Öykü

Kun ve Yimu

Xia Zehn, fırçayı kağıdın üzerinde dikkatli ve hassas bir şekilde dolaştırıyordu. Ortaya çıkan kaligrafik lekeler bazen kıvrak figürlerle dans eden işveli bir kadını ve bazende gökyüzünde süzülen bir ejderhanın silüetini andırıyordu.

“Bu sadece yazmakla alakalı bir şey değil, ruhun fırça ile bütünleşerek mürekkebe yön vermesi mühim… Ne yazdığın değil, nasıl yazdığın daha önemlidir; harflerin kendi içindeki düzeni ile harfler arasındaki boşlukların dengesini hassas bir şekilde tayin etmelisin. Nasıl ki sen bitkilerle ilaç hazırlarken, kullandığın miktarlara özen gösteriyorsan sevgili Ming, ben de aynı şekilde özenli olmalıyım yazarken..”

Guo Ming, piposunu tüttürürken bir yandan da Zehn’in anlattıklarını dinliyordu. Zehn kaligrafi konusunda ne kadar maharetli ise Ming’de bitkiler konusunda o kadar maharetliydi. Sipariş edilen kök boyalarını getirmişti ve hazır gelmişken Zehn’in yardımcısı Tian’ın hazırladığı çayları içerek sohbet ediyorlardı.

Zehn yavaşca yerinden doğruldu ve tamamladığı yazıyı masadan alarak Tian’a uzattı. Tian biraz uzaklaştıktan sonra kağıdı Zehn’in görebileceği şekilde tuttu. Zehn hiç bir şey söylemeden eliyle daha da geriye gitmesini işaret etti. Biraz daha geriye gittikten sonra Tian tekrar durdu ve kağıdı kaldırdı.

Zehn, “Hımmm…” dedikten sonra seri adımlarla Tian’ın elindeki kağıdı aldı ve yırtarak odanın ortasındaki şömineye attı.

Ming şaşkın bir ifade ile Zehn’e bakıyordu. Bakışlarını fark eden Zehn;

“Kağıt mürekkebi çok fazla emiyor ve dağılıyor… İyi bir sanatkâr, iyi bir mürekkep ve iyi bir kağıt… Bulut olmadan yağmur yağar mı sevgili Ming? Şu beğenmediğim kağıt için bile günlerce uğraştım. Eski balıkçı ağları ve bez parçalarını senden aldığım öz suyuyla karıştırarak liflerini hamur haline getirip sonra merdanelerle incelttim ve kuruttum. Günün sonunda ancak üç beş tane doğru düzgün kağıt üretebildim ama onlarda yeterli değil.”

“Kağıt konusunda çok titizsin, seni anlıyorum. Bende işimi yaparken orman, dağ, çöl demeden her yeri dolaşıyor ve bitkilerin en iyilerine çiçeklerin en tazelerine ulaşmaya çalışıyorum. Sanırım koca imparatorlukta yerini bilmediğim bitki yoktur. Kağıt yapımı ile çok ilgilenmedim ama bana kalırsa mürekkebin dağılmasının nedeni kullandığın malzemelerden kaynaklanıyor.  Zaten iyice yıpranmış eski malzemeleri merdaneyle ezerek biraz daha yıpratıyorsun ve mürekkebe karşı dayanıksız bir hale geliyorlar. Dayanıklı lifleri olan malzemeler tercih etmelisin. Mısır’dan gelen kervanda ilgini çekecek bir şey gördüm aslında; papirüs denilen bitkiden elde edilmiş kağıda benzer bir şey kullanıyorlardı, çok güçlü lifleri olan bir bitkidir. Denemek istersen senin için getirtebilirim, tabi bu oldukça masraflı olacaktır.”

“Sevgili Ming, şu şifalı bitkilerle kendine de bir ilaç yapmalısın bence…”

“Tam anlayamadım… Neden kendime ilaç yapacakmışım dostum?”

“Hastasın, ama farkında değilsin. Senin ki ejderhalardan kalma kadim bir hastalık; Altın! Sence papirüs bitkisinin kullandığımız kağıtlardan daha kötü sonuç vereceğini bilmeyecek kadar cahil birimiyim? Bunu bile bile sırf üç beş altın kazanmak için bana işe yaramaz şeyler satmaya çalışmanı mazur göremem, kusura bakma! İşlerin bu aralar kötü sanırım. Kök boyalarına su katmak yeteri kadar kazandırmıyor mu?”

“Bu da ne demek oluyor, beni ne ile itham ediyorsun?”

“Sen eskiden de aç gözlü adamın tekiydin, şimdi de. Bu kasabada başka bir tane daha aktar olsa sence senin şu safsatalarını dinler senden alış veriş yaparmıydım? Fazla söze gerek yok… Kök boyalarını getirdiğin için teşekkürler, eğer çayını içtiysen beni yalnız bırakmanı rica edeceğim.”

“Bende tam çıkmak üzereydim zaten!” diyerek, hızlı adımlarla kapıya yöneldi ve kapının yanında kendisini uğurlamak için bekleyen Tian’ı ittirerek kapıyı açtı. Karşısına tam o sırada kapıya yeni gelen Duan Xiang’ın yaveri çıkmıştı; Ming ona da bir omuz atıp yoluna devam ederken, yaver şaşkın bir şekilde olan biteni anlamaya çalışıyordu.

Duan Xiang, Fuyang kasabasının saygın simalarındandı. Zehn ve Xiang’ın dostlukları çok eskiye dayanıyordu, aynı kaligrafi ustasından ders almışlardı ama Zehn her zaman ondan bir adım öndeydi. Xiang’ın aklı daha çok siyaset ve idare konularındaydı ve sonrasında da bu alanlarda kendini yetiştirmişti ve şimdi adaletli, cömert bir tüccar ve toprak sahibi olmuştu. Yaverin geliş nedeni Xiang’ın Zehn’i önemli bir toplantı için çağırıyor olmasıydı. Zehn biraz şaşırsada Xiang’ın önemli bir konu için çağırdığından emindi. Hızlıca hazırlandı ve yaverle birlikte at arabasına binerek, kiraz ağaçlarının arasından uzanarak kasabaya giden yolda ağır ağır ilerlemeye başladılar.

* * *

“Eminim sizi böyle geç bir saatte evime davet etmiş olmamı bir çoğunuz yadırgamıştır. Bu yüzden beni kırmayıp gelen herkese teşekkür ederim. Hemen konuya geçmek istiyorum; şu an bu odada yer alan kişilerin tek bir ortak özelliği var. Bunun ne olduğunu siz dimağlarınızı yormadan ben söyliyeyim efendiler; sizler bu halkın tutunabileceği son dalsınız. Eğer size tutunamazlarsa o uçurumdan aşağı düşecekler. Eminim ki hepiniz kölelerinize ya da kiraladığınız işçilere iyi niyetli ve adil davranmaya çalışan toprak sahiplerisiniz ama sadece bizim özverimiz yeterli değil. Biz ne kadar adil olmaya çalışsakta bizden alınan vergiler elimizi kolumuzu bağlıyor. Ya bizde diğer toprak sahipleri gibi bu düzene ayak uyduracağız ya da halkımız büyük bir yoksulluğun içinde kıvranırken, sarayın sahip olduğu hazinenin boş hayaller uğruna harcanıyor olmasına dur diyecek ve dişimizi göstereceğiz.”

Konuklardan Xie Li söz alarak konuşmaya başladı; “Bu sözler çok tehlikeli sularda yüzüyor sevgili Xiang! Söylediklerinizden bir ayaklanma tertip etmeye çalıştığınızı anlıyorum. Böyle bir ayaklanma sonucunda hakkını savunmak istediğiniz o köylülerden kaçının öleceğini de hesabınıza eklemenizi tavsiye ederim.”

“Sorarım sana sevgili Li, adaletin bedeli olan bu kanı seve seve dökmezler mi? Çocuklarının mutlu bir ikbali olsun istemezler mi?”

Xie Li bu cevap karşısında daha fazla konuşmaya gerek görmedi ve diğer soylularda Xiang’ı alkışlayarak tutumlarını belli ettiler.

* * *

Ayaklanma için tüm halkı organize etmeye çalışan asi soylular, Zehn’in yazdığı bildirgeyi el altından güvendikleri çiftlik sahiplerine ve tüccarlara ulaştırdılar, okuma bilmeyen işçi ve kölelere de tek tek anlatılması sağlandı. Belirlenen gün gelip çattığında, ellerinde oraklar ve sabanlarla fakir halk, okların,kılıçların önüne kendini siper etti. Ancak Han bu olayı duyar duymaz en güvendiği komutanlarını asilerin üzerine yollamıştı ve ayaklanma kanlı bir şekilde bastırıldı. Asi soylular, Han’ın önüne çıkarılarak diz çöktürüldüler.

Han, o sırada müzisyenler ve tütsüler eşliğinde bağdaş kurmuş, at kılından fırçasıyla kaligrafi yapıyordu. Yaverlerinden biri öne çıkarak asilerin hazırladığı bildirgeyi Han’a sundu. Han yavaşca başını kaldırıp asileri süzdükten sonra eline aldığı bildirgeye baktı;

“Adalet!.. Daha önce hiç bu kadar güzel yazıldığına tanıklık etmemiştim doğrusu. Harflerin arasındaki denge muazzam ama bana ifade ettiği anlam bu kadar muazzam değil korkarım ki. Adalet, soyluların hakkını gaspetmekten başka nedir bana söyleyin soylu toprak sahipleri; istediğiniz her şeye sahip olmanızın önünde bir engel mi var bilmediğim, bu yüzden mi hoşnut değilsiniz?”

Hiç kimse ses çıkarmıyordu, Han’ın da bir cevap beklediği yoktu aslında.

“Hepiniz ölüme mahkum edileceksiniz biliyorsunuz değil mi? Üstelik bu çok acılı ve zor bir ölüm olacak!”, elindeki bildirgeye tekrar baktıktan sonra; “Ama belki içinizden şanslı ve akıllı birisi çıkıp bu bildirgeyi kimin yazdığını söyleyebilir. Bu bilgiyi verecek  kişi istediği ölüm şeklini seçme hakkına sahip olacak. Yazan kişiyi tanımak hatta ondan ders almak isterim, aranızdaysa bir adım öne çıksın ya da hemen kim olduğunu söyleyin!.. Yoksa gözleri oyulup canlı canlı kaplanlara yem edilecek olmak hoşunuza gider diye mi düşünüyorsunuz?.. Şaşırtıcı…”

Son sözleri duyar duymaz aralarından bir kaçı öne atıldı ve “Xia Zehn” diye haykırarak merhamet talep ettiler.

* * *

Zehn yaşlı olduğu ve köşkü nispeten kasabanın dışında olduğu için ayaklanmaya onu temsilen sadece yardımcısı Tian katılmıştı. Zehn ayaklanmanın bastırıldığı haberini alınca, kışları geçirmek için kullandığı dağ kulübesine gitmeye karar vermişti ancak tüm yolların tutulduğunu öğrenince başka bir çözüm bulması gerekmişti. Er ya da geç askerlerin bu köşke’de baskın yapacağını bildiği için bazı eşyalarını ve heybesini alarak, alelacele  köşkten ayrıldı ve Fuyang’ın dışındaki bambu ormanına sığındı.

Bulutlar yağmur topluyordu ve karanlık bambu ormanını sadece çakan şimşeklerin parıltısı aydınlatıyordu. Zehn, yağmur başlayınca korunmak için daha derinlere ilerlemesi gerektiğini biliyordu, ormanın iç kısımlarında bambular daha sık ve korunaklıydı.

Yorulacak kadar yürüdükten sonra karşısına kesilerek istiflenmiş bambulardan yapılmış derme çatma bir yapı çıkmıştı. Zamanında bir gezgin veya evsize ev sahipliği etmiş olduğu belliydi ama uzun süredir kullanılmıyor gibiydi. Belki geceyi burada geçirebilirdi.

Omuzundaki heybesini açtı ve neler aldığına tekrar göz gezdirdi, yiyecek olarak biraz pirinç topu ve yumurta alabilmişti, bunların dışında bir palası, bir mürekkep hokkası ve boş üç-beş kağıt vardı. Matarasına aceleyle biraz Baijiu doldurmuştu; bu soğuk gecede içini ısıtabilecek güzel bir arpa içkisiydi.

Bambulara çeki düzen verdikten sonra pelerinini çıkararak kendine bir döşek hazırladı. Şanslıydı; gökyüzündeki bulutlar aniden fikirlerini değiştirip dağılmaya başlamıştı. Bambuların tepelerinde artık yıldızlar parıldıyordu ve onlara yeni ay eşlik ediyordu. Yazmak için güzel bir andı doğrusu, ne iyi etmişti de fırça ve mürekkep almıştı yanına.

* * *

Bambuların arasından gelen ses, hızla hareket eden karanlık bir gölgeyle birleşince Zehn korkuyla palasını eline aldı ve etrafı kolaçan etme gereği hissetti. Huzursuzdu ama bir yandanda kendine kızıyordu. Sonuçta artık bir ormandaydı, hep tedirgin olacaktı; asla güzel bir uyku uyuyamıyacak, sürekli ormanı dinleyecek ve kısa aralıklarla uyanarak korkulu gözlerle etrafını gözleyecekti. Daha rahat bir hayat ancak arkasında bıraktığı köşkünde mümkündü. Sahi, yardımcısı Tian yaşıyor muydu acaba? Yoksa o da tutuklananlar arasında mıydı? Tutuklananlara Han’ın merhamet etmeyeceğinden emindi.

Tam da düşündüğü gibi bölük pörçük uyuyabildiği bir gece geçirmişti. Üstelik içtiği Baijiu da onu fena halde susatmıştı. Şimdi bir su kaynağı bulması gerekiyordu. Orman Hei dağının eteklerindeydi ve dağın zirvesi her zaman karlıydı; yakınlarda muhakkak bir akarsu olmalıydı. Matarasını yanına alarak yola koyuldu, eğer su bulursa içkisini boşaltıp matarayı su ile doldurmayı planlıyordu. Ormanda bir patika olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Patika olduğuna göre yakınlarda bir çiftlik ya da bir kaç ev olmalıydı ama gidip buralardan su ya da yiyecek isteyemezdi; kıyafetleri soylu olduğunu ele verecek cinsten kaliteli ipektendi ve soylu bir adam kaçak olmadığı sürece ormanda bir başına dolaşmazdı. Patikadan ayrılıp iç güdüsünü dinleyerek yoluna devam etme kararı aldı. Bir yandan da tüm yiyecek ve malzemesini ardında bıraktığı kamp yerine tekrar dönebilmek için bambulara elindeki palayla izler bırakıyordu. Şanslıydı, yamacın diğer tarafına geçtiğinde akarsu sesi duymaya başlamıştı.

Küçük bir akarsuydu ama oldukça soğuk ve tazeydi. Matarasındaki içkisinden son bir yudum aldıktan sonra yere boşalttı ve taşana kadar su ile doldurdu. Bir sıkıntıyı halletmişti ama yiyeceği de oldukça azdı ve bir süre sonra sıkıntıya düşecekti. Küçükken babasının ona öğrettiği gibi bambudan tuzaklar yapabilirdi belki ama gerekli malzemeleri yoktu; “Su akar yatağını bulur…” diye fısıldadı kendi kendine, ne kadar ömrü kaldığını bilmiyordu. Belki kampa döndüğünde Han’ın adamları onu orada bekliyor olacaktı,kim bilir?İçtiği sudan, içine çektiği havadan ve bulunduğu bambu ormanından keyif almaya bakmalıydı. Bugüne kadar hiç yapmadığı bir şeydi bu ama artık elinden geldiğince anı yaşayacaktı.

Bambulara bıraktığı izler işe yaramıştı kolaylıkla kampı tekrar bulabilmişti ama yakınlardan garip sesler geliyordu. Kampın civarında birileri vardı sanki. Tahmin ettiği gibi Han’ın adamları izini bulmuş olmalıydı. Bambuların arasından gizlenerek kampın olduğu yere baktığında, gördüğü manzara karşısında çok şaşırdı; küçük bir çocuk, Zehn’in kıymetli mürekkebiyle yüzünü boyuyordu.

Zehn gizlendiği yerden çıkarak; “Seni bacaksız çabuk elinden bırak onu…” diye bağırıp elindeki pala ile birlikte kampa doğru bir kaç adım attı.

Çocuk sesin geldiği yere döndü ve elindeki bambu mızrağı Zehn’e doğrulttu. Aralarında uzak sayılabilecek bir mesafe vardı ama çocuk sinirli gözlerle Zehn’e bakıyor ve yabani bir kaplan gibi sesler çıkarıyordu.

“Yimuuu…” diye bağırdı çocuk ve bambuların arasından ağır adımlarla iri yarı bir panda çıkıverdi. Zehn şimdi çocuğun neden gözünün etrafını pandalar gibi siyaha boyadığını anlamıştı. Çocuk; sanki pandalara öykünüyordu hatta hareketlerine bakılırsa kendini onlardan biri gibi görüyordu.

“Elindeki değerli bir mürekkeptir, almak istediğin diğer şeyleri al ama onu bırak… Benden sana zarar gelmez, bak palamı da bırakıyorum.” dedi ve palayı yere bırakarak ellerini havaya kaldırdı.

“Burası benim… Bu orman Yimu ve Kun’a ait! Bizim! Sen buraya gelmek ve burada yaşamak. Sen köye git orda yaşa. Git!”

“Çocuk başka bir yere gidemem… ben..ben…” sözünü tamamlayamadan yere yığılan Zehn yerden kalkmaya çabalarken küçük çocuk bir süre ne olduğunu anlamaya çalıştı. Zehn’in hala kalkamadığını görünce, ona yardım etmesi gerektiğini anlamıştı. Yanına gelip koluna girdi ve onu döşeğine götürdü. Sonrada matarasından biraz su içirdi.

Zehn biraz sonra kendine geldiğinde çocuk ve panda yanıbaşındaydı.

“Yalvarırım sana çocuk, burada kalayım… Gidecek başka yerim yok…”

“Tamam. Sen burada kal, Kun seni korur, sen zararsız olmak, sen yaşlı. Sen dinlenmek, uyumak.” Sonrada iyi niyetini göstermek için avladığı bir ardıç kuşunu heybesinden çıkarıp Zehn’in eşyalarının yanına bıraktı. Ardından seri bir hareketle zıpladı ve pandanın sırtına tırmandı, panda ile birlikte ağır adımlarla uzaklaşırken Zehn çocuğa seslendi; “Benim adım Xia Zehn, senin adın nedir?”

Çocuk, Zehn’e doğru baktı ama bir şey söylemedi ve önüne döndü, biraz ilerledikten sonra; “Ben Kun… Panda Yimu” dedi ve gözden kayboldu.

* * *

Kun onu korur muydu? Bunu zaman gösterecekti ama gece, önceki güne göre çok daha güzel uyumuştu. Yeni sabahla birlikte yine ormanda küçük bir keşif yaptı ve kampa döndü. Ateş yakmak için biraz çalı çırpı toplamıştı ama bunları nasıl tutuşturacağı hakkında pek bilgisi yoktu. Kuru otları palayla incelttiği daha geniş olan odun parçasının üzerine koydu ve elindeki ucu sivri çalıyı ovalıyarak odunun üzerinde döndürmeye başladı. Çalının çıkıntısı avuç içine denk gelince “Ahh elim!” diye gayrı ihtiyari bağırdı ve o ana dek ses çıkarmayan ama bir süredir pandasına sırtını dayamış şekilde uzanarak onu izleyen Kun, kahkahalarla gülmeye başladı.

“Yaşlı adam, ateş yakamamak… Yaşlı adam bilmemek…” diyerek gülmeye devam etti.

Zehn, çocuğun onunla alay ettiğini görünce utansa da biraz sonra o da gülmeye başladı; “Sen biliyorsun demek, çoktan yakardım da sanırım çalı çırpı nemli olduğu için tutuşmadı. Senin de yakabileceğini pek sanmıyorum ama denemek istersen hayır demem doğrusu.”

“Kun, yakar!…”

Zehn’in  yanına gelip heybesinden çakmak taşı çıkaran Kun, bir iki denemeden sonra çalıları tutuşturdu ve güzel bir ateş yandı. Kun yabani gibi görünüyordu ama Zehn’den daha medeni bir şekilde ateşi yakmıştı.

“Al… Senin olmak, yoksa sen üşümek, aç kalmak…” diyerek çakmak taşını Zehn’e uzattı. Zehn çok mutlu olmuştu, ateşin yanması bir yana bu ıssız ormanda ona yardım eden birinin olması moral vericiydi. O da yiyeceklerin bulunduğu heybesinden bir pirinç topu çıkarıp Kun’a uzattı. Kun bir çırpıda yarısını ısırdı ve gözleri kapalı şekilde kocaman gülümseyerek geri kalanını Yimu’ya götürdü. Yimu’da kaşla göz arasında kalan pirinç topunu mideye indirdi.

Zehn, akşam yemeği için Kun’un ona verdiği kuşu çubuğa takarak pişirmeyi planlıyordu. Kuşu, Kun’a göstererek; “Acıktın mı? Yemek yiyelim mi?” diye sordu.

Kun bu soru üzerine heyecanla, heybesinden başı kesilmiş ve kanı akıtılmış bir tavuk çıkarıp, koşarak Zehn’e uzattı.

“Tavuk mu? Ormanda tavuk olduğunu bilmiyordum doğrusu.”

Kun bir kahkaha attıktan sonra; “Ormanda olmamak… Aksak adam, orada, onun çok tavuğu olmak… Ben ondan almak, bunu hep yapmak, o çok kızmak…” dedikten sonra aksak aksak yürüyerek ormanın ilerisinde yaşayan çiftcinin taklidini yaptı ve sonra gülerek tavuğu bir çubuğa geçirip, kenardan başka çubuklarla destekleyerek ateşin üzerine yerleştirdi.

“Tek başına mısın Kun? Annen, baban, kardeşlerin yok mu yani?”

“Kun’un bir kardeşi var… Yimu olmak, başka olmamak. Anne uzakta, baba uzakta!” dedikten sonra gökteki yıldızlara baktı sadece.

“Buraya nereden geldin peki, hangi köyden?”

Eliyle kuzeyi gösterdi Kun ve başka bir şey demedi. Biraz sessizlik olduktan sonra bu kez Kun, Zehn’e sordu.

“Sen neden ormanda?”

“Ben…” dedikten sonra Zehn hafif bir tebessüm etti ve elindeki çubukla ateşi karıştırırken konuşmaya devam etti; “Kaçıyorum Kun, kıramıyacağım bir arkadaşıma bir iyilik yaptım ve şimdi de bu yüzden kaçıyorum, kaçmak zorundayım.” Kun’un söylediklerini anladığından bile emin değildi ama aslında Zehn tüm bunları kendine anlatıyordu. “Yaptığımdan pişman değilim Kun, inandığım bir şeyi yaptım ama bunu yapmak için yani kaçmak, gizlenmek; böyle tedirgin yaşamak için biraz yaşlıyım sanırım. Sonuçta nereye kadar kaçabilirim ki? Bir gün Han’ın askerleri çıkıp gelecek ve beni yakalayacaklar ve beni yavaş yavaş öldürecekler.”

“Kun seni korur, Yimu seni korur. Yimu çok güçlü olmak.”

Zehn, Kun’un söylediklerinden sonra ateşin başında uyuyan Yimu’ya baktı. Yimu’da ağır bir hareketle dönerek ona baktı ve esnedikten sonra hiç bir şey olmamış gibi uyumaya devam etti.

Tavuk iyice kızarmıştı, Kun butu koparıp Zehn’e uzattı ve sonra birazda Yimu’ya uzattı ama Yimu bundan pek hoşlanmamıştı. Ayağa kalkıp silkelendi ve sanki rahatını neden bozduğunu merak eden gözlerle Kun’a baktı.  Sonrada homurdanarak ormana doğru yürüdü, kısa bir süre sonra elinde taze bir bambu ile geri döndü ve onu kemirmeye başladı.

Ateşin başında yaşlı bir adam, bir çocuk ve panda birlikte yemek yiyorlardı. Zehn, yıllarca kasabalarda, köşklerde en iyi şartlarda büyümüştü, en güzel içecekler ve yiyeceklerle beslenmişti, çok rahat döşeklerde uyumuştu ama daha önce yediği hiç bir yemekten Kun’un pişirip ona ikram ettiği tavuğun tadını almamıştı. Peki ya Yimu’ya ne demeli, daha önce bir pandaya hiç bu kadar yakın olmamıştı. Hiçte korkulacak bir hayvan değildi doğrusu,aksine çok sevimliydi.

Zehn arda kalan mürekkebi ve bir kağıt alarak düşüncelerini yazmak istedi. Bu sırada Kun meraklı gözlerle ona bakıyordu. Kun’un bakışlarını fark eden Zehn; “ Söz uçar gider, rüzgara karışır ama yazı kalır sevgili Kun… Bunu unutma.” dedi ve kağıda yazdıklarını ona gösterdi. Kağıdın üstündeki şekiller çok hoşuna gitmişti Kun’un.

“Siyah izler ne… Sen izler yapmak kağıda”

“Bak bu orman olarak okunur, şu da dost…”

Kun, koskoca ormanı siyah bir ize sığdırdığını söyleyen bu adamın neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğunu anlayamıyordu. Ona göre orman alabildiğine bambu ağaçlarının uzandığı, serin rüzgarının saçlarını uçuşturduğu, elle tutulur, gözle görülür bir yerdi. Kağıt üzerindeki orman ise karanlıktı, simsiyah bir girdap gibiydi.

“Ve işte bu da Kun olarak okunur.  Bunu gören herkes burada Kun yazdığını bilir. Kun ormanda tek başına yaşıyor… Evet, tam olarak böyle yazıyor.”

“Kun… Ben Kun… Ormanda yaşamak.” Derken bir yandan ayağa kalkmış ve elindeki mızrakla sanki hayali bir yaratığa saldırıyor gibi hareketler yapıyordu.

Eliyle kendini göstererek Zehn’den fırçayı almak istedi. O da yazmak istiyordu anlaşılan. Fırçayı ona uzatan Zehn, sonra Kun’un elini tutarak fırçayı mürekkep hokkasına batırmasını sağladı ve sonra yine elini tutarak kağıda Kun’un adını yazdı.

“Yimu… Kun, Yimu, orman…” Kun, Yimu’nun adını da yazmak istiyordu anlaşılan.

Birlikte yazmaya devam ettiler; “Kun, Yimu ve Zehn biz bu ormanda yaşıyoruz. Burası bizim evimiz.”

Uzun bir süre daha yazmaya devam ettiler ve ateşin başında Kun’un yaptığı komik hareketlere kahkahalarla güldüler. Sonrasında da hep birlikte ateşin başında uykuya daldılar.

* * *

Kun rüyasında çok daha küçük bir çocukken yaşadığı evi gördü. Evin girişinden gelen sesler ve bağrışmalarla uyandı, ne olduğunu anlamak için odanın kapısını araladığında babasının ellerinden evin kirişine bağlandığını ve bir asker tarafından acımasızca yumruklandığını gördü;

“Altınlar nerede? Altınları nereye sakladın?.. Konuş!”

“Bilmiyorum altınlardan haberim yok… Lütfen beni bırakın yalvarırım…”

“Yoksa gözünün önünde tüm askerler karının üzerinden mi geçsin ha! Eğer konuşmazsan olacağı bu… Konuş! Çıldırtma beni!”

“Yalvarırım, karımı bırakın! Tamam altınların yerini söyleyeceğim. Yalvarırım… Ama onu bırakın.”

“Hah! Şöyle yola gel…”, sert bir yumruk daha attıktan sonra; “Umarım küçük oyunlar peşinde değilsindir!”

“Kilim… Kilimin altındaki kapağı kaldırın hepsi orada… Yalvarırım karımı bırakın. Onun bir suçu yok.”

Askerler kilimi kaldırıp, kapağın altındaki sandığı  yukarıya çektiler. İçi çil çil altınlarla doluydu; “Tamam reis, altınlar burada…”

“Aferin sana ama sandığın yerini söylemiş olman efendi Xie Li’nin altınlarını çaldığın gerçeğini değiştirmiyor öyle değil mi? Adam sana iş verdi ama sen açgözlülük edip daha fazlasını almak istedin. Açgözlülüğün cezası nedir biliyormusun?”

“Ben bizden, köylülerden çaldıklarını geri aldım sadece.”

“Fazla konuşma!” dedikten sonra belindeki hançeri çıkarıp bir çırpıda Kun’un babasının boğazını kesti, sıcak kanı boğazından akarken zavallı adamın son gördüğü şey karısının üzerine çullanan askerler ve karısının çığlıklarıydı; “Merhamet edin! Yalvarırım merhamet edin!..”

Kun çığlık atarak nefes nefese uyandı; “Anne, anne… Baba!..”

“Sakin ol Kun, rüya görüyordun… Sakinleş, biraz su iç.”

Kun, onu teselli etmek isteyen Zehn’i ittirdi ve koşarak ormanın karanlığına karıştı. Yimu’da onun peşinden gidiyordu. Rüyası Kun’a insanların ne kadar kötü olabileceğini tekrar hatırlatmıştı. Kun, Zehn’in iyi niyetli biri olduğunu biliyordu ama bu durum kötü ruhlu insanların geçmişte ailesine yaptıklarını değiştirmiyordu. Bu ormanda mutluydu ama ya Zehn’in sürekli anlattığı Han’ın askerleri bir gün gelip tekrar hayatını alt üst ederse; Kun’un dünyasında askerler sadece kötülük yapmak için yaratılmış canavarlardı. Zehn’in yanından uzaklaşmalıydı, eğer bunu yaparsa yarın onu kaybettiğinde hayatından bir şey eksilmiş olmayacaktı.

Zehn, Kun için hem endişelenmiş hemde üzülmüştü. Karanlığı ve ormanı umursamadan yerinden kalktı ve ikilinin peşine takıldı. Uzun bambular ormana ayın ışığının ulaşmasını engelliyordu ama bir süre sonra Zehn’in gözleri karanlığa alıştı. Karanlığın ortasından ağlamayla karışık bir ses yükseliyordu. Zehn sese doğru yürümeye devam etti ve sesin kaynağının elindeki bambu ile ağaçlara vuran Kun olduğunu anladı. Kun Zehn’i görünce elindeki lifleri dağılmış ve parça pinçik olmuş bambuyu ona doğru fırlattı ve koşarak tekrar gözden kayboldu, takip etmenin bir anlamı yoktu. Üstelik Kun orman konusunda Zehn’den çok daha bilgiliydi.

Zehn yerdeki bambuya baktı, Kun o kadar sert vurmuştu ki bambu lif lif dağılmıştı. Bir anda Zehn’in aklına Guo Ming’in söylediği sözler geldi; “Dayanıklı lifleri olan malzemeler tercih etmelisin.” Elindeki kağıtlar azalmıştı ve ormanda eski balıkçı ağı ya da kağıt yapabileceği başka bir şey yoktu. Gözünün önündeki bambu lifleri kalın iplik gibiydi acaba kağıt yapma tekniklerini bambuya uygulayabilir miydi?

İşe öncelikle bambu liflerini suyla iyice karıştırarak başladı ve liflerin erimelerini sağladı. Ardından, bambudan yaptığı ince bir eleği bu karışıma daldırıp çıkardı ve sonra da eleği sağa sola, öne arkaya sallayarak suyunu süzdü. Eleğin üzerinde, bambunun katı ve düzgün bir kat hamur olarak kalmasını sağladı. Bu hamuru, eleğin üzerinden hafifçe çıkardığında, ince ve ıslak bir kağıt elde etmiş oldu. Bulduğu  pürüzsüz bir taşla bu hamuru ezerek inceltti ve sonrasında ateş yakıp hem üşüyen ellerini ısıttı hem de kağıtların daha hızlı kurumasını sağladı. Bu işlemler kısa bir süre içerisinde olmuyordu elbette ama ormanda zamandan bol ne vardı? Üstelik böyle çalışınca zamanda çok hızlı geçiyordu.

Şimdi sıra kurumuş kağıtlarla ilk denemeyi yapmaya gelmişti. Fırçayı heyecanla mürekkebe daldırdı ve kağıdın üzerinde dolaştırmaya başladı. Kağıt eski ağlardan ve paçavralardan yapılanlara göre çok daha güzel kokuyor ve fırça üzerinde rahatça kayıyordu, üstelik mürekkebi hiç dağıtmıyordu.

Yazmayı düşünüpte yazamadığı herşeyi büyük bir hevesle yeni kağıtlarına yazıyordu. Bir yandan da artık yanına uğramayan Kun’u düşünmeden edemiyordu; onsuz ormanda kendini daha yalnız ve çaresiz hissediyordu. Kun’un getirdiği yiyecekler olmayınca yaşlı Zehn sadece bulabildiği mantar ve yemişlerle beslenebiliyordu.

Matarasını doldurmak için gittiği akarsuyun kenarında yüzünü yıkarken yansımasına baktı, sakalları daha önce hiç bu kadar uzamamıştı ve hiç bu kadar zayıflamamıştı. Eğilip avucuyla su içerken, uzaktan suya doğru yaklaşan bir yabancıyı fark etti. Neyse ki yabancı onu fark etmemişti Zehn, çalıların arkasına geçerek olan biteni izlemeye başladı. Yabancı; orta yaşlardaydı ve bir ayağı aksaktı. Etrafına biraz bakındıktan sonra aradığı şeyi bulmuş gibi eğildi ve dikkatlice yerdeki çiçekleri koparmaya başladı;

“Şimdi yaktım çıranı bacaksız…” dedikten, sonra kahkahalar atarak çiçeklerini heybesine yerleştirdi.

* * *

Zehn ateşin başında yazı yazarken, ormandan gelen seslere kulak kabarttı. Kun artık inadından vaz geçmiş ve uzaktan onu izliyordu anlaşılan. Bir anda ormandan çıkıp “Yaşlı adam ormanda ne yapmak, hep yazı yazmak.” diyecek ve hep birlikte güleceklerdi. Zehn, kafasını kağıttan kaldırmadan yüzündeki tebessümle yazmaya devam etti. Ormandan gelen sesler iyice yaklaşmıştı. Zehn aniden döndü ve;

“Kun sen ol… Yimu!”

Yimu, Kun olmadan kampa gelmişti ve başıyla Zehn’i dürtüyordu. Zehn bu durumdan hiç birşey anlamamıştı.

“Dur, dur Yimu! Kun nerede, sen neden yalnızsın?”

Bu kez de Yimu, Zehn’i ormana doğru ittiriyordu. Zehn, Yimu’nun ona bir şeyler anlatmaya çalıştığını sonunda anlamıştı.

“Tamam Yimu ittirmeyi bırak. Tamam geliyorum.”

Ormanda, Yimu önde Zehn arkada yürüyorlardı. Ara sıra Yimu dönerek Zehn’i kontrol ediyordu. Orman’ın dışında küçük bir mağara girişine gelmişlerdi, Yimu kafasıyla içeriye girmesini işaret ediyor gibiydi.

“İçeriye mi gireyim?” diye sorduktan sonra, kendi kendine gülümsedi Zehn; Fuyang kasabasının soylularındandı ve şimdi bambu ormanının ortasında bir panda ile konuşuyordu. İçeriye girdiğinde Kun’un boylu boyunca yerde yattığını gördü, yanı başında kanlar içinde bir tavuk vardı. Zehn’i gören Kun;

“Aksak adam bana kızmak, ok atmak… Ben yaralı, ben çok hasta…”

Zehn eğilip baktığında Kun’un sırtındaki derin ok yarasını gördü. Kun oku çıkartmaya çalışırken kendine daha çok zarar vermişti ve yaranın etrafı morarmaya başlamıştı. Zehirli bir okla vurulmuştu. Şimdi tüm taşlar yerine oturmuştu;

“Merhametsiz adam, zavallı bir çocuğu öldürmek için arıyormuş demek ki o çiçekleri… Korkarım, sana ilaç bulamazsak zehir tüm vücuduna yayılabilir.”

Zehn, kapüşonlu pelerinini giydi ve eline geçirdiği bir bambuyu kendine asa yaparak akarsuyun yanındaki o yere gitti. Zehirli çiçekten bir kaç tane yanına aldı; çiçekleri pan zehir yapması için Guo Ming’e götürecekti. En son tatsız bir şekilde ayrılmışlardı ama Ming’in altın için yapmayacağı şey yoktu. Zehn arandığını biliyordu, bu yüzden olabildiğince ıssız yollardan ve ara sokaklardan geçerek yürümeye devam etti ama mecburen kasabanın ortasından geçmek zorundaydı, başka bir seçeneği yoktu. Meydanın ortasından geçerken, sarayın bildirgelerinin yayınlandığı panoya takıldı gözleri. Panoda bir çok duyurunun yanında Xia Zehn’in arandığı ve bulunmasına yardım edenlere yüklü miktarda altın verileceği yazan bir kağıt vardı. Zehn yazının içeriğinden çok tekniğine takılmış gibiydi;

“Ustalarının yerinde olsam fırçalarını şunların bir tarafına sokardım, ahmak herifler! Şu harflerin acemiliğine bakın…”

Guo Ming’in dükkanı geç bir saat olduğu için haliyle kapalıydı. Neyse ki evi yakın sayılırdı. Ming, Zehn gibi tek başına yaşayan bir adamdı. Zehn’i görünce şaşırmıştı ve neden burada olduğunu merak ediyordu;

“Kimi görüyorum, hayırdır.” dedikten sonra Zehn’I istemeyerekte olsa içeriye davet etti ve şüpheli gözlerle sokağı kolaçan ederek kapıyı kapattı.

“Ming, bilsen başıma neler geldi. Gerçi bazılarını duymuşsundur sanırım.”

“Duydum, duydum ve çok üzüldüm. Bu zamana kadar nerede saklandın. Her yerde seni arıyorlar.”

“Nerede saklandığımı boşver şimdi dostum. Senden öncelikle bu çiçek hakkında bilgi istiyorum.”

Çiçeği eline alan Ming; “Kurtboğan çiçeği… Çok zehirli bir tür, eskiden askerler zehirli ok yapmakta kullanırdı bunu. Neden soruyorsun, yoksa birini mi öldüreceksin?”

“Değer verdiğim bir dostum bu çiçekten yapılan zehirli bir okla vuruldu. Bana panzehir hazırlamanı istiyorum sonrasında verebildiğin kadar da yiyecek ve mürekkep istiyorum sevgili Ming.”

Ming’in yüzü düşmüştü ve şüpheli gözlerle Zehn’e bakıyordu.

“Köşkün bodrumunda döşemelerin altında istemediğin kadar çok altın var. Şimdi istediğim şeyleri bana ver lütfen.”

Altın lafını duyunca hemen gözleri parıldayan Ming, panzehir için karışımı yapmaya başladı ve  kilerinden de salamla birlikte peynir çıkararak bir heybeye yerleştirdi.

“Yolun açık olsun dostum, umarım arkadaşın iyileşir. Bir süre daha gizlenmeye devam et. Her tarafta arandığını unutma ve kimseye güvenme.” dedi ve Zehn kapıdan çıkarken, Ming tezgahın üzerinde duran kurtboğan çiçeğini eline alarak sinsi sinsi gülümsedi.

* * *

Kun’un yarası panzehir’in etkisiyle hızlıca iyileşiyordu ve yavaş yavaş, kısa da olsa yürümeye başlamıştı. Zehn, sürekli Kun’un yanıbaşındaydı ve Ming’den aldığı yiyecekler sayesinde avlanmaya gerek duymadan karınlarını doyurabiliyorlardı. Orman her şeye rağmen yine evleri olmaya devam ediyordu.

