Öykü

Kızıl Güneş

Bir kılıç intihar edercesine toprağa saplandı. Etrafı bir ayna gibi yansıtan bu keskin kılıcın üzerinden süzülen kanlar yavaş yavaş altındaki toprağı suluyordu. Kan minik bir akarsu gibi yol buluyordu toprakta kendisine. Kılıç çekildi saplandığı yerden, ince bir sesle. Bir kelle daha uçtu havada. Kanlar içinde. Kan gövdeyi götürmeye devam ederken sessizlik geldi ve çattı ansızın. Bir şahinin keskin sesi yankılandı, yeşil, dize kadar otlarla dolu vadide. Kalbine kılıç saplanan bir adamın duyduğu son şey oldu bu. Diğerinin gözünü çıkardı şahin, pençeleriyle. Kafası havada görüldü aynı adamın ve düştü yere.

Bu pek de uzun sürmeyen savaşın sonunda şahin, bir adamın omuzlarına bıraktı ağırlığını etrafı seyrederken. Adam büyük kılıcını elbisesinin bir kısmına sürerek temizledi. Giysisinin kaliteli kumaşı, kanla kaplı kılıcın kıvrımlarına takıldı. Sonra yavaşça yerleştirdi kınına. İki kenarı kel, yaralarla dolu kafasındaki kanları sildi koluna. Kafasının ortasında yer edinmiş, terden ve kandan fırça gibi olan saçlarını avuçlarının içiyle yavaşça geriye doğru itti. Hızla önünde duran patikaya doğru yürürken, patikada duran kervana eliyle işareti verdi. Kervan yavaşça ilerlemeye başladı. Kimsenin duymadığı bir ıslık çaldı iki parmağıyla, bembeyaz, güçlü ve kudretli görünen atı ak yelesiyle yanında belirdi. Atına bindi. Çok geçmeden kervan başının yanındaydı, onlara yetişmişti.

“Elbiselerimi kirlettiniz,” dedi sert bir ses tonuyla. Bu sırada şahini uçup gitti. Üzerlerinde daireler çiziyor, onlar yolculuklarına devam ederken etrafı gözlüyordu.

“Seni bunun için tuttuk,” dedi kervanın başı.

“Serendia’ya bu akşam varırız. Ertesi gün sizi Kafdağındaki geçitten geçirir, paramı alırım.”

“Nasıl istersen paralı asker!”

Adam atının eyerini çekerek daha da hızlandı. Gece karanlığı üzerlerine çökerken herkes ufukta Serendia’nın sefil ışıklarını gördü. Gök yüzündeki bir yıldız gibi yanıp sönen, parlayıp kaybolan bu ışıklar, dünyanın sonundaki şehrin ışıklarıydı. Kafdağının eteklerine boylu boyunca yayılmış bu şehrin düz dünyada eşi benzeri bulunmamaktaydı. Tüm dünyanın en büyük ve en yüksek evleri, en büyük tapınakları bu şehirde bulunurdu. Öyle ki açık bir günde kilometrelerce uzaktan görülebilirdi.

Kervan etraflarını iki sıra saran ağaçların arasından sessizce ilerlerken, yanlarından gece devriyesi atan birkaç şövalye geçer. Bunlar tepeden tırnağa zırhlı, gittikleri yönden başka hiçbir yöne bakmayan adamlardı. Zifiri sessizlik bozulmuş ve Timur konuşma fırsatı bulmuştu.

“Şehre girdiğimizde asla birbirinizden ayrılmak gibi bir hata yapmayın. Dar sokaklarda kolayca kaybolabilirsiniz. Yerleştiğimiz bardan dışarı adım atmayacaksınız. Biriniz bile kaybolursa, dönüp onu aramam. Geride kalan herkesi burada bırakırım. Benim görevim sizi yaratıklardan ve yağmacılardan korumak, bebek bakıcılığı yapmak değil. Bunu unutmayın!”

“Pekâlâ paralı asker!” diye yanıtladı kervan başı, sinirle. Onu öldürmek istemişti ama öldüremezdi. Kafdağının ardına giden yolu bilen tek kişi Timur’du.

