Gerekli olan tek şey buydu… Yalnızlık. İhtiyacım olan buydu. Bir yaşamım var; yarına daha da umutla bakmak için gereken şeylere sahibim. Neden umutsuzum? Neden kendimi yalnız hissediyorum? Bir şiir bile yazamayacak kadar güçsüzleştim mi? Her zaman burada; kalbimdeydi… Kalbimde ve şakıyan kuşların minik gagalarındaydı. Şimdi gitti. Canı cehenneme! Hiçbir zaman ona ihtiyaç duymamıştım ki zaten. Basit olayları büyütecek bir zihin yapısına sahibim ve bu da olayları: olduğundan daha çok çekilmez hale getiriyor. Duygularım bir gemi; gereksiz yüklerle dolu koca bir gemi ve onun bir forsasıyım. Tek başına o koca gemiyi rüzgâra karşı çekmeye çalışan yalnız bir köleyim. Sahipsiz bir köle. Kendi yaşamının köpeği olmuş insanlardan her zaman iğrenmiştim. Peki ya şimdi ne oldu? Bende onlardan biriyim artık. Yaşamını kaybetmiş biri ama aynı zamanda böyle bir şey yokmuş gibi hareket eden bir ucube… Daha da düzeldi diyebilir miyim? Bir son var mı? Gidenler; neden bana dikkat etmedi? Neden beni burada bıraktılar? Orada, mutlu bir şekilde yaşayabilirdim. Dağlar ve üstündeki çocukları; Güney rüzgârı ile usulca salınırken, soydaşlarım ile dertleşip; gelecek hakkında konuşabilirdim. Ama bunlar hiçbir zaman olmayacak. Burada kaldım ve mezarım burada kazılacak. Öldüm. Ve her gün birçok defa daha ölüyorum… Kurtarılamaz bir düşüşteyim. Uçarken karanlık; düşüncelerimin yalnızlığında: bir gemi açılır acımasız rıhtımdan ve ben kürek çekmeye devam ederim. Rüzgâr gelir ve geçer… Düşünceler yalpalanır bu soğuk sularda. Ben kürek çekmeye devam ederim…
“Sen oradaki kıskaçların arasında doğmuştun… Bunu görmezden gelemeyecek olan ataların; yolculuklarına başladığı zaman; kömür damarları çoktan çoraklaşmıştı ve terkedilmiş diyar kurulmak üzereydi. Çekip gitmek ne kadar zordu onlar için. Tüm gözler arkaya baktı; geçmişi içinde uzak bir anı olarak hatırlamak istemeyen bir kişi bile yoktu ayaklar kuzeye döndüğünde… Yürüdüler ve geçtiler donmuş nehirlerden. Soğuktu toprak ve küsmüştü güneş onlara. Peki ya ataların, onlar ne yaptı? Onlar güneşe yakarmadı. Onlar asla toprağa tohumlarının açması için dua etmedi. Senin ataların onurluydu; etrafında birleşilmesi gereken kişinin yanına gidiyorlardı. Bana geliyorlardı Rugnar. Bana.”
Geçmişime dair zırvalayan şu kitaba inanmak aslında ne kadar büyük bir aptal olduğumu gösteriyordu. Bu kasabada kaldığımın dördüncü ayında bir gerçek bir yoldaş-aramızda kalsın öküzlerde iyiydi- edinmiştim. Küçük bir çocuktu ama benden daha cesur olduğu kesindi. Yanlış hesaplamıyorsam iki ay sonra bir yıl olacaktı; bu kasabaya gelişim pek hayırlı olmamıştı ama mağara olayını hepten atlatmıştım. Küçük yoldaşım ağzımdan çıkan şeyleri saygıyla dinliyordu ve elimde ki kitap sayesinde bana bir peygamber gözüyle bakıyordu… Bir keresinde: “Efendi Rugnar, geleceğim sizlerin elindedir. Hizmetim ise sonsuza kadar sizinle olacak,” demişti.
