“Alexander, Alexander beni duyabiliyor musun? Arayıştan vazgeçmeliydin. Kelimeler oldukları yerde mutlular. Alexander, beni duyabiliyor musun? Gözlerini aç. Gözlerini açman gerek.”
Güçlükle kendime geliyorum. Başım fena halde ağrıyor. Etrafı tam olarak seçemiyorum. Saçlarımın arası ıslak. Pıhtılaşmaya başlayan bir parça kan ellerime yapışıyor. Kesik kesik öksürmekteyim. Güçsüz düşmüşüm. Sanırım başıma aldığım ve hatırlamadığım darbe yüzünden. Kalkmam, acele etmem gerek. Neden bilmiyorum. Peşimde birileri mi var. Ben mi birilerinin peşindeyim yoksa. Anımsamıyorum. Bölük pörçük görüntüler dışında hafızam kupkuru bir orman sanki. Hatıralarımı zorladıkça midem bulanıyor. Kusuyorum.
“Alexander, yazılmaması gereken, piç ilan edilen sözüm ona kurtarıcı bir şiirin parçasısın. Umut yoktu çünkü umutsuzluk yoktu burada Alexander. Fazlasını beklememek, fazlası olmadığını bilmek öğretildi hepimize. Sen aramıza katılana dek. Sen kötüsün Alexander. Umutsuzluğu getirdin bize, umudu yeşertebilmek için. Neden Alexander, neden? N’olur bırak artık.”
Görüşümün iyice netleşmesiyle kusmuğumun arasında, yanıp sönen, uzun, ince bir metal parçası dikkatimi çekiyor. Ne olduğunu anlamak için onu alıyorum. Elimde evirip çeviriyorum. Tanıdık geliyor fakat bu dünyadan değil. Başka bir hayatın motiflerine ait gibi. İsmini, nasıl işlediğini çıkaramıyorum ama ne işe yaradığını biliyorum. Birini izlemeye, nerede olduğunu tespit etmeye yarıyor. Demek benim peşimdeler, iyi de neden?
Adım sesleri duyuyorum. Suya batıp çıkan adım sesleri. Rutubetli havayı, soğuğu ilk defa bu kadar net hissediyorum. Önceliklerim dikkatimi de yönlendiriyor. Usul usul, etrafımdaki kaygan taşlardan yardım alarak ayağa kalkıyorum. Seslerden uzağa doğru yürüyorum. Hızlanmalıyım.
“Alexander, birden fazla yaşam konusunda inat etmemeliydin. Biz bilinmezlikle mutluyduk. Başka yaşamlardan habersizdik. Öyle de kalmalıydık. Tek cümle bize yetiyordu. Tek cümle ve oradaki kelimeler: “Hayatın Uzak Ucu”, eğer gelmeseydin, eğer bize diğer kelimeleri, yaşamları bulma cesareti vermeseydin savaş nedir bilmeyecektik.”
Bir adım… Bir adım, iki adım… İki adım, üç adım… Kuzeye… Seslerden uzağa… Sakın, kaybolmuşluğuna kaptırma kendini. Dört adım, beş adım… Kaçmalıyım… Nefes alış verişim… Eğer nereye gittiğimi bilmiyorsam, kimlerden kaçtığım meçhulse nasıl doğru yolu bulabilirim. Altı adım. Altı adım, beş adım… Beş adım, dört adım… Dört adım, üç adım… Üç adım, iki adım… İki adım, bir adım… “Başlangıç noktasına geri döndünüz.” Kahretsin, yakalanacağım.
“Alexander, ateşi asla tutmamalıydın.”
Kusuyorum. Anılarım ölmeme neden olacak. Adeta bana saldırıyorlar. Sıraya koyamıyorum, zamansal açıdan kategorize edemiyorum ancak birisi epey baskın. Büyükçe, üçgen şeklinde bir odayı gizlice gözetliyorum. Ortada bir ateş yanıyor. Ateşin etrafında rahiplerinkine benzer elbiseleriyle üç kişi, bir yandan anlamadığım bir dilde konuşuyorlar, diğer yandan konuşmaları bitmeye yaklaşınca bildiğim bir kelime söylüyorlar, sonra bir parça parşömeni ateşe atıyorlar. Sonra… Sonra o bildiğim kelime, hayır artık o kelimeyi bilmiyorum. Parşömen yandığında, harfler küle dönüştüğünde kelimeyi unutuyorum. Peki ya karşılığı. Kelimeyi karşılayan kavram, düşünce, nesne, duygu, her ne haltsa işte. Onu düşünürken bir titreme tutuyor. Gerisi bulanık.
Aniden omzuma bir el dokunuyor. İrkilerek dönüyorum.
“Alexander…”
“Alexander seni nihayet buldum.”
“Eos..” diye mırıldanıyorum karşımdaki uzun sarı saçlı, yuvarlak hatlı, dar yüzlü, ufak tefek kadına.
Eos başka söze fırsat tanımadan beni yokuş aşağı götürüyor. Yarasa sesleri çınlatıyor ortalığı. Soğuk artıyor. Tavandaki sarkıtlar, büyüyen gölgeler ürkütücü. Eos, aşkım…
Biraz mola veriyoruz. Eos olan biteni anlatıyor. Dış dünyadan geldiğimi söylüyor. Dış dünya ile kastettiği ne, anlamıyorum. Beni kabullenmelerinin zor olduğunu ancak Tanrı’nın yıllardır uyuyan kızını kurtarınca aralarına karışabildiğimden bahsediyor. Yıllardır, yöneticiler tarafından gizlenen, insanlara kelimeleri unutturmakta, onları yok etmekte kullanılan şeyi, ateşi bulduğumu söylüyor. Ateşi bulmamın ardından önce kalan kelimelerle bir şiir kurup insanları yüreklendirmiş, onlara düş hastalığını, renkli rüyalar ölümcüllüğünü bulaştırmış, onları ateşi hapsetmek için ayaklandırmışım. Tanrı ile yönetici sınıf aşırı sert tepkiler vermiş. Mağara tavanları ölülerle dolmuş.
Dinlenmemiz bittiğinde yeniden yola koyulduk. Eos beni dışarıya götürüyor olmalıydı. Nereden geldiysem oraya. Bu kadar karışıklıktan sonra burada duramazdım, Eos’u da burada bırakmak istemiyordum.
Işığı görüyorum ışığa ilerliyorum, ışığı hissediyorum, ona ulaştığımızda bayılmışım.
“Alexander, Alexander beni duyabiliyor musun? Arayıştan vazgeçmeliydin. Kelimeler oldukları yerde mutlular. Alexander, beni duyabiliyor musun? Gözlerini aç. Gözlerini açman gerek.”
Kendime geliyorum.
Yavaş yavaş görüşüm netleşiyor. Bağlıyım. Altımda ateş, birazdan…
Eos’u ayırdındayım, Tanrı’nın küçük ayak parmaklarının önüne kapanmış, babasını ona geri verdiği için şükranlarını sunuyor.
Üç kişi, benim, ateşin etrafında.
“Merak etme, senin unutulman çok daha kolay olacak.” diyor Tanrı.
Öyle olmuyor lakin. Planladığı gibi yürümüyor. Yanıyorum, küle dönüyorum. Mağaranın her köşesine sızıyorum. Unutulmuyorum. Mağara insanları ayaklanıyor. Tanrı yüzeye kaçıyor. Tüm mağara da arkasında. Mağara tümüyle yüzeye taşıyor. Ruhum yarasalarla çığlık çığlığa.
Öykünün başından sonuna kadar ilgiyle okudum. Belki biraz daha üstünde durulabilirdi. Yine de gerçekten güzel ve değişik buldum. Aslında detaylı bir çalışmayla oldukça geliştirilebilir. Daha yaratıcı olanları yazmanız dileği ile.
Gelişmeye katkı sağlayacak yorum ve ayırdığınız vakit için teşekkürler.