O gece Serendia’nın dar sokaklarından geçerek, şehrin hemen dışında dört katlı bir barın odalarını tamamen doldurdular. Timur herkesin içeri girmesini ve değerli eşyalarını taşımalarını bekledikten sonra, her deveyi ve atı sıkıca kontrol ederek, sağlam bağlandıklarından emin oldu. Sonra içeri girdi ve barın ortasındaki masaya oturdu. Burası oldukça loş ışıklıydı. Şehrin kalanına göre oldukça sakin sayılabilirdi. Birkaç bira içti. Saatin akıp gitmesini, sabah olmasını, bu işi tamamlayıp parasını alabilmeyi istiyordu. Oldukça kilolu, kel barmenden bir sandviç almak istedi. Odaların, içkilerin ve yiyeceklerin parasını kervan başı ödeyecekti.

“Bir sandviç alabilir miyim?”

“Hay hay efendim,” dedi barmen.

“Geçit açık mı?”

“Elbette.” Barmen sandviçi sertçe tezgâha koydu. “İşte sandviçiniz.”

“Teşekkürler,” dedi Timur ve serin geceye attı kendisini. Atlar ve develer hemen önünde dizilmiş, bağlıydılar. Barın sundurmasında sallanan bir sandalyeye oturdu, bağlanmış hayvanları izleyerek yemeğini bitirdi. Sandviçin tadı bozuk salam gibiydi ve ölü bir adamın poposu gibi kokuyordu. Daha sonra gözlerini kapadı. Hafifçe dalıp gitse bile gökyüzünde uçan şahinin sesini duyabiliyordu. Onu kim görse uyanık zannederdi. Kapalı bile olsalar, kimse onun gözleri önünde oradan bir şey çalmaya niyet edemezdi.

Güneş doğarken, rüzgârın kaldırdığı tozların yüzünü yalayıp, göz kapaklarının arasını doldurmasıyla beraber uyandı. Sanki biri yüzüne bir kova sıcak kum dökmüştü. Havanın bu değişikliği Kafdağının hemen ardında yer alan çöllerden esen rüzgarlar yüzündendi. Oradaki kumu insanın iliklerini dolduracak bir güçle taşıyordu sert rüzgarlar. Yine de bir terslik vardı. Timur hiç bu kadar fazla uyumazdı. Ayrıca kendi atı hariç tüm develer ve atlar gitmişti.

Yattığı yerden hızla ve sertçe doğruldu. Kalkar kalkmaz dengesini kaybetti ve tam düşecekken duvara tutunup destek aldı. Başı döndü. Birilerinin ona ilaç verdiği gün gibi ortadaydı. Hemen içeri girdi.

“Tüccarlar nerede!” diyerek barmenin boğazına sarıldı.

Barmen sessizliğe gömülmüştü.

“Seni öldürürüm!” diyerek hançerini adamın boğazına dayadı. Adam çöl rüzgarlarının barın içine kadar sürüklediği sıcağa rağmen hançerin o buz gibi demirini boğazında hissetti. Kaliteli demir, dışarıda bile bir nebze olsun ısınmamıştı. Kan gibi soğuktu. Neredeyse metal tadını bile aldı. Timur yavaşça adamın boynunu kesmeye, kan kilolu adamın boynundan vücudunu terk etmek istercesine tezgâha akmaya başladı.

“Yeni çıktılar. Yaklaşık iki saat oldu. Acele edersen onları yakalayabilirsin,” dedi adam Timur’un güçlü ve oldukça büyük ellerinin arasında titrerken.

Timur adamın boğazına oldukça derin bir kesik attı. Vücudundaki tüm kan üzerine düştüğü tezgâha boşalmaya ve dökülmüş bir bira gibi yere doğru akmaya başladı. Adam boynunu tutmaya çalışıyor, nefes alıp yutkunmayı deniyordu. Yapamıyordu. O çabaladıkça, kan boğazından akıp gidiyordu.

“Sen yaşamayı hak etmiyorsun, alçak herif!” diye bağırdı Timur, ölmek üzere olan adamın gözlerinin içine bakarak. Sesi yere çakan bir şimşek kadar sertti. Neredeyse bir ejderha gibi kükredi. Kapıdan çıktı ve atına binip kervana yetişebilmek için atını dört nala sürmeye başladı.

Hava çok sıcaktı, etraf bir günde neredeyse çöle dönüşmeye başlamıştı. Atın toynakları sertçe yere basıyor, sıcak rüzgârın çöllerden getirdiği incecik, ipekten bir örtü gibi yaydığı bu kumlar üzerinde düzeni bozan izler bırakıyordu. Timur atının yularını alabildiğine çekiyor, atı Islık ise bıkmadan, usanmadan, her seferinde daha sert basarak koşuyordu. Timur çok geçmeden şahini Cingöz’ün sesini duydu. Cingöz tepesinde birkaç kez dönerek onun sol omzuna indi ve bir kez daha bağırdı. Islığın toynaklarının çıkardığı en sert sesi bile yarıp geçebilen Cingöz’ün bu çığlığı kimine oldukça korkunç gelebilirdi amma Timur için son derece manalıydı.