Şimdi ise ona açtığım yatağımda sessizce uyuyordu… Ne kadar masumdu. Bizler küçük bir çocukken masum mu olurduk? Zaman bizleri kirletiyor. Hayat bizi yıpratıyor.
“Kolay mıydı? En azında zor değildi… Nehir akmaya başladığında; kuzeyde kanlar ait oldukları yerlerden çıkıp fışkırmayı bırakırdı. Toprak tohumu kabul eder. Gelecek güzel günler için beslerdi. Belirsiz diyemem bunlara Rugnar. Eğer gerçekten onlar gelmeseydi. Gerçekten! Gerçekten! Yemin ederim ki! Onlar gelmeseydi. Buz sakinleri benim diyarımdan uzak dursaydı… Ataların belirsiz olmayacaktı. Ama biliyorsun! Kelt sakinleri; her zaman yürekliydiler. Birkaç yüz adam kalana kadar vatanlarını savundular. Bebekler ne güzeldi… Anneleri ise ne şefkatliydi. Bebeklerini kurtarmak için uzattıkları kolları hiçbir acıma belirtisi gösterilmeden birbirine büyük bir azgınlıkla çarpan kıskaçlar arasında kesildi ve kollardan akan kanlar büyük bir susamışlıkla içildi. Ama o kutsal kanlarınızın onlar için hiçbir yararı olmadı. Kanlarınız onları kahretti. Her an için kahroldular ve içtikleri kanlar solungaçlarından döküldü. Ne iğrenç bir görüntüydü… Ne yalnız ve ucube bir haykırıştı onların ki… Bunları sana daha ne kadar anlatabilirim? Sonu yok ve asla olmayacak.”
Sonu yok ve asla olmayacak. Bir şey bilmek istediğimi sanıyorsan eğer Bay Şeytan, yanlış yoldasın… Bir destan olduğunu düşünmüştüm oysaki. Dağlarda birkaç düzine keçi otlatan bir ozanın, aklından geçen ve can sıkıntısı nedeniyle keçilerine anlattığı bir hikâye…
“Sen şanslıydın… Acımasız kıskaçlar seni parçalara bölmeden önce kurtarıldın. Annen seni bağrına bastı ve babanda. Amcan ve aynı zamanda yengende. Daha sonra teker teker tüm soyun seni bağrına bastı. Sen değerliydin. Her şeyden önce tektin. Geri kalan tek bebek. Geri kalan son çocuk. Ve onlardan sonra geri kalan tek yetişkin olacaktın. Sen seçilmiştin. Ben seçmedim seni! O’da seçmedi! Sen kendi kendine büyük bir yaşam verdin ve şimdi bu satırları okuyorsun. Ataların çoktan bitmiş bir diyarı terk ederken; Büyük Buz halkı her yeri istila ettiler. Ama onlar büyük bir yıkıntıdan seni kurtarabildiler ve bu şansız bir tanrının kullarına son hediyesiydi. Bir lütuf. “
“Efendim. Çok erken uyanmışsınız,” dedi küçük çocuk. Güneş yavaş bir şekilde dağların tepesinden doğarken. Dikkat etmemiştim ama aynı zamanda güzel gözleri vardı. Yeşil ve mavi karışımı; parlak ve hayat dolu. Usulca kalktı ve uzunca saçlarını sırtına doğru attı. Beyaz teni güneşinde desteği ile iyice canlanmıştı.
“Ben her zaman erken uyanırım, dostum,” dedim gülerek. “Bazen ise hiç uyumam.”
“Bu gerçekten etkileyici, Efendim.”
“Neden bana sadece, Rugnar demiyorsun? Ben sana dostum derken; senin bana böyle seslenmem resmiyete kaçıyor, Bérdas.”
“Siz nasıl istiyorsanız öyle olsun, Efendim. Şey yani dostum ve efendim. Y-y-yani… Şey… Dostum Rugnar.”
“Hah! Sonunda çıktı işte.”
İyi bir çocuktu ve saftı. Temizdi… Kötü değildi ve dünya onu kötüye çevirmeden önce çok daha iyi biri olabileceğine inanıyorum. Her sabah erkenden kalkıp bana hizmet etmek istemesi ve boş zamanlarında yanımdan ayrılmayışı, kitaba verdiği değer ve bana verdiği öğütler(!) çoğu yetişkinin yanından bile geçemeyeceği bir özveri taşıyordu. Bu özveri daha kısacak yaşamında onu çok yükseltecekti. Ya da çoktan ölmüş bir canlı müsveddesi onun sürekli gülen suratını dağıtacaktı. Ama… Yo! Buna izin vermezdim. Asla.
“Bugün, Ağlayankirpi Dağına çıkmak istiyorum.”
“Yolu mu bilmiyorsunuz?”
“Hayır, biliyorum ama bir arkadaşa ihtiyacım var.”
“Yani, arkadaşım.”
“Eğer istersen benimle gel. Koyunlarının istediği kadar ot ve hatta daha fazlası orada var.”
“Daha önce oraya hiç çıkmadım. Dar patikalarının içinde; türlü vahşi hayvanların olduğunu söylerler, orası için. Ama eğer siz istiyorsanız. Elbet geleceğim. Hem koyunlarım için hava değişikliği olur.”
Onu bir ikilem içimde bıraktığım için üzgünüm ama aramızda bir arkadaşlık ilişkisi kurmak istiyorsam bunları yapmalıyım. Ben bir “Efendi” değilim. Hiç olmadım ve bundan sonraki hayatım dâhilinde; böyle bir şey düşünmek istemiyorum. Benim bir yoldaşa ihtiyacım var. Bir seyahate çıkmayı düşlüyordum. Oysaki bu kasabada tıkılıp kaldım. Beni burada tutan ve daha fazla ilerlememi istemeyen bir güç var. Onunda; Canı Cehenneme! İstediğimi yapma konusunda ki kararımı defalarca deşeledim. Milyon kez düşündüm bunu. Gitmeyi… Daha ileriye. Arkama bakmadan ama bir anı bırakarak. Tıpkı atalarımın yaptığı gibi. Göçmek. Gitmek. Zor değil biliyorum. Uzaklar; eğer istersem yakınlaşacak… Bu benim seçimim.
***
“Derler ki; Düşünceler yalnızlaştığında, insanlar çoğalır. Çoktular… Çok! Çok! Düşünce ölmüştü Rugnar. Onu kesmediler, biçmediler, kanını akıtmadılar ve çatırdayan kıskaçlar içinde bin bir parçaya bölmediler. O gitti. Gelemedi buraya… Rugnar anlamalısın! Düşünce içinde bulunduğun yere gelemedi. Hatırat kayboldu. Küçük çocukların kaybedip bir daha bulamadıkları oyuncakları gibi kayboldu. Peki, tekrar var olacak mı? Bunun cevabını sen ver. Bundan sonrası senin… Bundan sonrası senin kalemin… Hisset! Deniz kenarında buluşan sevgilileri. Hatırla! Seni kurtarmak için uzanan ellerin sevinçli titreyişini. Unutma! Anlaşılmak istiyorsan; geçmiş hep seninledir.”
Yeşillik bu dünyada başıma gelen en güzel şeydi… Yalnızlık ile birleştiğinde daha anlamlı hale geliyordu. Ya da bir dostla. İşte orada, çalılıkların içinde koşup oynuyor. Ona ne anlatabilirim. Yok, olduğumuz geceyi ve sonrasını anlatsam, bana güler mi? Ya da bir yetişkin edasıyla “Kafanı böyle şeylerle doldurmamalısın,” mı der? Anlar değil mi? Hisseder ve güler… Yanımda olduğu söyler ve beni huzur içinde bırakır.
