NOT: Bu öykü Ağustos 2011 seçkisinde çıkmış “BÜYÜCÜNÜN MEZARI” öyküsünün devamıdır.
Ardında pek çok soru bırakan elim olayın esrar perdesini kaldırmak için, aşağı yukarı, yirmi altı sene evvele bakmak gerekir:
Hakkı o gece huzursuzdu, tarif edemeyeceği bir şey hissediyordu içinde. Yatağında dönüp durduğu süre boyunca düşünüp durmuştu: Kırkı çıkmamış karısını, hayatın manasını, ölümü, mal mülk sevdasının saçmalığını ve bunun gibi pek çok şeyi… Yaşamak eskisinden daha zor geliyordu artık ona, hem oğlu Recai de karısını-çocuğunu alıp gitmişti, üç-dört gün önce, yapayalnız kalmıştı. Anasının ölmesini beklemişti gitmek için Recai, kalacak sebebi kalmamıştı o ölünce.
Hakkı, oğlu tarafından huysuz ihtiyar sınıfına sokulduğundan emindi. Derin derin iç çekti, torunu aklına geldiğinde. İki yaşındaki Harun… Akıllı bir çocuktu; yürümeyi, konuşmayı hemen öğrenivermişti. İleride büyük adam olacak, dedi Hakkı, kendi kendine. Onu oğlunun hayattaki en büyük muvaffakiyeti olarak görürdü.
Huzursuzluğu sebepsizce arttı. Uyuyamamaktan değil, beynini zonklatan karamsar konular bile böyle bir sıkıntıya sebep olmak için yetersiz kalırdı. Sanki ölüm meleği gırtlağına çökmüştü de ruhunu emiyordu. Ölüm huzur demekti bu durumda biri için; ama o ölemiyordu. Çocukluğu geldi aklına, envai çeşit böceği yakalayıp bir yere tıkar, sebzeyle meyveyle beslemeye çalışırdı. Böcek bu, evcilleşir mi hiç, birkaç haftaya ölür giderdi hepsi. Bir böcek için birkaç hafta uzun bir süreydi, o böcekler bu kadar vakit nasıl olurdu da hiçbir şey yemeden ölüme direnirdi, çocuk aklı almazdı Hakkı’nın. İşte o böcekler gibi kendisi de ölemiyordu, nicedir boğazından bir lokma olsun geçmemesine rağmen.
Bir yakını öldüğünde insanın, inancının temelleri sarsılır. Sadece Allah’a olan değil; dünyanın güzel bir yer olacağına, eceli geldiğinde ansızın ve mutlu öleceğine olan inancı da… Onun yol arkadaşı ölüp, oğlu da Harun’u alıp gidince, bir başına kalmıştı. Namaz kılmayı bırakmıştı, Allah affetsin, Yaradan’a küsmüştü, bunca musibetten ötürü.
Sıkıntı katlanılmazdı. İçinde bir şeyler kanatlandı, ruhunun çıktığını düşündü bir an, boşa sevindi. Çünkü bir an sonra anladı; eksilmediğini, fazlalaştığını içindeki bir şeylerin. Göğsüne çökmüştü bir varlık; görünmese de hissediliyordu. Bunun karabasan olabileceğini düşündü; ağzını dahi kıpırdatamadığından, bildiği birkaç duayı içinden okumaya yeltendi Hakkı. Fakat kelimeler birbirine karıştı, anlamını yitirdi. Can tatlı… Buradan kalkınca, ilk iş, namaz kılayım, diye geçirdi içinden. Sonra da böyle düşündüğü için utandı, kendini Kızıldeniz’in suları üstüne kapanan firavun gibi hissedip. Bu sırada doğruldu, ayağa kalktı. İsteyerek yapmadı bunu, hatta işin aslı kendine atfedilecek bir eylem değildi vuku bulan. Şimdi de yürümeye başlamıştı bedeni; bir an kafası geriye doğru çevrilince az önce kalktığı yatağın boş olduğunu gördü, yataktan kalkanın ruhu değil de bedeni olduğu aşikardı.
Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Evin yan tarafındaki sıvanmamış tuğlanın boşluğundan bir bıçak çıkardı. Köy meydanının gerisinden dolanıp, yakın arkadaşı Hasan’ın evinin bahçesine girdi; kümes kapısını araladı. Aralıktan içeri girer girmez bir kıyım başladı; elindeki bıçak aşağı inip yukarı kalkıyor, bağırıp çağrışan tavuklar ve bir de horoz birkaç dakika sonra yerde kanlar içinde yatıyordu. Katliam bitince, Hakkı, hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıktığında; alnından boşalan soğuk terler duygularını, ağrıyan kol ve bacaklarıysa bedenini kontrol edebildiğini haber veriyordu. Sağına soluna baka baka, temkinli temkinli geri döndü geldiği yolu. Hiçbir şey yapamadan yatağına kapanıp ağladı ve bu halde sızdı kaldı.
* * *
Ertesi sabah olup da, horozu ötmeyince, kümese bakmaya giden Hasan, gördüğü manzaraya şaşmış kalmıştı. Yirmiye yakın hayvanı parçalanmış halde bir kan gölü içinde yatıyordu. Çoktan sinekler toplanmış, hayvanların etleri çürümeye yüz tutmuştu. Adamcağız ne yapacağını bilemez halde dışarı çıkmıştı. Çok zaman geçmemişti ki, taze haber bütün köyde dilden dile dolaşmaya başlamıştı. “Sansar, gelincik böyle şey yapmaz, alır götürür, yemeyeceğini ne diye öldürsün,” deyip duruyordu Hasan.
Hakkı, olayı yeni öğrenmiş gibi, teselli etmişti dostunu. İçi kan ağlıyordu, ama ne yapsındı, daha kendi bile anlamamışken bu işin nedenini, nasılını; ona nasıl anlatırdı?
* * *
Aynı olay birkaç gün sonra benzer şekilde tekerrür edince köylüler bu işin şakası olmadığını anlamış; kimi uykusundan feragat edip kümesinin, yahut ağırının önünde nöbet tutmaya başlamış, kimiyse döşeğinde tavşan uykusuna yatar olmuştu. Buna karşın; haftalar geçse de başka olay meydana gelmeyince çoğu, tehlikenin geçtiğine kanaat getirmiş; eski yaşantısına dönmüştü. Yalnız aralarından biri ısrarla nöbetine devam ediyordu, çünkü bir koca inekten başka geçimini sağlayacak hiçbir şeyi yoktu, Yunus’un. Bundandır, yıkık dökük ağırında uyuyordu olayların başlangıcından beri, hem evinin de buradan pek bir farkı yoktu, çatısının oluşu dışında. Neyse ki, mevsim yazdı ve bu tepesi açık yerde yatmak sıkıntı olmuyordu.
* * *
Yunus, bir gece, ineği huysuzlandığında anlamıştı başına geleceği. Samanların arasına saklamış olduğu bıçağını çıkarıp, beklemeye başladı. Hışırtıların sıklaşmasından, gelenin yaklaştığını sezmişti. Yere çömelmiş, elinde sımsıkı kavradığı bıçağı, içeri gireni boğazlamak için hazır, bekliyordu. Ama içeri yırtıcı bir hayvan değil de köylüsü Hakkı’nın girdiğini görünce bıçağını indirip “Buyur Hakkı Emmi,” dedi. Gecenin körü ne derdi vardı da yanına gelmişti, öğrenirdi şimdi. Hakkı’dan karşılık gelmeyince “Hakkı Emmi?” diye ünledi tekrar. Birkaç adım atıp da yanına vardığında, Hakkı’nın elinde parıldayan bir şey gördü Yunus; bu da son gördüğü oldu. Çünkü bu bir bıçaktı ve bıçak boynu hizasında bir kavis çizip, şahdamarını parçalayınca Yunus, bir kaya parçasından farksız, yere yuvarlanmıştı. İnekse üzerine sahibinin kanı fışkırınca bir kere böğürmüş, bu sırada Hakkı’nın bilinci yerine gelmişti. Önceki iki olayda ne olduysa tekrar etti, ama Hakkı o gece ve sonraki birkaç gece hiç uyuyamadı.
* * *
Azap dolu günler, esas bu olaydan sonra başladı onun için. Kendi gibi bir ademoğlunu katletmenin eşi benzeri olmayan bir his olduğunu görmüştü. Günler geceler boyu kan kustu hatırına geldikçe, istemeden ettikleri. Bu ölümün ertesi, köydekiler, başlarındaki belanın sebebinin yırtıcı hayvanlar olamayacağına hepten kani olmuşsa da böyle bir vahşeti aralarından birinin yapmış olabileceğine gönülleri razı olmuyordu. Bu yüzden, insanlar, ne zaman bu konuya ilişkin konuşsa, akıl birliği etmişçesine dökülen kanları yırtıcı hayvanlara mal ediyorlardı.
* * *
Hakkı, bu olanların bir cinnet geçirme hali ya da kan dökme arzusundan kaynaklanmadığını biliyordu. Hayatı boyunca o da can taşıdığı için bir sinek dahi öldüremeyen bir kimse nasıl olurdu da insan öldürürdü? Muhakkak ki, fevkalbeşer bir haldi bu. İlk seferinde, hareketsiz kalışına sebep olanın karabasan olduğunu sanmıştı. Ne var ki, karabasanın musallat olduğu kişiye istemediği eylemleri yaptırmaya gücü yetmezdi. Bu durumda, aklına bir tek ihtimal geliyordu, fakat, bunu kendine dahi itiraf etmeye korkuyordu. Düşündü, taşındı; en sonunda ona ancak Zeynel’in çare olabileceği fikriyle komşusunun evine gidip, kapısını çaldı. Kapıyı Zeynel’in karısı Esma açtı. “Selamın Aleyküm, yenge,” dedi, Hakkı, geldiğine şimdiden pişman olduğunu belli ediyordu sesi, “Beyinle bir hususta görüşecektim”
* * *
Hakkı, içeri girer girmez, rahlesinin başında bağdaş kurup oturmuş olan Zeynel’in önüne kapanıp, yalvardı, “Allah rızası için kurtar beni,” diye. Bir yandan da ağlamaktaydı. Zeynel, bu koca adamın çocuk gibi ağlamasına mana verememiş, yine de istifini bozmadan, ondan derdini anlatmasını istemiş; elim hadiseleri işittikçe karşısındaki zavallıya acımış ve vaziyetine hak vermişti. Köyde meydana gelen olayların altında bir bit yeniği olduğunun farkındaydı zaten, fakat işte şimdi her şey apaçık ortadaydı. Bir süre önce elinden kaçırdığı bir cindi bunlara sebep olan; demek, karşısındaki adamcağızın bedenini ele geçirmiş, ona kıyımlar yaptırmaktaydı.
Zeynel, bunlardan söz etmese de ona yardım edeceğini, karşılığındaysa tek kuruş istemediğini söyleyince bin teşekkür edip, yanından ayrıldı Hakkı. Kısa bir süre sonra geri gelip, Esma’ya, kocasının bu işin hallolması için istediği birkaç parça saç telini ve iki parça giysisini kapıdan verip, evine döndü. Büyücüden aldığı tavsiyeye göre, gene eskisi gibi namaz kılmaya başlayacaktı.
* * *
Ertesi gün, öğle vakti, sırtını duvara yaslamış, kapısının dibindeki basamakta otururken; yanına usulca yaklaşan Zeynel, ona, “Yükünden kurtulacaksın bu gece,” dedi. Hakkı içi geçtiği bir anda gelen bu sesle irkildi, bu anda ne cevap vereceğini bilememişti, oysa Zeynel’in karşılık bekler hali yoktu, çoktan uzaklaşmıştı bile.
O günün gecesi, yatağında dört dönüp, kafasında bin bir tilki fink atan Hakkı, aniden içinde bir değişim hissetti. Sanki göğsünün ortasında bir külçe varmış da bir anda kalkıvermiş gibiydi. İçi unutmaya yüz tuttuğu bir hisle, huzurla dolmuş, kuş kadar hafiflemişti. Zeynel’in sözlerini düşündü, kalbi ferahladı. Kurtulmuş olmanın verdiği huzurla o gece uzun zaman sonra ilk kez deliksiz uyudu.
* * *
Hakkı’nın böylelikle huzur bulmasından yirmi altı sene sonra, Zeynel’in eceli gelmişti. Ölüm haberini aldığında Hakkı Dede’nin aklına gelen şeyler hiç de iyi değildi. Şimdi ne olacak, diye sormuştu kendine, beynini yiyen bu sorunun cevabı var mıydı, bilmiyordu. Zeynel’in çabası ve Cenabı Hakkın izniyle geride bıraktığını düşündüğü geçmişi, tekrar karşısına çıkacak mıydı? Henüz vefatın ilk gecesi göğsünde yeniden hissetmeye başladığı o muazzam ağrı bu sorunun yanıtını bahşetti ona. Gözleri görüyor, kulakları duyuyor ama hareketlerini kontrol edemiyordu bir türlü. Beyninin vücudunu kontrol eden kısmı felç olmuştu sanki. Gecenin körüydü, yatağından kalkıp dışarı çıktı, bahçedeki kazma küreği aldığı gibi mezarlığa yollandı. Yollar ıssızdı, bir Allah’ın kuluna rastlamadı.
Zeynel’in mezarına varır varmaz, kazmayı kaldırıp indirerek toprağı kazmaya koyuldu. Mezar taze olduğundan toprak epey yumuşaktı. Üstelik kendini harap edercesine çabuk hareket ettiğinden, çok geçmeden amacına ulaştı Hakkı. Ve nihayet, içinde bulunduğu çukurdan Zeynel’in kefene sarılı bedenini kucaklamış vaziyette dışarı çıktı. Kefenin içindeki ölü çok ağır olsa da Hakkı Dede zorlanmış görünmüyordu.
İki eliyle sıkı sıkı kavradığı merhumu düşürmemeye çalışarak, mezarlığın yukarısında kalan bir tepeye doğru yürüdü, hızlı adımlarla. Köylüler buraya “Cinli Tepe” derdi. Bilmem kaç kuşak önce, şimdiki ihtiyarların bile ancak büyüklerinden duymuş olduğu bir olay yüzünden oraya adımını atmaya çekinirdi herkes: Rivayete göre; bir gün, bir çoban o civarda koyunları otlatırken, bir koyunun kaybolduğunu fark edip, onu aramaya koyulmuş. Bu maksatla girdiği bir mağarada görmemesi gereken şeyler görüp aklını oynatmış; anlatılana inanmayan birkaç babayiğit oraya gidip de kimisinin geri dönmediği, dönenden de hayır gelmediği görülünce hepten el ayak çekilmiş o tepeden ve bilhassa yöredeki mağaralardan…
Hakkı Dede de şimdi, ayaklarına hakim olabilse asla gitmeyeceği, o mağaralardan birinde –belki de o mağaranın ta kendisinde- çömelmiş, narin bir emanetmiş gibi yavaşça bırakmıştı yükünü yere. Durup da bir soluklanmadan, mağaranın çıkışındaki cılız ışığa yöneldi, neredeyse gün ağarıyordu.
Tepeden aşağı indiği sıra, köyden bir çocuğun ona doğru baktığını fark etmişti; ama hava o kadar pusluydu ki kim olduğunu görememişti. Bu çocuk, bir süre ayakta, korkuluk gibi hareketsiz dikilmiş, sonra da ayakları arkasına vura vura varmıştı evine.
Hakkı, çocuğu görmesinin ardından bedeninin hakimiyetini tekrar kendinde hissetmişti. Derin bir uykudan uyanmış gibiydi bedeni. Ama uykusunu alamamış olmalıydı ki yere yığıldı, baygınlık gibi gelen kör bir uykuya daldı.
* * *
Pek vakit geçmemişti uyandığında. Ama az önce yaşadığını zannettiği olayların gerçekten başından geçmiş mi, yoksa gördüklerinin kabustan ibaret mi olduğunun bilincinde değildi –O an tek emin olduğu, bedeninin her noktasında hissettiği ağrıydı. Ama merakı ağrısından üstün çıkınca aklında kalan ayrıntıların peşinden yol aldı mezarlığa doğru. Zeynel’in naaşının sonsuz huzuru bulması için bırakıldığı, şimdiyse boş olan mezarını ve yakındaki bir ağaca dayalı kazmasını, küreğini görmesiyle karabasanının geri döndüğünü anlaması bir oldu. Kazmasını küreğini alıp, başı önünde, bu kez bilinci yerinde gerisingeri döndü evine.
* * *
Bugünden sonra gelişen olaylar da Hakkı Dede’nin vermediği emirleri uygulayan bedeni yüzündendi. İlk olarak Zeynel’in kanından birinin, torununun kanına girmesine vesile oldu Hakkı’nın, sonra da başka bir çocuğun. Lakin, Hakkı’nın bedenini kullanan cin için onca sene esaretin karşılığı bu kadar ucuz olmamalıydı. Terk etmeden önce Hakkı’nın bedenini, onun aciz hayatına bir de son yazmalıydı.
İşte o uğursuz akşam, Harun’un kulağına bir ses fısıldamıştı. “Öldür onu,” demişti ses, “Katil o, dede dediğin adam: Hakkı! Hiç acımadan öldürdü zavallı masumları. Sen de acıma ona!”
Aklı bulanmıştı Harun’un. Vicdanının dile geldiğini düşünmüştü. Sözlerin doğruluğunu sorgulamadan, sese itaat etmiş, onun dediğini yapmıştı…
İşin aslı, Hakkı da eve vardığında biliyordu başına geleceği, çünkü torununun gözleri eskisi gibi insanca bakmıyordu. Tüm bu kötülüklerin kaynağının kuruması için kanının akması gerekiyordu, bedel ödemeye dünden razıydı.
* * *
Zeynel’in öldüğü sabah, karısı Esma, eğer acısından önünü görebilecek olsa, herkes taziye evini terk edip de tek başına kaldığında kapısını çalan kısa boylu adama daha bir temkinli yaklaşırdı. Adam, Zeynel’in müridi olduğunu ve üç gün önce onun ölüm haberini alır almaz yola çıktığını söylemiş; rahmetlinin ilim kitaplarının kendisine verilmesini vasiyet ettiğinden bahsetmişti. Esma da zaten kurtulmak için can attığı kitapları ona teslim etmişti. Eğer, teşekkür edip hemen oradan ayrılan o adamın ayaklarına bakmak Esma’nın aklına gelseydi, ters olduklarını görecekti… İhtimal, böylesi daha iyi oldu.
- Kıyımın Nedeni - 15 Ekim 2013
- Büyücünün Mezarı - 10 Ağustos 2011
- Kanlı Şato - 6 Haziran 2011
Ellerine sağlık bir çırpıda okudum. Gerek akıcılık gerekse hikaye bütünlüğü sayesinde öykü yormadan sıkmadan kendini okutuyor sanki.Ayrıca söz verdiğin gibi ilk öykünden sonra akıllarda kalan soru işaretlerini çok güzel gidermişsin tebrikler ve daha sık yaz !!!