Timur atını sağa doğru sürerek üzerinde gittiği yolu terk etti. Bozuk toprak onu biraz yavaşlatsa da Islığın biraz daha hızlı koşarak arayı kapatacak gücü hâlâ vardı. Islık üzerindeki kalıplaşmış sarı kum lekeleri ve bembeyaz, rüzgârın taradığı yelesi ile tüm gücüyle koşmaya devam etti. Birkaç saat boyunca at sırtında ilerledikten sonra Timur atından indi ve yolun kenarında duran bir bara oturdu. Arkası bara girecek olan herkese dönüktü. Atını bardan oldukça uzağa, Cingöz’e bırakmıştı.

Timur soğuk romu yudumlarken oldukça tanıdık bir ses duydu, bu kervanın başıydı. Susamışlardı ve hem kendileri bir şeyler içmek hem de atlarına su içirmek adına durmak zorundalardı. Timur sakince oturdu ve onların oturup, yerlerine iyice yerleşmelerini bekledi. Bu sırada romunu bitirmişti.

Biraz daha bekleyerek kervan başının sesini dinledi. Adamın o iğrenç, kirli bıyıkları ve rahatsız edici sesiyle nasıl güldüğünü hayal edebiliyordu Timur. Arkasından gelen sesi dinleyerek kervan başının nerede oturduğunu aşağı yukarı saptayabilmişti. Yavaşça ayağa kalktı, arkasını döndü. Kervan başını görmüştü. Yaklaşık yirmi adım, dümdüz, göz açıp kapayıncaya kadar yürüdü. Kervan başı yanındaki adamla konuştuğu sırada, bileğini sıkıca saran o buz gibi elin tüm vücuduna verdiği derin şokla titredi. Kafasını kaldırıp yukarı, Timur’un gözlerine baktı. Ağzını açtığı sırada bileğinde farklı bir soğukluk hissetti. Bu bileğini kesip geçen sert çeliğin soğukluğuydu. Artık Timur’un elini hissedemiyordu. Diğer eliyle Timur’un boğazına sarıldı. Timur onu da kesti, eli bir süre Timur’un boğazında durduktan sonra düştü. Timur’un parasını çalmıştı, Timur adamın kilolu belini süsleyen ipten kemeri keserek para kesesini aldı. Masanın üzeri kanla kaplanmıştı. Kan, mermerden bir Rönesans eseri gibi adamın bembeyaz olmuş iki bileğinden dışarı fışkırıyordu. Çok geçmeden adam devrildi.

“Yeni bir kervan başına ihtiyacınız olacak,” dedi Timur, hançerini temizlerken. Sonra dışarı çıkıp yine kimsenin duyamadığı o ıslığı çaldı. Barın önüne oturduğu sırada Cingöz, atı Islığı yularından çekerek getirdi. Bu sırada atlar ve develer su içmeyi bitirmiş, kervanın diğer üyeleri hiçbir şey olmamış gibi dışarıda toplanmışlardı. Eski kervan başının kahverengi atını ve üzerindeki malları Timur fidye olarak aldı. Tüm bunlar yolculuğun sonunda alacağı ücretten iki kat fazla ederdi.

Kafdağı önlerinde Çin Seddi gibi uzanıyordu. Çok uzaklardan görülebilen büyük, beyaz bir duvar gibiydi. Yine de oldukça doğal görünüyor, insan elinden çıkan hiçbir yapıya benzemiyordu. Yukarıdan bakıldığında bulundukları yer bir kanyonun içi gibi sayılabilirdi. Fakat dünyalarındaki en büyük kanyondan bile daha büyüktü. Belki bir krater denebilirdi yaşadıkları bu dünyaya. Geniş, içinde büyük denizler barındıran bir krater. Kraterin dışına çıkmak, Kafdağının büyük tepelerinin ardına adım atmak ise belki de şu an bulundukları yerden kat be kat tehlikeli sayılabilirdi. Dış dünyanın büyük bir kısmı haritalandırılmamıştı. Biraz risk alabilenler içinse zenginliklerle doluydu.

