Öykü

Kovuk

Ferabidin Kadısı Hurtakinli Muhacir Şemseddin Molla ve Bencerzah Sancak Beyi Gözügörmez Kel Abuzer Paşa ile birlikte yola çıktığımızda, haritanın üstünde bir karış bile olmayan, gerçekte ise yaklaşık yüz fersah uzaklıktaki Hecin Deresi gözümüze o kadar da uzak gelmemişti. Neredeyse başımızın yedi sekiz kulaç üstünde uçan alıcı kuşları gördüğümüzde bile yolun meşakkati bizi ırgalamamıştı. Zifiri karanlıkta konaklarken yaktığımız cılız kandilin ışığında kıpırdayan gölgeler gördüğümüzde, rüzgâra benzemeyen uğultular ve dahi mahluka benzemeyen tıslamalar duyduğumuzda, yıldıza benzemeyen ama gökte kayan ışıklar altında sabah namazını kıldığımızda bile pek kaygılı değildik.

Sabah uyanıp da Kel Abuzer Paşa’nın atından geriye kafasından gayrı bir şey kalmadığını gördüğümüzde ise yüreğimiz dörtnala çarpıyordu. Öteki atlar ise bir kayanın kovuğuna sinmiş, gözleri fal taşından ziyade büyümüş şekilde tir tir titriyorlardı. Heybelerimizden çıkardığımız birer sokum kuru ekmeği, içini kenarında kaldığımız sığ dereden doldurduğumuz kırbalardan içtiğimiz suya zar zor katık ederek, boğazımızda bir yumruyla yola koyulduk. Seyahatin meşakkatli geçeceğini tahmin ediyorduk ama bu kadar tez elden zuhur etmesi hepimizi telaşlandırmıştı.

Şemseddin Molla’nın atının terkisine ilişmiş olan Abuzer Paşa’nın beti benzi hâlâ yerine gelmemişti. Sabahın daha er vaktleri olmasına rağmen güneş kavurmaya başlamıştı. Mintanımın yaka kısmını biraz açıp elimle yellemeye başladım ama ne fayda! Yedi cihanda gezdiğim çöllerde bile böyle sıcak havaya rast gelmemiştim. Kırbalarımızdaki su şimdiden tükenmek üzereydi ve yakınlarda da su bulabileceğimiz bir yer görünecek gibi değildi.

“Dur hele, dedi Abuzer Paşa, Şemseddin Molla’nın omzuna vurarak. Atını durdurdu Şemseddin Molla. Ben de durdum. Gözlerini ovuşturuyordu. Başına sıcak geçmişti zaar. “Yüzüne bi su sepele. Ferahlarsın” dedim. Sadece, gümüş yüzüklerle dolu buruşuk elinin işaret parmağını ufuk cihetinde kaldırdı. “O ne ola ki?” İkimiz de parmağın ucunu takip ettik. Ben pek bir şey seçemedim ama Şemseddin Molla’nın gözleri benimkinden daha iyiydi. Elini gözlerine siper ederek uzun uzun baktı. “Bize doğru gelen bi karaltı var ama nedir bilemem” dedi.

Karaltı, Afrika memleketlerini gezerken gördüğüm çita denen mahluk kadar hızla bize doğru geliyordu ki; gelen şey in midir cin midir, dost mudur düşman mıdır bilmediğimiz için öylece donup kalmıştık. Kötü niyetli bir varlık olsa dahi, ondan sakınmak için arkasına çömeleceğimiz bir çalı parçası, içine kellemizi sokacağımız bir kovuk, üstüne çıkacağımız bir kayadan yoksun bir halde dımdızlak dikiliyorduk çorak toprağın ortasında. Tepemizdeki alıcı kuşların sayısı da artmış, insanın içine işleyen çığlıklar atarak uçuşuyorlardı.