Kun artık mağarada değil kampta Zehn’in yanında yaşamaya başlamıştı. Birlikte kağıt yapıp sonrada Zehn’in öğrettiği kelimeleri kağıda yazıyordu. Artık bazı şeyleri kendi yazabiliyordu. Kağıt üretme konusunda da Zehn’e oldukça yardımcı oluyordu. Ama neticede o bir çocuktu ve yazmaktan sıkıldığında Yimu’nun beyaz tüyleri üzerine mürekkeple şekiller yapıyor, mürekkepli elleriyle Yimu’yu kovalıyordu.

Yiyecekleri azalmaya başladığında, Kun yarası henüz tam iyileşmiş olmasa da ava çıkmak istiyordu. Zehn yine çiftliğe gitmesinden endişe ettiği için Kun’la konuşmak istedi ama Kun artık herşeyin farkındaydı; “Aksak adam kötü, çalmak da kötü. Ben kötü değil… Ben artık çalmamak.Kun, sıkılmak… Oturmak, oturmak , oturmak… Güneş varken oturmak, ay varken oturmak… Sıkılmak.” diyerek, Yimu ile birlikte avlanmaya gitti.

Zehn ateşi yakmaya çalışırken, bir anda duyduğu sesle irkildi;

“Dostum, Xia Zehn… Buradasın demek!”

Bu Ming’in sesiydi, Zehn hemen sesin geldiği yöne baktı ama Ming yalnız gelmemişti. Yanında Han’ın askerleri ile birlikte Zehn’in karşısındaydı ve yüzünde pis bir gülümseme ile Zehn’e bakıyordu.

Askerlerin komutanı bir kaç adım atarak Zehn’e doğru yürüdü ve;

“Demek günlerdir burada saklanıyordun… Efendi Ming haklıymış, ilk başta ona çokta inanmamıştım. Neticede elimizde saklandığın yere dair tek ipucu basit bir kurtboğan çiçeğiydi. Şanslıyız ki bu çiçek çok nadir yetişen bir tür ve Fuyang bölgesinde sadece bu bambu ormanında yetişiyor. Tabi ki bunu efendi Ming olmasaydı hiç birimiz akıl edemezdik.  Bambulara bıraktığın izlerde bize çok yardımcı oldu doğrusu. Senin gibi soylu bir adam, hiç bir yardım almadan günlerdir burada nasıl hayatta kalabildi?Bize kalsa en son bakacağımız yer burası olurdu.” dedikten sonra askerlere işaret etti ve Zehn’in ellerini bağlayarak, yanlarındaki katıra bindirdiler.

Zehn acıyan gözlerle Ming’e bakarken, o komutandan bir kese altın aldı ve sonra komutanla birlikte Zehn’in kaldığı yeri incelemeye gittiler. Dikkatlerini Zehn’in günlerce düşündüklerini ve yaşadıklarını yazdığı kağıtlar çekti. Komutan “Saçma sapan şeyler.” diyerek kağıtları biraz okuyup ormana savuruyordu ki bambudan yapılan kağıtlara gelince durdu, çünkü bu kağıtlar diğerlerine göre daha beyaz ve kaliteliydi, mürekkebi çok güzel muhafaza ediyorlardı.

“Efendi Ming şunlara bakın…”

Ming kağıtları eline aldı ve kokladı; “Daha  önce bu kadar güzel kokan bir kağıt görmemiştim doğrusu. Üstelik mürekkep hiç dağılmamış… Kağıtların kokusuna bakılırsa bambudan yapılmış olmalı.” dedi ve dönerek uçsuz bucaksız bambu ormanına baktı. Artık karşısındaki orman sadece bambulardan oluşan alelade bir orman değildi, sanki yerden filizlenen altın demetleri göğe yükseliyor gibiydi.

Zehn, atıldığı zindanda bir kaç gün farelerle birlikte yaşadıktan sonra Han’ın karşısına çıkarılıp diz çöktürüldü,Han’ın elinde Zehn’in bambudan yaptığı kağıtlar vardı.

“Yaşlı Zehn seni yakalayınca hemen neden aç kaplanlara yem etmediğimi merak etmiş olabilirsin. Bunun bir kaç nedeni var ama en önemlisi elimdeki bu kağıtlar. Şimdiye kadar Çin’in hiç bir yerinde, hatta çok uzaktan buralara gelen kervanlarda bile böyle güzel bir kağıt görmediğimi söylemeliyim. Bu kağıdı benim himayemde yapman kaydı ile seni infaz etmekten vazgeçtiğimi bütün bağışlayıcılığım ve yüce gönüllülüğümle söylemek isterim. Sınırlarımız dahilindeki tüm bambu ormanları ve işciler emrinde olacak. Söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Yüce Han’ımız nasıl uygun gördüyse o şekilde hükmümü çekmeye razıyım. Bu bana bir ceza  ya da yük değil bir ödül olur.” dedi ve eğilerek Han’ın kaftanının eteklerini öptü.

Anı yaşamak, kendi ruhunun kaptanı olmak; tüm bu düşünceler Han’ın ayakları altında ezilmişti. Sadece ormanın kaynaklarını kullanarak yaşamak mı? Hayır, Zehn’in ruhu ormana ait değildi, kasabanın taş duvarlı evleri ve sarayın şatafatı onu daha çok cezbediyordu. Yıllarca altın kafesinde yaşayan bir kuş gibi, kafesi o kadar benimsemişti ki kafesin kapısı açık olduğu halde çıkıp gidemiyordu.

Han eliyle işaret ederek huzurundan çekilmesini emretti.

* * *

Kun, Yimu ile yüksek bir tepeye çıkmış, bambu ormanlarını kesen köylüleri izliyordu. Köylüler büyük bir gayretle bambuları kesiyor, kesilen bambular katırların çektiği arabalara yüklenip kasabaya götürülüyordu. Bambulara inen her bir pala darbesi, ilginç bir şekilde Kun’un zihninde babasını ellerini bağlayıp yumruklayan askerleri hatırlatmıştı. Bambular öylece duruyor, darbelere hiç bir karşılık vermiyor ve zamanı gelince devriliyorlardı.

Bir kaç gün içerisinde ormanın büyük bir kışmı kesilmiş ve talan edilmişti. Kun hüzünlü gözlerle mızrağını havaya kaldırdı ve  güçlü bir çığlık attı. Bambu ormanındakiler sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken içlerinden sadece Zehn bu sesin sahibini tanıyordu.