Kervan yolda ilerlerken, bir vargan sürüsü onlara doğru koşmaya başladı. Bunlar yılan başına, sırtlan gibi bir vücuda ve hançer gibi keskin pençelere sahip yaratıklardı. Bir tanesi bile pençeleriyle bir atı veya deveyi rahatça ikiye bölebilirdi. Kervan durdu. Atlar huzursuzca bağırıp şaha kalktılar. Varganlar hızla kervana doğru koşarken Timur yaptığı efsun sayesinde kervanın etrafını geçilmesi zor bir güç kalkanı ile kapladı. Ardından kalkanın içerisinden çıkan Timur, kılıcını kınından çıkardı. Kılıç keskin bir çığlıkla havada parladı. Kendine doğru hızla gelen varganlardan birine doğru koşarak, üzerine atlamakta olan varganın kalbini deşip dışarı çıkardı. Hayvanın üzerine düşmesi ile birlikte yere yığılan Timur, debelenerek kalkmaya çalışırken varganlardan diğeri ağzını açarak güç kalkanına doğru sıçradı. Güç kalkanından geri seken hayvan kafasını sallayarak çenesini düzeltti ve kalkana pençeleri ile saldırmaya başladı. Evet kalkan dayanıklıydı, fakat bu sonsuza kadar sürmezdi.

Timur üzerindeki hayvanı iterek doğruldu. Hayvan oldukça ağırdı. Kılıcı sanki bir taşa saplanmış gibiydi. Kılıcını hayvanın göğsünden çıkarmaya çalışsa da beceremedi, dahası bunun için yeterince zaman yoktu. Üzerine doğru koşan bir varganı iki koluyla belinden kavradı. Vücudu hayvanın vücudu ile havada buluşmuştu. Hayvan hançer kadar keskin pençelerini Timur’un sırtına sapladı, Timur iki koluyla hayvanın belini sertçe sıkarak kırmayı başardı. Yere düştüler. Timur hançerini çıkarıp hayvanın boğazını kesti. Bu ağaç kesmek kadar zor olmuştu. Etraf tekrar kan gölü oldu.

Sendeleyerek ayağa kalktı. Aldığı yaralar yüzünden ayakta zor duruyordu. Cingöz bir çığlık attı, Timur ardına döndü, üzerine gelen varganı son anda fark ederek kenara çekildi. Yanından geçmekte olan varganın boynuna asılıp hayvanın sırtına tırmandı. Hayvan olanlara anlam veremeyerek dümdüz ileri koşarken hançerini onun boynuna dayadı ve hayvanın kafasını çekerek gövdesinden ayırdı. Timur’un tüm vücudu kana bulanmıştı.

Sırtındaki yaralar yüzünden elinden geldiğince hızlı koşmaya çalışarak, kalkana hiç durmadan vuran vargana son anda ulaşabildi. Hayvanın kalkana konsantre olmasını fırsat bilerek yanından koşarak geçerken, yerde kaydı ve iki bacağını hançeriyle kopardı. Diğer uzuvlarına nazaran varganların bacakları bir ağacın dalları kadar ince ve dayanıksızdılar. Bu sırada hayvan Timur’un göğsüne bir pençe salladı. Hayvanın çelik gibi tırnakları Timur’un göğsündeki demir kalkanı yırtarak geçti. Timur, hayvanın çelik gibi, soğuk pençelerini kaburgasını oluşturan kemiklerin arasında ve üzerinde hissetti. Göğsünü sertçe tutarak hayvandan uzaklaştı.

Her yer kumdu. Tuzlu kum yaralarına batıyor, onların içini doldurup yakıyordu. Hayvan ayakları olmadığı için ön ayaklarından destek alıp, arka ayaklarını sürüyerek ona doğru gelmeye başladı. Timur da vargana doğru yürümeye başladı. Zaman sanki durmuştu. Derken Timur’un tam önüne büyük bir top düştü, kumlar havaya sıçradı. Toz dumana karıştı, Timur geriye doğru en az on metre uçtu. Yaralı sırtının, sıcak ve tuzlu kumların üzerine düştü.

Kervandakiler üzerlerinden geçen, uçan bir kalyon gemisi gördüler. İki yanında pervanesi bulunan bu büyük gemi, pervanelerine güç veren mıknatıslar sayesinde uçabiliyordu. Bu tür gemiler genelde ya çok zengin insanlar ya da devletler tarafından askeri amaçlarla veyahut tehlikeli yaratıklar olan bölgelere destek sağlamak amacıyla kullanılmaktaydı.