O kadar hızlı yaklaşıyordu ki, koşan ya da yürüyen değil de uçan bir varlık olduğunu anladığımızda aramızda on beş adım mesafe ya var ya yoktu. Şimdi ise iki üç adım önümüzde, yerden bir iki karış yukarıda havada duran madenden yapılmış gibi parlayan şekilsiz cismin üstünde kapkara kıyafetler giymiş bir insan oturmaktaydı. Üstündeki Kara Binici, huysuz bir aygırı sakinleştirmeye çalışır gibi havada hafifçe hareket ettiriyordu garip cismi. Üçümüz donakalmış bir halde, bu fevkalade olayı sindirmeye çalışırcasına kurumuş boğazlarımıza rağmen yutkunup duruyorduk. Alıcı kuşlar ise birden ortadan kaybolmuştu.

Delinmiş bir buhar kazanından çıkmışa benzeyen korkunç bir tıslamayla yere kondu uçan cisim. Kara Binici de yere atladı. Kara Binici’nin ayaklarına bakan Şemseddin Paşa o an küt diye yere yığıldı. Zira Kara Binici’nin ayaklarının olması gereken her bir yerde yedişer tane yılan gibi kıvıl kıvıl kuyruğumsu uzantılar vardı. Bunu bir an için görmüştük muhtemelen zira uzantılar yine ayağa dönüştü. Kel Abuzer Paşa’yla göz göze geldik. Bakışlarımızdan, bunun bir hayal mahsulü değil, ikimizin de gördüğü alelacayip bir şey olduğunu anlamıştık. Benim dizlerim takır takır birbirine vuruyordu. Kel Abuzer Paşa’nın çakşırının paçalarından ise küçük abdesti ılgıt ılgıt akıyordu.

“Hroijönt jönt djödr dör jö dööökt!” diye boğuk bir sesle tısladı Kara Binici. Daha doğrusu buna benzeyen anlaşılmaz laflar söyledi. Gezdiğim o kadar memleket içinde buna benzer bir lisan duyduğumu hatırlamıyordum. Kel Abuzer Paşa kulağıma eğilerek usulca, “Ne der bu kara melun! Sen anladın mı Çelebi?”, dedi. Kara Binici kıpırtısız duruyordu. “ Duyduğum hiçbir lisana benzemez. Bilemedim” dedim.

“Ne… der… duyduğum… kara… hiçbir… bu… melun… benzemez… dile…”

İlk önce anlamadık. Kara Binici’den gelmişti bu sesler. Birbirimizin kulağına fısıldayarak söylediğimiz lafları nasıl duyduysa duymuş ve karışık bir halde bize söylüyordu şimdi. Bu sırayla bir iki kere daha tekrar etti. Sonra aynı boğuk sesle konuşmaya başladı:

“Benden korkmanıza gerek yok. Sükûnetinizi koruyun,”dedi. Bunu söylerken sırtındaki cübbeye iliştirilmiş şala benzeyen kumaşı başından indirip, yüzünü saran kara bezi de çözdüğü için sükûnetimizi pek koruyamadık. Çünkü Kara Binici’nin yüzünün olması gereken yerde Diyarıbekir karpuzu büyüklüğünde bir yumru vardı. Yemyeşil bir Bursa çinisi gibi parlayan bu yumrunun üstünde ne göz, ne burun, ne ağız, ne kulak vardı!

Yeni ayılmış olan Şemseddin Paşa bu manzarayı görünce güzellik uykusuna geri dönüverdi!

Kel Abuzer Paşa’yla kaldık yine baş başa… Nasıl olmuştu bilmiyorum ama bizden duyduğu bir iki laf ile lisanımızı çözüvermişti anlaşılan. Yılların verdiği gezgin girişkenliğiyle muhabbete daldım ben. Zira bekledikçe merakım artıyordu:

“Ben Evliya Çelebi. Bu yanımdaki zat Bencerzah Sancak Beyi Gözügörmez Kel Abuzer Paşa, yerde yatan zavallıcık ise Ferabidin Kadısı Hurtakinli Muhacir Şemseddin Molla. Peki sen kimsin, kimlerdensin? Nereden gelir, nereye gidersin? En mühimi de…” Durakladım bir müddet. “ Sen nesin?”

Bir tıslama sesi geldi yine Kara Binici’den. Yüzü olsaydı ağzı kapalı bir şekilde güldüğü için burnundan çıktığını söyleyebilirdim bu sesin.

“Adım pek çok yerde, pek çok değişik şekillerde söylenir. Hatta bana ait olmayan isimlerle de anılırım. Bana ait olmayan şeyler atfedilir bana çoğu kez. Birçoğu dalgasını geçer, ondan daha fazlası ise korkudan ne yapacağını şaşırır. Geldiğim pek çok yer vardır, gittiğim yerler daha fazladır ama aslında hep buradayımdır. Hem buradayımdır çoğu zaman hem de orada. Hem varımdır zaten hem de yok. Kimine göre iyiyimdir, kimine göre kötü. Ne kadar varlık varsa bu alemde hepsi farklı düşünür hakkımda. Kim olduğum pek önemli değildir, kim olmadığımın öneminin olmadığı gibi.”

Laf kalabalığından başka bir şey değildi dedikleri. Kel Abuzer Paşa aval aval bakıyordu. Benim de ondan bir farkım yoktu. Sorularıma devam etmek istiyordum. “Ademoğluna benzemiyorsun hiç” diye geçirdim içimden. Devamını getirip sorular soracaktım.

“Âdemoğlu değilim zaten” dedi.

“Tövbe bismillah!” diye çığlık atarak bir iki adım geri giderken bir taşa takılıp kıç üstü düştüm. Bu garaib yaratık aklımdan geçeni okumuştu! Muhakkak gülüyordu bana şu anda. Ah keşke yüzünü görebilseydim.

“Yüzüm sizin anlayabileceğiniz herhangi bir şeye benzemez. Biraz sonra benim değil ama bizden birinin cismini göreceksiniz zaten. Bu nedenle yüzümü ve vücudumu göstermem gerekmez. Benim sizinle ilgili bir derdim yok. Tek istediğim sizin Şemseddin Molla olarak bildiğiniz yerde yatan şu kişi. Onu bana verin.”

Bir mühlet bizden ses çıkmadı. Neyin nesi olduğunu bilmediğimiz bu… bu mahluk, bizden arkadaşımızı istiyordu. Kara Binici geldiğinden beri sadece bir iki laf etmiş olan Kel Abuzer Paşa pala bıyıklarını titretip, ağzından tükürükler saça saça gürledi: “ Senin ağzın ne der bilir misin bre zındık! Şemseddin Molla’yı sana vermek ha! Sana günahımı bile vermem. Çek git yolumuzdan, yoksa Allah yarattı demeyip sille tokat yere sererim seni.”

Yine güler gibi tısladı Kara Binici.

“Siz korkudan bayıldığını sanıyorsunuz ama aslında artık yakalandığını anladığı için deminden beri yerde yatıyor. Şemseddin Molla sandığınız kişi… O aslında bizden biri.”

“Nasıl sizden biri olur? En az otuz yılı vardır, tanırım Molla’yı. De get işine bizi de yolumuzdan etme” dedim.

Yorulmuş gibi yere çöktü Kara Binici. Cübbesinin cebinden enfiye kutusu kadar bir kutu çıkarıp çatlamış toprağın üstüne koydu.

“Sizin zamanınızla on iki yıl önce elimizden kaçan bir suçlu, buraya gelip arkadaşınız Şemseddin Molla’yı kaçırdı. Sizden birkaç yüz yıl sonraki geleceğe, bizden binlerce yıl önceki geçmişe bir yerlere bırakıp kendi de Şemseddin Molla’nın yerine geçti. Ölümcül bir suçla cezalandırılacağını bildiği için kendi dünyasından ve zamanından çok farklı bu dünyada yaşamaya başladı. Beni, sizin anlayacağınız lisanla bir inzibat gibi görün. İzini yeni bulduk. Şimdi de onu almaya geldik.”

Kafam iyice karışmıştı.

“Yani sen şimdi bizden çok sonraki bir zamandan gelen bir yolcu olduğunu mu söylüyorsun?”

“Bu kadar kolay anlayacağınızı beklememiştim” diyerek tısladı.

“Farz edelim dediklerin hakikat… Gerçek Şemseddin Molla nerede peki?” diye sordu Kel Abuzer Paşa.

“Arkadaşınız burada, diyerek üstüne bindiği cismi gösterdi Kara Binici. Ama onu bırakmadan önce sizden bir şey istemem lazım. Yıllardır sizin yanınızda olduğu için sahip olduğu yetenekleri kullanarak sizinle zihinsel bir bağlantı kurup kendini bir nevi sağlama almış. Onu sizden alabilmem için, ‘onu bana verdiğinizi’ düşünmeniz lazım. O zaman arkadaşınızın cisminden çıkarak kendi haliyle görünecek ve onu yakalayacağım.”

Sadece “onu Kara Binici’ye verdiğimizi” düşününce yakalanacaktı bu yalancı mahluk ha? Peki bu nasıl olacaktı… diye düşünürken, zaten “Şemseddin Molla’yı Kara Binici’ye verdiğimizi” düşündüğümüzü anladım. Muhtemelen Kel Abuzer Paşa da öyle yapmıştı ki yerde yatan Şemseddin Molla hareket etmeye başladı. Şişirilmiş bir kurban tuluğu gibi kabardı. Şemseddin Molla’nın cismini bir urba gibi soyunup içinden sıyrılan pelteleşmiş zerdeye benzeyen yamrı yumru bir mahluk, boruyla çekilir gibi Kara Binici’nin önündeki küçük kutuya doğru aktı adeta… O koca pelte kutuya doldu doldu doldu… Ama hiç taşmadı kutu. Son parçaları da içine girince kutuyu kapattı ve cebine attı Kara Binici. “Sağ olun” dedi sadece.

Uçan cisminin üstüne bindi. Daha önce fark etmediğimiz bir kolu çevirdi ve cismin arka tarafından bir kapak açıldı. İçinden, afallamış bir şekilde Şemseddin Molla çıktı. Saçı sakalı, urbaları bir değişikti ama bizim Şemseddin Molla’ydı bu. Etrafına bakındı, gördüklerine inanamıyormuş gibi gözlerini ovuşturdu. Toprağa ayak basarken bizi daha yeni fark etmişti.

“Çelebi? Abuzer Paşa?”

İkimiz de aynı anda koşturup Şemseddin Molla’ya sarıldık.

“Ne der bu Kara Melun Molla? Doğru mudur anlattıkları?” diye işaret ettiği Kara Binici’yi uçan cisminin üstünde havalanmış olduğunu gören Kel Abuzer Paşa devam etti: “Nedir bu başımıza gelenler Hak aşkı için?”

Biz, geldiğinden daha hızlı bir şekilde uçarak uzaklaşıp gözden kaybolan Kara Binici’ye bakarken “Bagajda konuşulan her şeyi duydum. Hepsi doğru” dedi Kel Abuzer Paşa.

“Nerede duydun, nerede?”

“Bagajda. Yani beni kapattığı yerde. Onlar ne diyolar bilmem ama benim yerime geçen uzaylının beni bıraktığı zamanda bagaj deniyo öyle yerlere.”

“Uzaylı mı? Seni bıraktığı zaman mı? Seninle uzun uzun konuşmak gerekecek herhalde Molla” dedim.

“Zaman dedik de… Saat kaça acaba” diyerek cebinden yassı garip bir kutu çıkardı Şemseddin Molla. Kutunun üstünde ecnebi harflerinden ve rakamlardan oluşan bazı yazılar yazıyordu. “Vakit geçmiş ama bildirim gelmemiş. Su içmem lazımdı” dedi. Kutuyu yukarı kaldırdı. Eli yukarda sağa sola koşturdu. Sonunda yanımıza geldi.

“Ah şapşik kafam!” diyerek başına vurdu.” İnternet çekmez ki tabi burada!”

* * *

Günler sonra Hecin Deresi’ne vardığımızda, başımıza gelenler sanki bir rüya ya da hayal mahsulüymüş gibi gelmişti bize. Şemseddin Molla yanımızdaydı ama hâlâ elindeki o garip kutuyu tutarak, “kapiçino”, “sukıtır”, “bıranç” diye garip laflar mırıldanarak geziniyordu. Biz neredeyse unutmuştuk olanları. Bunları seyahatnameme yazamazdım. Yazsam da kimse inanmazdı zaten. Ben de hatırladığım kadarıyla başımızdan geçenleri bir tomar kâğıda yazıp ağzını kapadığım bir şişenin içinde, derenin yanındaki mağaraya benzeyen bir kovuğa atıverdim.

Kim bilir… Bir gün belki…