“Hadi gel artık! Kahvaltı için çok güzel bir saat,” dedim bağırarak. Han odasından hızlıca çıktığımız için kahvaltı edememiştik ama yine de dağ havası bizi daha da güçlendirmişti. Onu tehdit etmiştim. “Eğer bugünde kahvaltıyı hazırlamaya yeltenirsen; yemin ederim ki, seni bayıltana kadar gıdıklarım.” Korkuttuğumu sanmıyorum; ama onu buna alıştıracağım. Yani rahat olmaya ve dünyanın biz yorucu işler peşinde koşmasak ta döneceğine.
“Dostum, gördüğüm en güzel kahvaltı kesinlikle bu!” dedi nefes nefese. Koşarak gelmişti ve soluğu iyice kabarmıştı. Yirmi iki ya da yirmi üç yaşlarındayım ve eğer bana soracak olursanız; dünya üzerinde yaptığım en iyi şey: onu sokaktan almak. Yağmurlu bir havaydı… Muhtemelen aç ve canı yanıyordu. Ona handa ki küçük odamı açtım. Çekindi ama geldi. Güldü. Ağzı kulaklarına varırken; bir arkadaşım olmuştu.
“O zaman hiç durma da; bir güzel ye.” Çok uzun zaman olmuş olmalıydı güzel bir kahvaltı yapmayalı. Eğer yeryüzünde bir çocuk bile mutlu değilse; sizin nefes almanız dahi soylu çam ağaçlarını kızdırırdı. Bende yalnızdım; geçirdiğim travma beni çocukluğumun hazin sırlarından uzak tutuyordu ama hatırlıyordum. Güneş iyice tepemizdeydi ve kurduğum sofra yeşil çimenlerin içinde bir kartal misali süzülüyordu. Ağaçlar batı soğuğunu bir dost gibi karşılamıştı ve üzerimize çullanıyorlardı ama güneş nedeniyle elimi gözlerime siper ederek baktığım göçmen kuşlar bundan hiç etkilenmişe benzemiyordu. Muhtemelen rüzgâr ve güneşle bir anlaşma yapmışlardı. Uzaklara göçerken arkalarında bir arkadaşın desteğini hissetmenin mutluluğu içerisinde cıvıldaşıyorlardı. Mutluluk aynı zamanda kuşlardı; tabii şuanda mühim bir işle meşgul olan Bérdas ayrı bir yaşama sevincimdi.
“Sandığım gibi bir yer değilmiş, Efendim. Burası için pek güzel yer demezlerdi. Kuzeydoğuya düşen bir yamaç var ve büyük bir düzlüğe iniyor, koyunlarım şimdiden karnını tıka basa doldurdu. Mümkünse hep buraya gelelim.”
“Bir talihsizlik sonucu, zeytin çekirdekleri boğazında kalmaz ise neden olmasın.”
“Bana vurmayacaksınız değil mi?” demişti o yağmurlu havada. Yağmurun camlarda ve küflenmiş panjurlarda bıraktığı öpücük o kadar şiddetlenmişti ki; ağlayacak hale gelmişti. “Onlar gibi! Annem bana geleceğini söyledi,” diye devam etmişti yeni ateşlediğim sobanın yanında yavaş bir şekilde titrerken. “Sana bunları ne zaman söyledi” demiştim bende. “Yıllar önce. Babam ölürken…”
Unutmak ve sonrasını düşünmek bir çocuk için zor olmazdı. Bir kahvaltı, bir gülücük ya da herhangi bir şey… Küçük ağızlarını mutlulukla açtırmak hiç zor değildi. Galiba aynı zamanda bir kardeş edindim. O bir yetim… Yalnız ve üzgündü. Ama artık değil.
“Bérdas kahvaltını yaptıktan sonra beni oraya götür. Düzlükler güzeldir. Özellikle yeşil ve şırıl şırıl akan bir çayıra sahipse.” Yemeye devam ediyordu; düzenli bir şekilde yaptığı kahvaltılar onu iyice güçlendirmişti. “Ta-ta-bo Efengdivm” diyebildi ağzına üzümleri teperken.
Ağaçlar ve onların tohumları çimenler… Ne güzel şeyler. Yamaç insanı zorluyor ama aşağıda otları büyük ihtiyat ve neşe ile yiyen koyunlara ulaşma düşüncesi buna değer. Çayır yeşillikler içinde kaybolmuştu. Yamaçtan çayıra doğru oluk oluk akan su nedense düzlükte küçük şırıltılar halinde taşları yerinden oynatıyor ve hayvanlara türküler söylüyordu. Hafifçe esen dağ rüzgârı; onun omzuna düşen saçlarını havalandırıyordu. Hayvanlarını çok sevdiği belliydi. Hayatını onlarla kazanıyordu ve hayvanlarının beslenmesi aynı zamanda kendinin de besleneceğinin göstergesiydi. Tabii bu bir zamanlar için öyleydi. Artık benim himayem altında. “Burasını gerçekten etkileyici,” dedim güneş artık tam tepemizdeyken. Her şeyden önce bir çocuktu. Çayırın yakınında bulduğu bir solucanla oynamaya başladı. Şanssız solucan…
“Bérdas tam olarak hangi yıldayız biliyor musun?” diye seslendim. Artık bir koyunuyla güreşiyordu ve bundan zevk aldığı kesindi.
“1755 yılında olmalıyız, Efendim. 1755’in Ocak ayındayız ve günlerden Pazar. Buraya gelirken; kasabada Kiliseye giden kişiler gördüm; oradan biliyorum yani,” dedi bağırarak. Koyununa bir kol hamlesi yaptı ve yere yatırdı. Koyun onu yalıyordu. Bir çocuğun gerçek bir dostu; onu mutlu edebilen her şeydir. Ben onu mutlu edebilir miyim? İnsansı duygularımı onun üzerinden çekip saf bir mutluluk verebilir miyim ona? Sanmıyorum. Ama deneyebilirim… Bir süre sonra yanıma geldi çayırın yanında bana iyice sokuldu. Her zaman yaptığı gibi yine gülüyordu ve kolunu omzuma attı. Kuşlar uçtu; o bana yakınlaştı. Su sıçradı ve yüzümüzü ıslattı. O güldü ve bana yakınlaştı. Dağ homurdandı ve güneşin sinirli ışınları gözümüzü yaktı. O güldü ve bana yakınlaştı. Bulut uçtu geldi başımıza; güneşe kılıç çekti. O güldü ve bir daha güldü.
“Buraya geleli neredeyse bir yıl olacak, dostum… Artık bir noktaya geldim Bérdas.” Çocuk söylediklerimden hiç bir şey anlamamıştı. Oysa onu yalnız bırakmaya hiç niyetim yoktu. Hatta kendi kendime gelin güvey olmuş; onu himayeme almıştım ama eğer istemezse onu zorlayamazdım. “Anlamadım efendim,” dedi sadece çimenlere uzanırken, gözleri yarı kapalıydı.
“Gitmeliyim, dostum. Uzak yerlere… Yakın olmayan herhangi bir yere. Bunu anımsayabiliyorum, hissedebiliyorum. Hikâyelerde duyabiliyorum. Rüyalarımda yaşayabiliyorum… Her gece düşüncelerimi köşeye kıstıran şeyin beni uzakta… Çok uzaklarda bulamayacağını düşünüyorum! Her gün yaşadığım, daha doğrusu yaşayamaya çalıştığım şeylerin; aslında bir hiç olduğunu görebiliyorum. Esiri altındayım, Bérdas! Onun, bunun veya şunun… Fark etmez! Uzaklarda. Çok uzaklarda; onlar yok. Acı ve üzüntü oralarda yok. Ağlayan bir bebeğin hiç susmayacak olan hıçkırıkları orada yok. Gördüğüm şeylerin, bir yalan olduğunu biliyorum. Kalbimde yaşadığım şeylerin bir sancısı var. Her defasında daha da artan ve beni yavaşça öldürürken kahkahalara boğulan… Bunu çözemiyorum. Bunu anlayamıyorum… Ve bu da beni öldürecek. Söylemiştim onlara hâlbuki. Hissedin demiştim; sessizce.”
Çoktan uyumuştu ve büyük ihtimal dediğim hiçbir şeyi duymamıştı. Ne kadar masumdu, elini başının altına koyarken. Ağzında ki gülümseme hiçbir zaman kesilmiyordu ve bu beni sevindiriyordu. Bir ailesi yoktu ama hayatta olmanın verdiği güç ile bugünlere kadar gelebilmişti. On bir yaşındaydı ve doğum gününü tam olarak bilmiyordu. “Bir yaz günüydü; sanırsam… Bir yaz günü doğmuşum. Annem öyle söylerdi…” demişti birkaç gün önce. Geçmişine dair bildiği tek şey buydu ve sonrasına dair bir fikri yoktu. Yanına kıvrıldım. Böcekler havada uçuşuyordu ve çayır türküsüne devam ediyordu. Hayat. Yaşam bu değil de neydi? Bunun cevabını verebileceğinizi sanmıyorum. Yaşam buydu. İki elimde başımın altında bulutlu gökyüzüne bakarken uyandı. Güldü. Gözleri çapaklanmıştı ve aldırdığı yoktu. Usulca kalktı ve yüzüme baktı.
“Efendim buralarda söylenen bir ezgi vardır bilir misiniz?” dedi gözlerini ovarken. Topraklı bir taş aldı ve dereye fırlattı. Bedbaht taş şırıltılar içinde iki kez havalandıktan sonra tok bir ses çıkararak düştü.
“Neden söylemiyorsun? Hayvanlarına bir şeyler mırıldanırken duydum seni,” dedim tebessüm ederek. Bunu söyledikten sonra biraz çekindi ve “Aslında söylemesem de olur. Pek umut verdiği söylenemez,” dedi. Türküler bir acı ifadesi olarak çıkarlardı ortaya. Bir çocuğun yeni yapılmış köprünün yıkılması yüzünden ölmesi veya bir annenin çocuğuna karşı son sözleri; bir türkü için vazgeçilmez unsurlardı. Türküler, bizi daha umutlu yapmazdı. Geçmişe bir pencere açıp kalbimizdeki sancılı duyguları dürterdi.
“Beni kırabileceğini hiç sanmıyorum,” dedim güneş bulutla birlikte batıya giderken. Beni elbet kırmazdı. Birbirimize bağlıydık ve kendimizi böyle daha güçlü hissediyorduk. Bir müddet bekledi ve sonra ince ama anlamlı sesiyle şakımaya başladı.
“Ah! Görmüyor musun usulca;
süzülen yıldızı?
Ah! Hissetmiyor musun kalbimde;
yanan ateşin korlarını?
Bir yıldız doğuyor, batarken güneş;
yüreğimde parıldıyor; hafif esintisi…
Ah! Sevgilimdin, yıldızlar yükselirken,
ışığımdın batarken… Neredesin şimdi?
Duy! Kalbimde hissederken seni; uzaklarda,
şakımıştı kuşlar ve uçmadılar buraya…
Hisset! Akan çayır; durmuştu sen giderken…
Bir yıldız yükseliyor; gece yarısı… Tanık ol!
Çok geç! Yıldız söndü… Gitti.
Bak bir duygu doğuyor; kalbimin yalnızlığında,
büyüyor ve güzelleşiyor…
Ah! Seninle buluşacaktık; vururken yavaşça dalgalar,
sessiz denizin kıyısına…
Ah! Seninle öpüşecektik; yükselen ayın, bizim için;
bıraktığı kuytu karanlıkta.
Neredesin şimdi? Tahmin etmek zor, sevdiğim…
Uzun ve apansız suların içinde bir yerde mi?
Yoksa çoktan karaya vurup; soluk bedenini,
o kıskaçlar için tekrar mı açtın?
Öpüşürken o koyda; birlikte gitseydik oraya;
farklı olmazdı aslında.
Sevişirken o koyda; birlikte ölseydik;
gecenin karanlığında, kötü olmazdı aslında…”