Timur gözlerini açtı, tek görebildiği kervan başının yüzü oldu ve yüzünün ortasından, kenara doğru akan suyu hissetti. Vücudunun parçalarını tek tek oynatarak kontrol etti. Her parçası oldukça sağlamdı. Dirseklerinden yardım alarak doğruldu. Kervandakilerin de yardımıyla yürüyüp atına binmeyi başardı. Başı hâlâ dönüyordu. Kervanın doktoru sızlayan yaralarını sarmıştı. Ona doğru yaklaşıp teşekkür etti, daha sonra kervan başının yanına doğru sürdü atını.

“Teşekkür ederim.”

“Asıl ben teşekkür ederim, iyi ki ölmedin,” dedi kervan başı. Bir süre daha at sürdüler. Kervan başı “Adın ne senin?” diye sordu.

“Timur…” bir süre sessizlik çöktü üzerlerine. “Peki ya senin?”

“Lawrence.”

“Diğerleri gibi değilsin.”

“Değilim.”

“Amacın ne peki?”

“Bir ateş yakacağım.” Diye yanıtladı Lawrence atını sürerken.

“Umarım büyük değildir.”

“Merak etme, tutuşmasına daha çok var.” Lawrence gülümsedi hafifçe.

Timur gözlerinin önünde oldukça nazik bir adam görüyordu. Daha önce çölde yaşamadığı her halinden belliydi. Gülüşü ona güven ve sıcaklık veriyordu. Güneşin altında başka bir güneş daha doğmuştu sanki.

Yaşadıkları o büyük kraterin etrafını çevreleyen Kafdağının büyük duvarına vardılar. Önlerinde yaklaşık iki hayvan -Deve ya da at- taşıyabilen tahta bir asansör duruyordu. Bu tahta asansör üzerindeki insanların bir kolu çevirmesi sayesinde binlerce metre yükseğe çıkıyordu. Elbette binmek için belirli bir ücret ödemeniz ve devlet tarafından verilen özel bir mühüre sahip olmanız şarttı. Timur tüm bu şartları karşılıyordu. Kafdağının ardına geçmenin bilinen en iyi yolu buydu. Lawrence ve Timur arkada kalıp onları korurken kervanın üyeleri teker teker yukarı çıkmaya başladılar. Lawrence Timur’a ödemeyi yaptı.

“Orada ne var?” diye sordu Lawrence.

“Bildiğim kadarıyla sadece çöl var. İlk önce karlı dağlar, onları aştığınızda bu dağların hafif eğimli yamaçları sonuna kadar, çivi gibi soğuk, insanın kalbini söküp atan çöllerle dolu. Öyle ki orada hayvanlar bile yaşamıyorlar. Birkaç küçük şehir olduğunu da duymuştum. Daha iyi bilmek istiyorsan, ticaret yapan dostlarına sorman daha iyi olur,” dedi Timur.

“Teşekkürler.” Diye yanıtladı Lawrence, tahta asansöre doğru ilerlerken. Giderken durdu ve arkasını döndü, “Ateş yandığında doğru tarafı seç Timur.”

“Bunu dikkate alırım.” Diye karşılık verdi Timur atına binerken. Lawrence atını asansöre yüklerken Timur arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Gün batıyordu. Kızıl güneş, yerini ateş böceklerine bırakıyordu.

Halil Oğulcan Karamağara

Bir sürpriz yumurtanın içinde, 1994 yılında, İstanbul'da düşmüşüm annemin karnına. Mesela ağlamamışım doğduktan sonra. Tabii sonradan arayı kapattım. Şu anda Tekirdağ, Namık Kemal Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyor, kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Anime, dizi ve film izlemeyi çok severim. Okumayı da. Arada kendimi oyun oynamaya kaptırdığım da olmuyor değil. En çok da büyünce yazar olmak istiyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhabalar

    Öykü çok tempolu ilerliyor. Betimlemelere çokça yer verilmesini sevdim. Yine de olaylar çok arka arkaya sıralandığından karakterin ruh halini çok sezemedim. Belki aralara biraz daha diyalog serpiştirilebilirdi. Bir de girişte fazla devrik cümle var. Bunların dışında öykü akıcıydı ve okurken gözümde canlanabildi. Asansör detayını beğendim, ilginç geldi. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.

  2. Merhaba Duygu,
    Değerli yorumun için çok teşekkür ederim. Geçen seferki eksikleri kapatırken bazılarını ya atlamış ya da yenilerini çıkarmışım. Bunları da göz önünde bulunduracağım. Yorumlarınız inanılmaz faydalı oluyor. :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OgulcanKara Avatar for maviadige

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *