23 Mayıs Cuma 1124
GİRİŞ
Etrafı engin dağlar ve yalçın kayalarca çevrilmiş Rüdbar vadisi, puslu gecenin içinde efendisinin acısını hissedercesine uğulduyordu. Sarp kayalar çatlıyor, ağaçlar inildiyor, çalılar titriyor ve gece hiç olmadığı kadar acıyla kıvranıyordu. Rüdbar vadisi tıpkı onun gibi hastaydı. Elbruz dağlarının efendisi, Kartal Yuvası’nın Pir’i, Alacakaranlığın Prensi beyaz bir atın üstünde ilerliyordu. At soluk soluğa yorulmak nedir bilmeden binicisini kalesine yetiştirmek için bir an bile yavaşlamıyor aksine burnundan çıkan buhara aldırış etmeden dört nala koşmaya devam ediyordu.
Adam hastaydı. Dizginleri güç bela tutuyordu. Evine varabilmek için atının iç güdülerine güveniyordu. Bir çok elzem gecede aynı atla aynı yoldan evine gitmişti. Çoğu zaman o yönlendirse de sanki atı kendiliğinden evin yolunu bulacakmış gibi geliyordu. Ancak bu gece kontrol tamamen attaydı. Bu gece farklıydı. Kalesinin burçlarından izlediği, yıldızların Rabbin semasında aşk ettiği onlarca geceden çok farklı bir geceydi. Biliyordu. Bu gece son nefesini verecek ve sonunda Alemlerin Rabbine kavuşacaktı. Ancak kendini ve ömrünü adadığı davası ve yüzlerce Dai’si onun izinden gitmeye devam edecekti.
Beyaz at; gecenin gölgesi, ıssızlığın sesi olmuştu. Rüdbar vadisinin engebeli arazisinde, tozlu gecenin içinde süzülüp kayboluyordu. Adam vakit geçtikçe bitkinliği yüzünden dizginleri daha gevşek tutuyor, beyaz at bunu fark etmişçesine ciğerlerindeki acıya rağmen hızını azaltmıyordu. Sonunda Talekan Nehrinin geceyi yaran ıslığı duyulduğunda atın binicisi gücünü sonuna kadar toplayarak doğruldu ve yüksekçe bir tepenin üzerinden, ileride tüm haşmetiyle geceyi yarıp yıldızlara ulaşan kalesini gördü. Kale yaklaşık iki bin metre yükseklikte sarp kayalıkların üzerine oturtulmuş bir mücevher gibi dikiliyordu. Eskilerin Kartal Yuvası dedikleri bu kaleyi otuz dört yıl önce tek damla kan dökmeden ele geçirmişti. O günden bu yana hiç bir ordu burayı zapt edememiş, kale tüm kudretiyle koca Selçuklu İmparatorluğuna direnmişti.
Adam atının boynunu okşadı. Ve kalan son gücüyle eğilip fısıldadı.
“Beni eve götür….” dedi ve beyaz at efendisinin şefkatli sesindeki acının mahmuzlamasıyla tepeden aşağıya doğru koşmaya başladı.
Sonunda koca araziyi geçip daracık bir patikadan kaleyi taşıyan tepeye tırmandı. Son dönemeci de döndüğünde kaleden gelen tiz bir boru sesiyle kapılar açıldı ve hemen arkasından gelen Dai’ler Pir’lerini karşılamak için ona doğru koşturdu. Onlarca Dai, Gecenin Efendisi’ni omuzlarda taşıyıp, odasına kadar götürdü. Kartal Yuvası’nın Pir’i evine dönmüştü…
1
16 Aralık 2017
“Bıktım senin komplo teorilerinden!” diye gürledi müdür Hakkı. Adam masaya vurduğu avucunu öteki eliyle sıvazlıyordu. Çoğu zaman anlayışlı olmasına rağmen, tersi kötüydü ve eğer tersine denk gelen birileri varsa derhal odayı terk etmeliydi. Şubeye ilk atandığında ona ve onun gibi onlarca ‘Yeni’ ye söylenen ilk kuraldı. Hakkı elindeki dosyayı alıp Müfit’in suratına fırlattı.
“Bir daha bana böyle bir şeyle gelirsen, kendini dünyanın en ücra köşesinde birilerinin tuvaletini temizlerken bulursun!”
Müfit sakin kalmaya çalışıyordu. Yere saçılan evrakları topluyor bir yandan da içinden Hakkı’ya sövüp duruyordu.Dosyayı toplamayı bitirip ayağa kalktığında müdür sakinleşmiş sigarasını içiyordu. Derin bir nefes çektikten sonra, dumanı Müfit’e doğru üfledi.
“Ne zamandır bu şubedesin?” Arkasına yaslandı, cevabını bildiği bir soruyu sorduğunda hep böyle yapardı.
“Yaklaşık iki yıl…”
“Bir yıl, yedi ay, üç gün!” diye tamamladı Hakkı genç adamın lafını. Sigarasından bir nefes daha çekti ve bakışlarını pencereye, dışarıda geceyi örten beyaz örtüye dikti.
“Ortağını kaybettiğin için üzgünüm. Artık kabul etmelisin. O öldü! Katili asla bulunamadı…”
“Cinayet aleti bulundu ama! Üstelik…”
“Sözümü kesme.” dedi adam. Sigarasını kül tablasına bastırırken gözlerini müfitten ayırmadan konuşmaya devam etti.
“Belki de senin dediğin gibidir. Ortağınla birlikte izini sürdüğünüz şu gizli örgüt gerçekten de vardır. Gerçekten de onlara yaklaştığınızı anlayıp ortağını devreden çıkarmışlardır. Peki kanıtın nerede? Elinde somut olan tek bir şey yok.”
Müfit bir an derin bir nefes aldı. Dışarıya, yağan kar tanelerine baktı. Ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın bu davada hep yalnız kalacağını biliyordu. Başından beri böyleydi. Samanlıkta, olmayan bir iğneyi arıyordu sanki. Sonra bakışlarını orta yaşlarının üstündeki müdürüne, saçları kırlaşmış elleri kararmış adama baktı. Gözlerindeki yorgunluğu fark etmemek içten bile değildi.
Kaç kişi? Kim bilir kaç kişiyi faili meçhul bir cinayete kurban vermişti?
Düşüncelerini bir kenara bıraktı. Son bir kez yutkundu.
“Köstebeğim var.” dedi. Bu lafın Hakkı’yı çileden çıkaracağını bile bile.
Tam da tahmin ettiği gibi müdür bir anda kızardı ve bir hışımla ayağa kalkıp kükredi.
“Başlayacağım şimdi sana da köstebeğine de! Siktir git gözüm görmesin seni!”
Müfit derhal odayı terk etti. Bıkkın ve bezgin bir halde koridorda yürüyor bir yandan da tüm bu olup bitenlerin altında eziliyordu. Ortağı peşlerinde olduğu örgüt tarafından bir kaç hafta önce öldürülmüştü. Cesedi arabasında bulunmuştu. İlginç şekilde cinayet aleti tabanca değil de bir hançerdi. Özel yapım bir hançer. Kabzası gümüşten yapılmıştı ve üzerinde Farsça ‘Kartalın Öğretisi’ yazılmıştı. Bunu yapanlar hançeri bilerek bırakmıştı. En azından köstebeği öyle söylemişti. Örgütün adeti böyleydi. Müfit elindeki tek ipucunun peşine düşmüş ancak yine de somut bir şey bulamamıştı. Bulabildiği tek şey eski ve tarihin tozlu sayfalarında kalmış bir suikastçi örgütünün bilgileriydi. Ancak bu örgüt tıpkı kuruluşu gibi yıkılışıyla da bir efsane olarak anılıyordu. Varlıklarının devam ettiğine dair tek bir ipucu bile yoktu.
Köstebeği, yakında çok büyük bir olayın patlak vereceğini de söylemişti. Örgütün bir amacı olduğunu ve bundan binlerce hatta milyonlarca insanın zarar göreceğini söylemişti. Örgüt içinde dönüp duran söylentilerden biri de buydu: KOD KAMİKAZE
Bu haberi verdikten kısa bir süre sonra ortağı öldürülmüştü. Aklındaki karmaşık düşüncelerle koridorun sonundaki asansöre bindi ve otopark katının butonuna bastı. Kolunun altındaki dosyayı açıp içindeki fotoğrafı inceledi. Ortağının cansız bedenine bakıyor, göğsüne saplı hançerden gözlerini ayıramıyordu.
Asansör otopark katına gelince durdu ve Müfit’in düşüncelerini dağıtan ince bir çınlama sesiyle kapısını açtı. Müfit daha kafasını kaldıramadan siyah kapüşonlu biri üzerine çullandı. Adam, Müfit’in kendini korumasına izin vermeden boynuna bir şey sapladı ve kurbanının kendinden geçmesine izin verdi. Müfit adamı itti ancak kendi dengesini de bozarak asansörün dışına atıldı. Paytak bir iki adım attıktan sonra yere kapaklandı. Görebildiği tek şey bulanık bir silüetti. Orta yaşlarının üstünde, saçları kırlaşmış elleri kararmış bir silüet. Sonrası karanlık…
***
Gözlerini açtığında lüks bir otel odasında olduğunu anlaması için epey bir zaman geçmesi gerekti. Başı ağrıyordu. Aslında tam olarak ağrımak değil de zonkluyordu. Yaşadıklarını tam olarak anımsayamıyordu. Müdürüyle tartışmış sonra da evine gitmek için asansöre binmişti. Asansörün çınlama sesini hatırladığında, sanki kafasına çivi çakmışlar gibi ince bir sızı gelip geçti. Başını ellerinin arasına aldı. Bir yandan alnını ovuşturuyor bir yandan da olan biten her ayrıntıyı hatırlamaya çalışıyordu. Asansör kapısından sonra birini görmüştü. Net değil ancak tanıdık biriydi.
Hakkı…Müdür Hakkı…onlarla mıymış? Her şey rayına oturmuştu. Hakkı örgütün bir üyesiydi. Ortağının öldürülmesinde onun da parmağı vardı. Bir şeyler yapmalıydı. Çok geç olmadan bir şey yapmalıydı. Yorganı bir hışımla üzerinden attı ve sağ tarafındaki telefona yöneldi ancak tam bu sırada olduğu yere çakılıp kaldı. Hemen yanındaki yastığa saplanmış duran ve üzerinde Farsça ‘Kartalın Öğretisi’ yazan hançeri tanıması için bu kısacık an yetti de arttı bile.
Müfit bir anda yataktan dışarı atıldı ve etrafına bakındı. Kafasında onlarca düşünce vardı. Yalnız mıydı? İzleniyor muydu? Rehin mi alınmıştı?
Çalan telefonla düşünceleri dağıldı. Kalbi delicesine atıyor ve düştüğü durumdan nasıl çıkacağını bulmaya çalışıyordu. Telefon açılmadan susmayacakmış gibi ciyaklıyordu. Müfit gözünü hançerden ayırmadan telefona yaklaştı. Sonunda ahizeyi kaldırdı:
“Dinliyorum.”
“Verdiğimiz rahatsızlık için çok özür dilerim. Ancak işler ne yazık ki hesaplayamadığımız şekilde gelişti…”
“Kimsiniz siz?” Telefondaki adam bir an duraksadı. Sonra kendinden emin şekilde konuşmaya devam etti.
“Ahh, çok özür dilerim. Kendimi tanıtmam gerekirdi. Lakin şu an bulunmuş olduğumuz durum bunu biraz güçleştiriyor. Bu yüzden tanışma faslını yüz yüze yapmamız daha uygun olur diye düşünüyorum.”
“Beni hemen bırakın! Hemen!”
“Üzgünüm ancak bunu yapamam. Bırakıp gitme konusunda size yeterince hak tanıdık. Tek yapmanız gereken dosyayı rafa kaldırmak ve hayatınıza bakmaktı. Şu an düştüğünüz durumun tek sorumlusu sizsiniz. Köstebeğinizin kim olduğunu bize açıklamadığınız sürece o odadan dışarıya çıkamazsınız. Umarım yastığına saplı duran hançer sizi ikna etmeye yeterli olur. Kendinize iyi bakın. Tekrar görüşeceğiz…”
Ahizenin ardından gelen boş sinyal sesini bir süre dinledikten sonra telefonu kapattı ve yatağın kenarına oturdu. Aklındaki sorular dönüp duruyor başının zonklaması şiddetini azaltmadan devam ediyordu. Göz ucuyla yanındaki yastığa ve ona saplı duran hançere baktı. Daha önce fark edemediği şeyi görünce gözlerini kıstı ve elini uzatıp hançeri yastıktan ayırdı. Hançerin sapına iple bağlanmış küçük bir zarf vardı. Müfit zarfı açtı ve içindeki kağıdı çıkardı. Kağıdın üzerinde yazan yazıyı okudu. Yazı Farsça yazılmıştı ancak Müfit bu yazıyı tanıyordu. Bu yazıyı ilk okuyuşu değildi. Örgütle alakalı yaptığı araştırmada aynı yazıyı tekrar tekrar okumuştu. Yazı Selçuklu Sultanı Sencer’e yazılmıştı:
آیا من نمی خواهم شما آن را به سینه نرم، نه بر روی کرگدن بکشید؟
“Ben istemez miydim ki o hançer yastığa değil de, yumuşacık göğsüne saplansın?”
2
31 Aralık 2017
Müzik çaların ekranında ‘Lorne Balfe – Welcome to Bosto’ yazısı kayıyordu. Müzik koca salonda yankılanıyor Müfit yanan şöminenin başında elleri cebinde düşünceli bir halde bekliyordu. Otelden onu alan adamlar başına siyah bir bez geçirmiş ve arabaya bindirip buraya kadar getirmişlerdi. Salondaki duvarlardan biri yerden tavana kadar yükselen pencerelerle donatılmıştı. Pencerenin dışında, soğuk havaya ve üzerini örten beyaz örtüye aldırmayan bir İstanbul vardı.
Salonun ortasında genişçe bir yemek masası donatılmış halde hazır bekliyordu. Bu günün anlamına uygun düşecek bir masaydı. Sanki kendisi bir rehine değildi de birazdan başlayacak yılbaşı partisinin herkesten önce gelen davetlisiydi.
Koca kapı açılıp sesi salonda yankılanınca Müfit irkilerek bir adım geri çekildi ve gayri ihtiyari elini beline attı. Silah yerine havayı avuçlayan elinin şaşkınlığı daha geçmemişti ki, karşısında Müdürünü görünce afallamış yüz ifadesini saklamaktan çekinmedi.
Hakkı, Müfit’in varlığını önemsemeden şöminenin başına geçti ve cebinden çıkardığı sigarasını yaktı.
“İşler bu hale geldiği için üzgünüm…” Dedi ve sigaradan derin bir nefes çekti. Duman şöminenin ısısı yüzünden havalandı ve çalan müziğe eşlik ederek havada kayboldu. Sonra müzik çaları kapattı.
“Ahh! Beklettiğim için çok özür dilerim. Bu gece sürprizlerle dolu gerçekten.” diyerek içeri girdi bir adam. Henüz otuzlu yaşlarını doldurmamış, genç atik ve bir o kadar da kurnaz görünüyordu. At kuyruğu gibi salınan saçları beline kadar iniyordu. Cildi bir bebeğinki kadar pürüzsüzdü. Adamın duruşunda bir zariflik vardı. Beyaz bir takım elbise giymişti ve güleç bir siması vardı. Seri adımlarla Müfit’e yaklaşıp elini uzattı:
“İzin verin kendimi tanıtayım. Adım Buzrug Ummid. Büyük büyük dedemin adıdır ki, şerefle taşırım bu ismi. Ama siz bana Ümit diyebilirsiniz.” Adamın eli havada kaldı. Müfit adama bakıyor, Ümit ise hiç bir şey olmamış gibi duruma ters düşen nezaketini sürdürmeye devam ediyordu.
“Sanırım sizin durumunuzda olan biri için tahmin edilebilir bir davranış bu. Lakin uyarmadı demeyin, tanışmak için biri elini uzattığında bunu geri çevirmek büyük kabalıktır.” Adam ellerini karnının üzerinde birleştirdi ve samimi bir gülümsemeyle Müfit’e baktı.
“Beni rehin almanızdan daha büyük bir kabalık olamaz herhalde?” diye cevapladı Müfit ve adamı taklit ederek olabildiğince samimi bir gülümseme takındı.
“Zeki bir adamsınız. Keşke farklı şartlar altında karşılaşsaydık. Belki o zaman siz de davamıza katılırdınız?” dedi ve masanın ucundaki sandalyeye oturdu.
“Lütfen oturun. Bu gece çok özel ve anlamlı bir gece. Tadını çıkarmanızı öneririm. Ancak izin verirseniz önce bir şeyler içelim.” dedi ve ellerini çırptı. O bunu yapar yapmaz kapının ardında hazır bekleyen iki hizmetçi ellerinde şarap şişeleriyle içeri daldı ve boş kadehleri kızıla boyadı.
“Ortağımı neden öldürdünüz?” dedi Müfit, gayet ciddi ve sert bir ses tonuyla. Bu soytarılıktan sıkılmıştı artık.
Ümit ve Hakkı bir an birbirlerine baktılar. Ümit küçük bir baş hareketiyle Hakkı’yı yerinden kaldırdı. Adam bir anda odadan dışarıya çıktı. Müfit olup biteni anlamaya çalışırken Ümit yerinden doğruldu ve cebinden çıkardığı kumandanın bir tuşuna bastı. Şöminenin üzerindeki koca ekran bir anda renk cümbüşüyle açıldı. Ekranın üzerinde uydu görüntüsü alınmış Türkiye vardı. Ve belli şehirlerin üzerinde kırmızı noktalar bulunuyordu. İstanbul, Ankara, İzmir, Antep, Diyarbakır, Rize…
“İzin verin size kısa bir öykü anlatayım.” dedi. Eline kadehini alıp sakin adımlarla odada dolanmaya başladı.
“21 Ekim 1944’de Filipinlerde Üst Teğmen Koufu Kunou tarihin akışını değiştirecek bir şey yaptı. İlk Kamikaze saldırısı…Japon İmparatorluğuna bağlı hava kuvvetleri pilotları düşmana verilen zayiatı en üst düzeye çıkarmak için kendilerini feda ederek intihar saldırıları düzenlediler. Kamikaze kelimesi bütün dünyada ‘Japon pilotlarının intihar saldırısı’ olarak nam saldı. Ancak perdenin arkasında biz vardık ve asıl amaç basit bir algı operasyonuydu.” Şarabını yudumladı ve Müfit’in çatık kaşlarına bakarak dinlediklerini sindirmesini bekledi.
” İkinci Dünya Savaşı devletlerin arasındaki bir savaş değildi. Bize karşı yapılan ve bizi yok etmek için oluşturulmuş bir operasyondu.” Müfit adamın sözünü kahkahasıyla kesti. Belli ki kaçık bir adamın önderliğinde kaçık bir örgütle baş başaydı.
” Neden sizi yok etmek için Dünya Savaşı çıkarılsın ki? Masallarını adamlarına saklasan iyi edersin!” Ümit gayet sakin şekilde şarabını yudumladı, kadehi elinde hafifçe sallayıp bardağı masaya koydu.
“Çok basit! Çünkü birincisini biz başlattık!” Müfit’in inanmaz bakışlarını yakalayan Ümit yarım ağız bir gülümsemeyle devam etti.
“Arşidük Ferdinand’a yapılan suikasti biz düzenlemiştik.” Adam Müfit’in şaşkınlığınıkeyifle izliyordu.
“Neyse…konuyu fazla dağıttık. Kod Kamikaze ikinci dünya savaşı sırasında Japon pilotlar vasıtasıyla başlayan ve günümüze kadar yürüttüğümüz bir plandı.Örgütümüzün varlığı güç odaklarınca hep bir tehdit olarak algılandı. Amacımız basitti; Kamikaze kelimesini basitleştirip değersizleştirmek!
Böylece arka planda bizim olduğumuz anlaşılmayacak ve biz de nihai sona emin adımlarla ilerleyecektik. Ara sıra önümüze engeller çıkmıyor değildi tabii…” bu sırada Hakkı elleri kelepçeli ve kafasına siyah bir bez geçirilmiş biriyle odaya daldı.
“Hah!” dedi Ümit ellerini birbirine vurarak. “Mükemmel zamanlama. Biz de tam senden bahsediyorduk. Lütfen konuğumuzu sandalyesine oturtun Hakkı bey.” Hakkı kendisine söyleneni yapıp adamı kendi sandalyesinin yanındaki sandalyeye oturttu. Adam bir şeyler söylemeye çalışıyor ancak ağzı bantlı olduğundan uğultudan başka bir şey duyulmuyordu.
“İzin verin tanıştırayım…”dedi Ümit, sakin adımlarla adamın arkasına doğru yürüdü ve elini adamın başını örten siyah bezin üzerine koydu. “… MİT Ajanı Müfit Bey, bu beyefendi de sizin köstebeğiniz!” dedi ve bezi bir çırpıda çıkardı. O bunu yapar yapmaz Müfit hışımla ayağa kalktı ve karşısında kanlı canlı duran ortağına baktı…
***
Müfit yaşadığı şoku üzerinden atamıyordu. Nasıl bir oyunun içinde olduğunu çözmeye çalışıyor, bunu denedikçe başına ağrılar giriyordu. Öldü sandığı ortağı karşısında duruyordu. Ortağını öldürdüğünü sandığı örgütün lideri karşısında duruyordu. Müdürü sandığı örgüt militanı karşısında duruyordu. Her şey, herkes karşısındaydı. Zihni allak bullak olmuş, sonunda pes etmişti. Öne eğdiği başını kaldırmadan ortağına seslendi.
“Anlat…Nasıl bir oyunun içindeyim ben?” Ortağı Selim, çıkarılan kelepçelerin verdiği sızıyı bileklerini ovuşturarak gidermeye çalışıyordu. Selim Müfit’e baktı.
“Bence cevabı biliyorsun!” dedi ve önündeki kadehten şarabını içti. Müfit başını kaldırdı. Önce ortağına sonrada Hakkı’ya baktı.
“Sen de onlardansın…Öyle değil mi? Onlar için çalışıyordun?” Selim ortağına baktı. Küçük bir baş hareketiyle onayladı. Müfit konuşmaya devam etti.
“Aranızda bir anlaşmazlık oldu ve sen örgüte sırt çevirdin….Doğrudan üzerlerine gidemezdin. Bu yüzden benim gizli muhbirim oldun…” Ümit’in alkışıyla lafı yarıda kesildi.
“Dediğim gibi. Keşke başka şartlar altında tanışsaydık!” Müfit adama aldırış etmeden devam etti.
” Kendini öldü gibi gösterdin. Örgüt için değersizleştin. Böylece örgüt bu kadar kesin bilgiyi nasıl edindiğime dair senden şüphelense de bir önemi kalmayacaktı. Hançeri bu yüzden kullandın. Böylece hem muhbirliğe devam edecek hem de -ortağı öldürülmüş olan- beni kamçılamış olacaktın.
“Bravooo!” diye bağırdı masanın başında oturan Ümit. “Bütün bulmacayı çözdünüz. Tebrik ederim.”
“Hayır. Hepsini değil!” diyerek adamın neşesini kursağına tıkadı. Selim’e döndü. “Örgüte neden ihanet ettin?”
“İzin verin yardımcı olayım.” dedi Ümit. Eline yine kumandayı aldı ve bir tuşa bastı. Ekrandaki görüntü daha da küçüldü ve resmin tamamı açığa çıktı. Kırmızı noktalar sadece Türkiye’deki şehirlerde değil Dünya’nın her yerinde bir çok önemli şehrin üzerinde bulunuyordu. Tokyo, Rio, İtalya, Roma, Washington, New York, Londra… Selim bakışlarını Müfit’e çevirdi.
“Örgütün en büyük amacı Kod Kamikaze idi. Bu basit bir eylem değil. Bu örgüt tarihin her satırında var oldu. Amacımız zayıfı ezen güçlüleri durdurmak, adaleti sağlamak, zulmü meşrulaştıranları ortadan kaldırmaktı. Ancak…”
“Ancak…” diye lafa girdi Ümit. Saatine bakıyordu ve saati 23:54′ ü gösteriyordu. Gece yarısına sadece altı dakika kalmıştı ve yüzyılın konuşmasını Selim’e bırakmaya niyetli değildi.
“Ancak, insanoğlu uslanmayı bilmeyen bir bebek misali. Ne zaman onlara doğru yolu göstersek her zaman bu yoldan saptılar. Hırsları ve aç gözlülükleri öyle bir hal aldı ki, artık güçlüler zayıflara zulüm etmiyor aksine zayıflar güçlülerin gözüne girmek için bir birlerini yok ediyorlar. Her yerde iki yüzlülük ve her yerde yıkım var. Kimse samimi değil. Herkes biraz daha para için, mevki için her şeyi yapabilecek duruma geldi. İnsanlık denen olgunun artık yok olması gerekiyor.” Adam durdu. Saatine baktı.
23:56
“Ve şimdi eğer izin verirseniz, Gecenin Prensi adına görevimi tamamlamam gerek.” dedi ve belinden çektiği tabancayı Selime doğrultup ateş etti. Müfit ayağa kalktı ve silah dorudan ona doğrultuldu. Müfit gözlerini kısıp Ümit’e baktı.
“Kimsiniz siz?”
Ümit küçük bir baş hareketiyle Hakkı’ya gitmesini söyledi. Cebinden telefonunu çıkardı. Bir numarayı çevirdi ve sonra da konuşmaya başladı.
” Ben suikastçilerin lideri Kiya Buzrug Ummid. Kartal Yuvası’nın Pir’i adına ve bu yolda canlarını feda eden Dai’ler adına Kod Kamikaze’yi onaylıyorum.” dedi ve son kez kolundaki saate baktı.
23:58
“Kaos insanlığın tek çıkış yolu. Daha önce Tanrı’nın da yaptığı gibi bu kez insanlığa son felaketini biz yaşatacağız. Ve insanlık küllerinden tekrar doğacak. Bir dakika sonra Dünya’nın bütün şehirlerine nükleer başlık taşıyan uçaklar Kamikaze saldırısı düzenleyecekler. Sen, ben, herkes ölecek. Ama hayatta kalanlar…İşte onlar geleceği tekrar inşa edecek…” Adam saatine baktı.
00:00
“Mutlu yıllar…” Ümit lafını bitirir bitirmez, kulakları yırtan bir gürültüyle salon çınladı. Müfit arkasına dönüp bakınca, beyaz örtüye bulanmış İstanbul’un semalarında onlarca uçağın intihar saldırısı için şehre dalış yaptığını gördü. Bir kaç saniye sonra ard arda gelen patlamalarla şehir adeta havai fişeklerin altında eziliyor gibiydi. Sonra yakınlardan bir silah sesi patladı. Müfit nefesini tuttu. Sırtındaki acıya direnerek ayakta durmaya çalıştı. Ona doğru hızla yaklaşan nükleer patlamanın dalgasını ayakta karşıladı ve Ümit’in son sözlerini böyle duydu:
” Alacakaranlığın Prensini selamlarım…Amacımız nihayete erdi Pir’im!”
SON SÖZ
23 Mayıs Cuma 1124
Gece kasvetli, yıldızlar sönük, rüzgar dermansızdı. Elbruz dağlarının efendisi, Rüdbar Vadisinin sevgilisi, kumun ve çölün Pir’i hastaydı. Ve kimseciklerin elinden bir şey gelmiyordu. Onlarca Dai’si kalenin içinde göz yaşı döküyordu. En iyi komutanları kapısının önünde feryat ediyordu. Alacakaranlığın Prensi ölüyordu…
Adam hasta yatağında gözlerini tavana dikmişti. Nice ordulara direnmiş, dünyaya korku salan Sultanları dizginlemiş, en büyük düşmanı Nizamülmülk’ü alt etmişti. Ancak ölüm sonunda onu da bulmuştu.
Gözlerini kapadı. Kumu hissetti. Rüzgarı hissetti. Geceyi hissetti. Hiçliği hissetti. O hiçliğin içinden sanki zamanın çok ötesinden gelen sesi işitti.
” Alacakaranlığın Prensini selamlarım.” diyordu ses. “Amacımız nihayete erdi Pir’im!”
Ve evinde, Kartal Yuvas’ında, Alamut Kalesi’nde, son nefesini verdi Hassan Bin Sabbah.
Merhabalar Umut.
Beklentimde yanılmadım öncelikle. Yine dolu dolu, çok güzel bir öyküydü.
Diyalog yazımında ve diyalogları görsel bir çerçeveye sokmada gayet başarılı buluyorum seni. Olay öykülerin zaten tam benim sevdiğim tarzda, heyecanla okuyorum.
Giriş ve son söz ve son cümle tabii ayriyeten güzeldi.
Öykülerini çok kısa bir zaman diliminde yazdığını bildiğimden kelime kusurları ve tırnak kaymalarına değinmeye lüzum görmüyorum fakat görselliği kötü etkiliyor.
“Ben istemez miydim ki o hançer yastığa değil de, yumuşacık göğsüne saplansın?” Harika.
”Beyaz at; gecenin gölgesi, ıssızlığın sesi olmuştu. Rüdbar vadisinin engebeli arazisinde, tozlu gecenin içinde süzülüp kayboluyordu.” Bu da öyle.
Ellerine kalemine sağlık Umut. Başıyla sonuyla çok beğendim, temanın hakkını fazlasıyla vermişsin. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.
Selam Osman.
Öncelikle teşekkür ederim.
Elimden geldiğince tarihi gerçeklere sadık kalmaya çalıştım bu öyküde. Bir nevi Tarihsel-Kurgu yapmaya çalıştım diyebilirim 🙂
“Ben istemez miydim ki o hançer yastığa değil de, yumuşacık göğsüne saplansın?” Hazır bu konuya değinmişken bu sözün Farsçasını google translate yardımıyla çıkardım. Ne kadarı doğrudur bilemiyorum.
Ve tabi bu sözün aslı şöyle:
“Ben istemez miydim ki o hançer sert taşa değil de sultanın yumuşacık göğsüne saplansın.”
Bizzat Hasan Sabbah’ın Selçuklu Sultanı Sencer’e yolladığı mesajdır bu. Böyle muhteşem bir olaya gönderme yapamadan duramadım 🙂
Tek endişem Hasan Sabbah, Haşhaşinler ve Kamikaze bağlatısını iyi veremeyecek olmamdı. Yorumlarından bu konuyu hallettiğim kanısına varıyorum 🙂 Teşekkür ederim. 🙂
Merhaba,
Film tadında bir öyküydü, özellikle öykünün günümüzde geçen kısımları. “Kaostan düzen sağlama” fikrini temayla güzel birleştirmişsiniz. Sürükleyiciydi, özellikle kurgusuyla başarılı bir öyküydü.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba 🙂
Öyküyü beğenmene ve keyifli vakit geçirmene sevindim. Görüşmek üzere 🙂
Ayırdığın vakit için de ayrıca teşekkürler 🙂
Merhabalar Umut,
Öncelikle öykünüzü çok beğendiğimi belirtmeliyim: İzlenimsel betimlemeleriniz, nesneleri(dosya) unutmayışınız, kurgusal bütünlüğü sağlamanız, merak unsurunu canlı tutmanız, tutarlı ve uygun diyaloglarınız…
Aynı zamanda öykünüzü keyifle de okudum; fakat naçizane yapıcı olmasını dilediğimi bir iki eleştirim de var.
Kurgusal anlamda Müfit Bey Müdürün odasından çıkıp koridora yöneliyor. Asansöre biniyor. Ve kapüşonlu biri tarafından saldırıya uğruyor. Burada iki kurgusal gedik bulunuyor. Birincisi ajanların bulunduğu bir binada kamera ve nöbetçi olmaması; ikincisi ise Müdür konumunda olan biri personelin peşinden kapüşonla koşması ve fark edilmemesi… Burada Müdür’e zaman kazandırma adına Müfit’in kendi odasında vakit geçirmesini sağlayıp saldırıyı da belki arabanın içinde gerçekleştirseydiniz daha tutarlı olabilirdi diye düşünüyorum.
Kurgusal anlamda öykünüzün sonunda nükleer başlık taşıyan onlarca uçağa gerek olmadığını düşünüyorum. Zaten Ümit önemli biri ve onun gözünün önünde tek bir uçak (Suikastçılar yalnız saldırır gibi bir mesajı vermeye de yarayabilirdi) saldırsa yeterli olabilirdi. Zaten nükleer başlık taşıyorlar ve bir tanesi şehri hayli hayli yıkabilir. Ve o bölümde silah ateşlenmesine de ihtiyaç kalmazdı.
Anlatım olarak ise “Dai” sözcüğüne ve “Ben istemez miydim ki o hançer yastığa değil de, yumuşacık göğsüne saplansın?” cümlesine birer yıldız ekleyip alt kısmında daha detaylı bilgi verseydiniz daha açıklayıcı ve gözden kaçma olasılığını daha aza indirgemiş olabilirdiniz.
Son olarak ise “Gecenin gölgesi” yerine “Gecenin feneri” deseydiniz, sanki daha anlamlı olurdu diye düşünüyorum. Beyaz at, karanlık gece…
Ayrıca öykünüz de ince eleyen sık dokuyan bir yazar olduğunuz hissediliyor. O yüzden öykünüze beğendim deyip geçmek istemedim. İlk yazdığım paragrafta eserinizin beğendiğim yönlerini sıraladım. Kaldı ki bu unsurları kullanmanız bu yolda emin adımlarla ilerlediğinizi gösteriyor… Yolunuz açık olsun, yeni öyküler de görüşmek üzere…
Not: Yorumu geç ve yorgun saatlerde yazdığım için yanlış anlaşılmalar olduysa hoş görmeniz dileğiyle, kendinize iyi bakın…
Merhaba Mustafa. 🙂
Ayırdığın vakit için çok teşekkür ederim. Öyküyü beğenmene de ayrıca memnun oldum.
Çok güzel detaylar yakalalmışsın. Bunlar benim ne yazık ki gözümden kaçan noktalar. Açıkçası bu öyküyü çok kısa bir zaman diliminde yazdım. Bu aralar çok yoğundum ve gerekli ilgiyi gösteremedim.
Asansörde saldıran kişi aslında Müdür değil de başka biriydi. Ancak bunu yansıtamamak benim kabahatim.
Uçakların sayısının fazla olması hususu yazarken aklımdaydı. Ancak acelecilik yüzünden gözümden kaçtı ne yazıkki.
Öykünün sonuna açıklama notu eklemeyi düşündüm ancak Hasan Sabbah adı hep yeterli olur diye düşündüm (Bilenler için) hem de bilmeyen varsa da kimmiş bu adam diye merak ettirmek istedim.
“Gecenin gölgesi” ni tercih etmemin sebebi senin de belirttiğin üzere, tezatlıktan yola çıkarak yaptığım bir betimleme değil. Aslında “Issızlığın sesi”
(Sessizlikteki ses değil) gibi imkansız bir durumu anlatma çabasıydı. Tabi bu kısımlar yazanın tercihi.
Tespitlerin çok doğru ve çok güzel. Aslında bu öyküyü böyle yollamam ne kadar doğru oldu tartışılır tabi. Ancak ya bu öyküyle katılacaktım seçkiye, ya da bu ay da olmayacaktım. Nefsimin kölesi oldum diyelim. 🙂
Not: Öyküyü yolladıktan sonra neden orada silah değil de, hançer kullanmadım diye çok kızdım kendime 🙂
Tekrar teşekkürler.
Görüşmek üzere 🙂
Hepimiz kısa sürede yazıp yolluyoruz. Aynı durum bende de mevcut. Öyküyü yollamakla ise çok doğru karar almışsınız… Hasan sabbah mevzusunu bir kaç kitap edinip okumaya çalıştım: Fakat onlar çok kötü ve sıkıcıydı. Öykünüz onlardan çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Tezatlık durumunu gözden kaçırmışım o yüzden gecenin gölgesi daha yerinde olmuş:)
Tekrardan görüşmek üzere, kaleminize sağlık:)
Merhaba;
Akıcı, film tadında bir öykü kaleme almışsınız, ellerinize sağlık. Küçük bir anımsatma yapmak istedim daha doğrusu dikkatinizi çekmek. (yazım kuralları beni de çok etkilediğinden) Birkaç, birbiri, bugün, birçok birleşik yazılan kelimeler. Öyküde bunları gözden geçirirseniz iyi olur. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle
Merhaba Nurdan 🙂
Çok teşekkürler hem ayırdığın vakit için dikkat çektiğin hususlar için.
Görüşmek dileği ile 🙂
Selamlar Umut,
Ayrıntılı, akıcı ve merak unsuru iyi kullanılmış bir öykü çıkarmışsın ortaya. Yazmaya hevesin ve yetkinliğin muazzam derecede. Kelimelerin yerli yerinde, benzetmelerin çok sıradışı ve lezzetli. Öykünde özellikle Farsça cümle kurman gerçekçiliği daha da artırmış. Olumsuz kısımlara arkadaşlar değinmiş zaten. Tebrikler zevkli bir hikayeydi. Görüşmek üzere yeni öykülerde. ?
Selam Mustafa 🙂
Keyifli vakit geçirebilmiş olman memnun etti beni. Güzel sözlerin için de ayrıca teşekkür ederim. Gözden kaçmaması gereken çok basit hatalar olmasına rağmen sizlerin keyif alması ayrıca mutlu etti beni. Diğer seçkilerde de görüşmek üzere 🙂