Bambuların arasından fırlayan Kun, mızrağını öndeki işçiye sapladıktan sonra, diğer bir işçiye de sıkı bir tekme attı ama işçiler çok kalabalıktı ve bir anda üzerine çullanarak onu yakaladılar. Zavallı Yimu çaresizce Kun’u bırakmaları için çırpınıyordu. Yimu’yu gözleyen bir köylü mızrağını fırlatacağı sırada Zehn elini yakalayarak onu durdurdu. Köylüler yakalayıp Kun’u önüne getirdiğinde, bırakmalarını emretti. Kun kızgın gözlerle Zehn’e baktıktan sonra Yimu ile birlikte ormanın derinliklerinde gözden kayboldu. Köylüler, Zehn’in verdiği kararı sorguluyordu ama o kararından son derece emindi.

Artık neredeyse bir zamanlar Kun ile birlikte yaşadıkları yere gelmişlerdi. Zehn eskiden ateş yaktıkları ve uyudukları yere kadar yürüdü. Eski günleri, Kun’la ateşin başında oturduğu o geceleri hatırladı ve küçük bir tebessüm belirdi yüzünde. İçten içe utanıyordu aslında matarasına suyu doldurduğu ilk gün, bu ormanda sonsuza kadar yaşayabileceğini düşünmüştü ve ormana saygı duymuştu ama şimdi ormanın günden güne yok olmasına ön ayak oluyordu. Tüm bunları düşünürken, dikkatini biraz ileride yerde duran bir kağıt çekti. Yaklaşıp baktığında kağıdın üzerinde ;

“Kun, Yimu ve Zehn biz bu ormanda yaşıyoruz. Burası bizim evimiz…” yazıyordu.

Kenan Demir

1981 yılında Trabzon’da doğdum. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım bölümünde öğrenim gördüm. Yazdığım fantastik ve bilim kurgu temalı öyküler Kayıp Rıhtım, Öykü Seçkisi ve çeşitli dijital mecralarda yayınlandı. İstanbul’da yaşıyorum ve Kıdemli Arayüz Tasarım Uzmanı olarak çalışıyorum.

Kun ve Yimu” için 8 Yorum Var

  1. Merhabalar. İşlenişiyle, üslubuyla, diyaloglarıyla sıkmayan, akıcı bir öykü kaleme almışsınız. Sonu da beklentinin aksine farklıydı; renk katmış. Öykünün içinde bulunduğu ortamın da güzel resmedildiğini düşünüyorum. Tekrar okumasıyla giderilebilecek birkaç kusur harici metin de gayet iyiydi. Tebrik ederek diğer seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Biraz uzun bir öykü olduğu için en çok sıkmadığını söylemenize sevindim. Okuduğunuz ve yorum yazdığınız için çok teşekkür ederim.

  2. Merhaba 🙂
    Öykünün uzunluğu, bu ayrıntıdaki bir konunun işlenişi için yeterli olsa da ışıklı bir ekrandan okuyan beni birazcık yordu diyebilirim. Fakat bu durum, okuduğum hikayenin güzelliğinden herhangi bir şey götürmüyor. Bir iki sözde, karakterlerin kendi kişiliklerinin dışına çıkarak fazlaca kibarlaştığını hissetmiş olsam da tüm öyküyü bir hayli gerçekçi buldum. Ve, Osman’un yukarıdaki yorumunda da belirtildiği gibi, bir iki yerdeki “tekrar okumayla giderilebilecek minik yazım sorunları” dışında da herhangi bir soruna rastlamadım.
    Fakat, belirtmem gerekir ki, öykü sırasında “dışarıdan, hiç haber vermeden gerçekleşen durumlar” dışındaki tüm akış, tahmin edilebilir seviyedeydi. Çocuğun vurulacağı, panzehir için gitmek zorunda kalınacak yer… Yine de, okuma zevkimden bu da herhangi bir şey götürmedi 🙂 Orman, hoş bir tatil gibiydi.
    Sonunu da beğendim. Sadece, karakterin tüm yaşadıklarını bir anda öteleyebilmesine birazcık içerlendim. Çünkü, başlardaki isyana katılışı öyle bir tarzdaydı ki, karakter idealist bir yaşlı gibi göründü bana. Elbette, “ben ormanda yapamam. Yaşamayı da seviyorum” demesi, abes değil. Sadece, minicik dürttü beni 🙂 Ama, belki de, hedeflediğin de buydu?

    Teşekkür ederim. Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.

    1. Aslında isyana dahil olması sadece bir vefa borcu, arkadaşını kıramamaktan kaynaklanıyor. Sonundaki yan çizme durumunda ise bir kaç faktör var; Zehn ormanda ayakta kalabilecek kadar genç değil ve uzun zamandır hayalini kurduğu bir kağıdı üretmenin heyecanı yaşıyor. Tabiki yan çizerken bir yandan yaşadığı güzel anıları hatırlıyor ve bir çatışma yaşıyor. Bu çatışma istediğim bir şeydi belki dozajı biraz daha fazla olabilirdi.

      Okuduğunuz ve yorum yazdığınız için çok teşekkürler 🙂

  3. Merhaba,
    İyi öykü uzun olsun, kısa olsun okutturur kendini. Keyifle okudum, zira öykünüz çok güzeldi.
    Birkaç yerde bağlaç olan “de” bitişik yazılmış onun haricinde biçimsel bir hata göremedim. Temayı güzel kullanmışsınız. Dediğiniz çatışmayı iyi verdiğinizi düşünüyorum ben. Final dokunaklıydı. Öykünün başlarında karakterlerin zor isimlerinden dolayı bir karmaşa yaşadım ama uzun sürmedi bu. Zehn’in kaçmasıyla birlikte öykü aldı yürüdü.
    Hikâye etmede yeteneklisiniz. Ayrıca kaligrafi, bambu hatta pirinç topuna kadar Asya motiflerini çok güzel araştırmışsınız, yerli yerinde bilgilendirme yapmadan kullanmışsınız; başarılıydı anlatımınız. Öyküye zaman ayırdığınız belli.
    Bu ayki seçkinin en güzel üç öyküsünden biriydi fikrimce.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Öykülerini severek okuduğum birinden böyle güzel yorumlar duymak beni çok mutlu etti 🙂 Yazdığım konu ile alakalı gerçekten bir çok bilgi okuyorum ve bu yazmayı çok daha keyifli hale getiriyor. Zaman ayırıp okuduğun için çok teşekkürler 😉

  4. Merhaba, arkadaşların yorumlarına katılıyorum. Güzel ve akıcıydı. Bir an Hayao Miyazaki’nin filmleri aklıma geldi. Öykünüz yönetmenin filmlerinden bir tat bıraktı bende. Zhen idealist olsaydı, çevreyi ve çocuğu düşünerek yaptığı şeyden vazgeçseydi, Miyazaki’ye daha yakın bir çizgi çıkacaktı belki. Öykünüz hoş ve güzel ellerinize ve kaleminize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle… 🙂

    1. O tadı alabildiyseniz ne mutlu bana, çok sevdiğim bir yönetmendir Miyazaki. Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum yazdığınız için çok teşekkürler 🙂

Kenan Demir için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *