Çocuk başka herhangi bir notayı çalmamış olmasına rağmen, her nefeste farklı bir ahenk duyuluyordu. Hüzün ya da neşe değildi müziğin teması. Teması yoktu. Öylesine bir müzikti. Öylesine…
Tren bir kez daha durdu ve kirli otomatik kapı açıldı. Bu kez içeriye bir soytarı geldi. Başta yeşil olan gözleri sürekli değişiyordu. Kıyafetleri renk cümbüşüydü, yüzüyse mermerden oyulmuşçasına bembeyaz; ama adam soytarıyı fark etmedi bile. Komada gibi müziği dinliyordu.
Soytarı da müziği biraz dinlemek için durdu, sonra çocuğa doğru yürüdü ve uzun, kemikli parmaklarını omzuna dokundurdu.
Çocuk anında müziği kesti. Yavaşça gözlerini soytarıya çevirdi. Daha deminki o saf çocuktan eser yoktu. “Artık bırakabilirim.” dedi derin, bariton sesi. Öyle bir sesti ki vagonun içinde gök gürültüsü gibi patlamıştı.
“Evet,” dedi soytarının fısıltılı sesi. “Artık bırakabilirsin.”
“Seni babam mı yolladı?”
“Hayır. Onu ikna etmeyi uzun zaman önce bıraktım. Onu artık sadece Arayıcı iflah eder. Ben senin için geldim.” Kafasıyla flütü gösterdi. “Seçimin yeni seçimler ve sonuçlar doğuracak, biliyorsun. En az bir kez daha çalman gerekecek.”
Artık hiç de saf ve genç olmayan gözler onaylarcasına kırpıştırıldı. “Bu son şanslarıydı.” Kafasıyla şaşkın adamı işaret etti. “Sınavı geçemedi.”
Soytarı tartar gibi adama baktı. Sonra tekrar çocuğa-çocuk yanlış kelimeydi, ‘şey’e- döndü. “Geçmesini beklememiştim. Bırak artık bu konuyu. Geri dönecek misin?”
“Babamın beni kabul edeceğini sanmıyo-“
“Babana değil. Bize.”
“Siz…Arayıcı…Arayıcı döndü mü?”
Soytarı başıyla onayladı. “Evet. Döndü.”
Çocuk Olmayan Çocuk flütüne baktı. “Demek tesadüf değilmiş. Üflemem…döndü demek…”
Soytarı ayağa kalktı ve hala kapanmamış olan otomatik kapıya yürüdü. “Evet. Gitme zamanı.” Elini Çocuk Olmayan Çocuk’a uzattı. “Geliyor musun?”
Çocuk “Arayıcı…” diye fısıldadı. Sonra gözlerini kırpıştırarak soytarıya döndü. “Geliyorum.” Soytarının elini tuttu ve ikisi birlikte dışarı çıktılar.
Onlar gidince adam sanki uzun zamandır ilk kez nefes alıyormuş gibi derin derin soludu. Ne olduğunu hiç bilmiyordu. Bir soytarı, çocuk, Arayıcı…garip konulardı ve aslında umursamadığını fark etti. Tek hatırladığı o müzikti. Yarasından artık kan gelmiyordu ve o son derin derin solumasından sonra nefes almadığını fark etti.
Bir kaşıntı. Elleri…elleri? Ellerinin üzerinden çekilmekte olan deriye baktı. Deri yerini altındaki kemiğe bırakırken, kemik de tozlaşmaya başlamıştı…
Dışarıda müthiş bir şimşek patladı.
Müzik…
Tren çığlık atan bir frenle durdu ve otomatik kapı şiddetle açıldı. Birkaç saniye boyunca içeri kimse girmedi. Tam kapı tekrar kapanırken parlak bir nesne otomatik kapının kapanmasını engelledi.
Abimin de bir kılıcı var…
İçeri iki metreden uzun, ciddi ve soğuk yüzlü bir insan-hayır bir insan değil; çünkü hiçbir insanın üç metre genişliğinde kanatları olmazdı- girdi. Çıplak ve kaslı göğsünün üzerindeki ıslak sarı saçlarından yağmurun son damlaları düşüyordu. Kanatları, omurlarının olması gereken yerden çıkmıştı ve tüm vücudunu sarıyordu. İlahi yüzü sözsüz bir şarkıydı sanki. Dudaklarının hemen altında biten toy sakalı olmayan güneş ışığını yansıtırken, çatık kaşları dolunayı kahrediyordu. Mavi gözlerini boş vagondan gezdirdi ve adamı gördü.
Konuştu…
Sözlerini anlamak çok güçtü. Sanki konuşmuyor beynine zorla sokuyordu kelimeleri.
Adam yere kapaklandı ve kemikleşmiş ellerini önüne kaldırdı; ama ışıktan korunamıyordu. Işık ellerini de yakıp geçti ve gözlerini işgal etti. Sesi kulaklarını ezerken kokusu burnunu yaktı. Altın kılıcının uzaktaki yankısıysa teni dağlıyordu.
“Kardeşim…” dedi ilahi ses. “Kardeşim…o nerede, Ademoğlu?”
Adam kendisine hitap edildiğini ancak birkaç dakika sonra anlayabildi; ama cevap veremiyordu ağzını açarsa basınçtan parçalanacağını hissediyordu. Buna rağmen itaat bekleyen sesin kaynağına “Gi-gitti!” demeyi başardı.
Hilal kaşlar iyice çatıldı ve ses tekrar konuştu. “Nereye?”
Ancak adam konuşacak durumda değildi. Şiddetli bir şekilde titredi ve olduğu yerde öylece kaldı. Kanatlı adam kılıcını havaya kaldırdı ve fısıltıyla bağırdı. “Bana bak Ademoğlu! Ben, Tanrı’nın kırbacı ve Cezalandırıcısı, Şeytan’ın Celladı, Cehennemdeki habis İblislerin Korkusu, ben Doğanın Düzenleyicisi, Yeryüzünün bekçisi, ben Baş Melek Mikhael sana soruyorum: dünya üzerinde çocuk suretiyle dolaşmakta olan kardeşim İsrafil nerede?”
Adam iradesine uygulanan basıncı hissetti adeta ve ağzı kendiliğinden kelimeleri şekillendirdi. “Flüt çaldıktan sonra soytarıyla gitti…”
“Flüt…Sûr…Sûr mu demek istiyorsun?” dünyayı farklı bir boyuttan gören gözleri dehşetle açıldı. “İsrafil kıyametin habercisi olan Sûr’u mu üfledi?” gözlerini kapattı ve korkunç bir şekilde kükredi. “İsrafil!”
“Kardeşim.” diye geldi İsrafil’in sesi.
“Sen ne yaptın? Babamız…sen…”
“Bunu babamız için yaptım.”
Mikhael’in gözleri öfkeyle açıldı. “Kafir.” diye kükredi. “Bunu bir de babamız için mi yaptığını söylüyorsun? Sen Sûr’un üfleyicisi ve Cennet’in Bekleyicisi, sen Babamız’ın görevini yaparak, kıyamet vaktini belirleyerek tanrılığa mı soyunuyorsun?!”
“Böyle bir amacım yok kardeşim. Babamız çok üzgün. İnsanlar…artık onlardan umudumu kestim. Babama dönmeyecekler. Bugünkü olan insanlığın son şansıydı. Eğer herhangi birinde bir iyilik görebilsem…sadece bir tane…o zaman Sûr’u üfler miydim, ey Cennet’in Gazabı? İnsanlar habis, bozuk ve nankör. Onlara baktığımda sadece kötülük gördüm, başka bir şey değil. İşte bu yüzden senin için, Babamız için Sûr’u üfledim. Ey Cennet’in İntikamcısı, ben –Cennet’in Bekleyicisi ve Sûr’un taşıyıcısı-, artık görevimi sonlandırıyorum. İlk nota ölüm için…”
Yerdeki adam artık tamamen iskelete dönmüştü.
“…ikincisiyse yaşam için.” Sûr’u-kendi tabiriyle flütü- tekrar üfledi. İlkinden farklıydı bu. Yine temasızdı; ama tınısı farklıydı. İlkinde alınan can, Mahşer için tekrar verildi. Kemik tekrar ete büründü, et tekrar deriye kavuştu. “Ey Yeryüzü ve gökyüzü; ey Uyuyan Alem ve Uyanık Alem, ey Kudretli rüzgar, Naif Toprak, Ey ölüler ve yaşayanlar. Kalkın! Kalkın ve yere kapanın. Hesap vakti geldi. Duyurulan vakit geldi. Var olmak için yok olduğunuz vakit geldi. Toplanın ve Secde edin!”
Mikhael bile artık ısrarlarından vazgeçmiş ve secde etmişti.
Böylece kirlenmiş ırk, kıyameti getirdi.
Merhabalar. Çok güzel bir hikayeydi, ellerinize sağlık. Her karakterin kendine ait bir geçmişinin olması onlara gerçeklik hissi veriyor. Karanlıkta bırakılan noktaların çözümünü küçük ipuçlarıyla okuyucuya bırakan, okuyucuya keşfetme hissi yaşatan ve bu kadar az sayfada pek çok şeyin anlatıldığı hikayeleri nedense daha çok seviyorum.
Özellikle yaşlı adamın düşünceleri, konuşmalarının arasında gördüğü hayaller ve yaptığı şeyi itiraf ederken kullandığı kelimeler çok başarılıydı. Çocuğun aslında ne olduğunu, baba ve kılıçla neyi kastettiğini anladığımız yerse cidden çok keyifliydi. Bir tek Soytarı ve Arayıcı karakterlerinin kim olduğu tam olarak açıklanmamış, o kısım biraz muallakta bırakılmış. Bilerek yapılmış da olabilir tabii. O yüzden bu konuda çok fazla bir eleştiride bulunmak istemiyorum.
Kaleminize sağlık…
Cesaret verici yorumun için teşekkür ederim.
Soytarı ve Arayıcı benim ileride yazmayı planladığım bir kitabın, her öykümde ilham aldığım karakterleri. İleride, ömrüm uzun ve kalemim keskin olursa(ki kat etmem gereken çok yol var) her öykümü bu kitaba bağlayacağım için bahsi geçen karakterleri açıklamak çok uzun ve anlamsız olurdu. Bu yüzden kendilerine kısa roller vererek geçiştiriyorum.
Tekrar teşekkür ederim.
Öykü çok büyük bir konuyu daraltıp anlatmaya çalışmış. Her karakterin bir geçmişi ve aslında birer hikayede anlatacakları var. Oysa hepsini tek öyküde toplayınca ortalık karışmış. Bunun bir kaç sebebi var.
Kısa öyküde karakter fazlalığı kafa karıştırır. Olabildiğince az olay, mekan ve karakter öyküde kullanılmalı. Bunların fazlalaşması öyküyü içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bu öyküde bir başka sıkıntı da bakış açısı kullanımı.
Öyküde bakış açısı, sabit kalmalı. Bu öykü yakın üçüncü tekil şahıs başlıyor. Odaklandığımız karakter yaralı adam, oradan bir anda her şeyi bilen üçüncü tekil şahısa geçiyor, ardından da yakın üçüncü tekil ile başka karaktere odaklanıyor. Bu öykünün gücünü azaltıyor.
Belirsizliği toparlayamıyor. Yazar belirsizliği özellikle istemiş anladığım kadarıyla. Ancak sadece iki karakterin hikayesi olduğu için trenin durakları ya da giren başka insanlar gibi durumlar belirsizliği onun istediğinden karmaşık hale getirmiş.
Oysa öykünün içinde oldukça başarılı benzetmeler ve anlar var. Örneğin adamın işlediği cinayetten vicdan azabı çekmediğini anlattığı bölüm dikkate değer. Bunları daha derli toplu verebilmeliydi.
Bu öyküyü sadece adamın gözünden anlatmayı denese, yakın üçüncü tekil şahıs ile bitirse, daha etkili olacağını düşünüyorum. O zaman öykünün nasıl güçlendiğini görebiliyorum. Hatta keşke bu öyküyü güvenilmez birinci tekil şahıs anlatsa. O zaman tadından yenmez.
Son söz
Başlangıçtaki güçlü açılışı devam ettiremediği için sonundaki vurgu güçsüz kaldı. Gene de üzerinde çalışılsa etkileyici bir hikaye olabilir. Bu arada bu da Weird Fiction olmuş. Bakalım ilk ikisi Weird kalanlar nasıl olacak.
Bu bilgilendirici yorum için teşekkürler.
Bakış açısı konusunda haklısınız. Bunu son zamanlarda(eskiden daha az yapardım, garip.) çok sık yapmaya başladım. Kısa zaman içinde çaresine bakmam gereken bir sorun.
Son konusunda da haklısınız; ama ‘sonu sonra ayarlarım’ kafasıyla bitirdiğim öyküme yoğunluk nedeniyle siteye göndermeden yalnızca on beş dakika önce bakabildim. Zaten geç gönderdiğim öyküyü daha da geciktirmek istemediğimden son biraz havada kaldı.
Tekrar teşekkürler.