…İstiğrak göklerine doğru daha fazla kanat açmadan geri dön… hem çabuk dön ve söz verdiğin gibi, yalnız İstanbul’un mavi yaşmaklı semâsında, yeşil ferâceli dağlarında, köpük köpük dalgalarında, çınarlarında, kubbelerinde, minârelerinde uç…
Sâmiha Ayverdi
Muhallebici dükkanın gündüz vakti hep aralık duran kapısından içeri iki müşteri girdi. Çiçekli elbiseli küçük kız ve elinden tutan dedesi telaşsız adımlarla yürüyorlardı. Kızın yüzünde eksik olmayan neşe ve yaşlı adamın mutebessim ifadesi güneşli Pazar gününe yakışan bir manzaraydı. Onca kalabalığa ve dükkanın bereketine rağmen sanki her gelişlerinde onlara ayrılmış gibi duran masalarına geçtiler. Küçük kız, kıvrık gür kirpiklerinin ardından bakarak gördüğü her ayrıntıyı ilgiyle henüz hırpalananmamış zihnine kaydediyordu. Burayı ve dedesiyle geçirdiği zamanı, muhallebiyi, kalabalık çarşılarda yanında bir büyüğünün elinden tutarak yürümeyi, Pazar gezmelerini, balıkçıların köprünün üstünden oltalarını sallayışlarını, içinde geçmişten izler barındıran sokakları ve kısacası bu şehrin ruhunu seviyordu. Bunları sevmeyi ona dedesi öğretmişti. Her hafta yaptıkları eski muhallebici dükkanına doğru olan gezileri de bütün bunları bir araya getiren bir bütündü. Her Pazar sabahında dede-torun evden beraber çıkarlar ve sohbet ede ede buraya gelir, muhallebilerini yer ve öğlen saatini biraz geçe de evlerine dönerlerdi. Eve geldiklerinde ise küçük kızın elinde o günün armağını olan bir uçan balon mutlaka bulunurdu.
Bu alışkanlık haline gelmiş Pazar gezmelerinin en önemli durağı olan Seyir Muhallebicisi eski bir dükkândı. Tarihe meydan okuyan duvarları ve eşyalarıyla mekanın tasarımından ziyade mamüllerinin tazeliği ve lezzetiyle müşterileri çekerdi. Bu sebeple sandalyeleri, döşemesi, duvarları, duvarlara çizilmiş ve yer yer dökülmüş süslemeleriyle mekanın atmosferi zamanın biraz gerisinde kalmış gibiydi. Dükkan sahipleri de içerisinin nasıl göründüğünden çok müşteriye nasıl muamele edildiğiyle alakadar olduklarından dükkanın retro havasını değiştirmekte bir lüzum görmüyorlardı. Bu sebeptendir ki mekanın eskiliği gözü rahatsız etmiyor, aksine bir asırlık geçmişinin ruhundan izler barındırıyordu.
Dede torun o sabah da her Pazar yaptıkları gibi birer muhallebi söylediler. Küçük kız çoğu zaman tabağındaki bitiremezdi bile. Hatta büyüklerinin nasıl oluyor da iki lokmadan sonra bir üçüncüyü yiyebildiklerine hayret ederdi. Hele de bir büyük bardak suyu bir dikişte içebilenleri vardı ki onlara akıl sır erdirmesi mümkün değildi. Demek ki insanların içleri çok genişti de böyle üçüncü hatta dördüncü lokmaları yutabiliyor, bir bardak suyu tek dikişte içebiliyorlardı. İşte kız bunu hiçbir zaman anlayamayacağını düşündü. Çünkü o kendini bildi bileli çok yemek yiyemeyen, bazen tek lokmayla doyan, yemesi için zorlandı mı yeme hevesi kaçan, cılız bir çocuktu. Annesinin tabiriyle iştahsızdı. Annesinin zorla içirdiği kuvvet şurupları, iştahı artsın diye tek dikişte yutmaya zorladığı bıldırcın yumurtaları iştahını arttırmaktan çok midesini bulandırmaya yaramıştı. Zira karnı acıksın da, yesin, büyüsün, kocaman kız olsun diye ağzına dayatılan türlü türlü gıda maddeleri sadece içini döndürmeye yaramıştı. Niye bu iştah denen şey bakkaldan satın alınarak eksikliği giderilen bir şey değildi ki? Mecbur kalmadıkça yemek yemeyi sevmiyordu işte. İşin garibi bu iştahsızlığına tezat oluşturacak şekilde çocuk yaşının verdiği cevvallikle halsizlenmez, çabucak yorulmazdı da. Annesi zayıf bir bünyesi olduğundan ve cılızlığından yakınırdı bazen, ama kız buna aldırış etmiyordu.
Yemeği içmeyi sevmemesine rağmen dedesiyle birlikte sipariş ettikleri muhallebiyi sabırsızlıkla bekliyordu. Fazla beklemelerine gerek kalmadan üzerine tarçın serpiştirilmiş –kız tarçın kokusuna bayılırdı- muhallebiler geldi. Ona göre muhallebi çok da lezzetli sayılmazdı, çoğu zaman olduğu gibi karnı da pek aç değildi; fakat yerken burnuna dolan tarçın kokusu ve o kokunun hissettirdikleri hiçbir yiyecekte yoktu. Aslında ağzına bir kaşık muhallebi aldığında da hemen yutmaz, uzun süre ağzında bekletir, tarçın aromasını bir güzel içine çekerdi. Bu aroma, muhallebi, dedesi ve dükkanın atmosferi birleşince gözleri eski muhallebici dükkanın duvarlarını süsleyen yıpranmış resimlere, eski harflerle yazılmış şekillere dalar, dakikalarca onları izlerdi. Tüm hissettikleri sanki birkaç saniye içinde yoğunlaşır, cisim bulur, tarçın kokusuyla beraber burnundan içeri girer ve iç dünyasında bir derin âlem meydana getirirdi. Bu âlemin esas mâhiyetini oluşturan öge ise duvarlarda izlediği bir zamanın eski zanaatkarının ürünü olan şekillerdi. Özellikle yapboz parçaları gibi üstüste binmiş, eski İstanbul evlerinin olduğu iki boyutlu resim çok hoşuna gidiyordu. Mavi dalgalar, yuvarlak birer pamuk parçacıkları gibi çizilmişti. üstlerine keskin çizgilerle yerleştirilen tekneler ve resmin sağ alt köşesinde uçuşan martılar âhenk içinde dans ediyordu. Resimdeki hem bu üstüste binmişlik görüntüsü; hem de renklerin, evlerin, camilerin ve denizin keskin hatlarının ardına gizlenen fluluğu bir hayal aleminden fırlamış izlenimi veriyordu bakan göze. Dedesi bunun bir minyatür olduğunu söylemişti ona. Minyatür kelimesini zihninde şöyle bir evirip çevirdi kız. Ufak tefek şeylere denmez miydi minyatür diye? Kendisine de annesinin minyatürü derlerdi mesela. Belki de koca şehrin küçücük bir ânını dört köşe, küçük bir alana sığdırmayı başarabildiklerinden minyatür diyorlardı buna. Ama minyatüre bakınca gördükleri, hatta duydukları hiç de minyatürce, ufak tefek şeyler değildi. Küçük kız orada yaşayan birazcık eskimiş, ama hala çatısı sağlam, koca bir dünya görüyordu. Belki köşelerindeki boyalar sararmamış olsa daha da canlı ve neşeli görünebilecek olan bu eser şimdi zamana meydan okumuş bir nazlı genç kız gibi onu izleyen bu meraklı gözlere “Yıpranmış kenarlarıma aldanmayın, içimde yaşayan taptaze bir dünya var.” dercesine arzı endam ediyordu. Küçük kız bir an için gözlerini duvardaki minyatürden ayırdı ve dedesine baktı. Kesinlikle dedesi bu minyatür âlemin içindeki yaşayışın, mavi yuvarlak dalgalardan çıkan seslerin, minarelerinden okunan ezanın, sağ alt köşede çizilmiş martıların kanat çırpışlarının da farkındaydı. Zaten o bütün ayrıntıları görür, her şeyi bilirdi. Evet, onun dedesi her şeyi bilirdi.
Küçük kız bu hissettiklerinin sebebini henüz idrak edecek yaşta değildi belki, fakat dedesi sanki torunun tüm iç aleminden haberdarmış gibi onu bu hayalden çıkaracak hiçbir şey yapmaz, sabırla muhallebisini yemesini beklerdi.
Kız gözlerini dedesinden ayırdı ve bu sefer duvarla tavanın birleştiği yerlerdeki girift şekillere baktı. Bunlar da bir çeşit harf gibiydi. Kuyrukları birbirinin içinden dolanıyor, kıvrılıyor, bükülüyor, etkileyici güzellikte şekiller meydana getiriyordu. Dedesi eskiden insanların buna benzer harflerle yazdıklarını söylemişti. Kız da yazmayı biliyordu. Fakat onun okulda öğrendiği harfler gözüne bu kadar karmaşık görünmüyordu. Sayıları da öğrenmişti. Dükkan tabelasında 18.. diye başlayan sayıyı da zar zor okuyabilmişti. Çünkü henüz dört basamaklı sayılar onun için muazzam büyüklükleri ifade ediyordıu. Buradan da bu dükkanın ne kadar eski olduğu sonucunu çıkarabilmekteydi. Öyle ya, tabelada dört basamaklı kocaman bir sayı bile yazıyordu.
Kız yine ağzına attığı ikinci tarçınlı muhallebi lokmasıyla duvardaki şekillerde hayallere daldı. Göz süzdüğü girift şekillerden elbette ki bir tanesi çok göz çekiyordu. Bu az önce hakkında türlü fikirler ürettiği minyatürün karşısındaki duvarda duran çerçeve içinde özenle korunmuş bir kağıt parçasıydı. Daha evvelki gelişlerinde de önce minyatürü izler, ardından ikinci muhallebi lokmasıyla beraber bu çerçeve içine alınmış kağıdın üstünde gezinirdi gözleri. En azından bunu muhafaza altına almışlar da sağı solu yıpranmamış diye sevinmişti. Duvar dibinde oturan şişman adam ara ara çerçeve ile kızın bakışları arasına girse de o yine şekli ayrıntılarıyla incelemeyi sürdürdü. Bu şekil alt taraftan kuyruğu uzatılmış bir g harfini andırıyordu. Fakat g’nin kafası gibi duran yuvarlağı biraz küçük kalmış gibiydi, kuyruğu ise sanki yukarı doğru kıvrılan bir kayığa benziyordu. Bu şekle “vav” dendiğini biliyordu . Bunu nereden bildiğini anımsayamıyordu, ama muhtemelen bildiği pek çok şey gibi bunu da ona dedesi söylemişti. Bu vav harfinin daha önceleri gördüğü vav harflerinden ayıran yönü özenle süslenmiş, ince ayrıntılarla bezenmiş olmasıydı. Bunu çizen her kimse altın yaldızla içini boyadığı vav’ın alt tarafına küçük çiçek motifleri eklemiş, üst taraftaki yuvarlak, küçük bir odacığı andıran kısmından ise kırmızı çiçeklerle donatılmış ağaç dalları çıkarmıştı. En güzel kısmı ise kuyruğun iç tarafıydı. Burada bir denizin üstünde yüzen bir kayık, kayığın yanında tıpkı minyatür resimde olduğu gibi iki boyutlu duran Kız Kulesi duruyordu. Dalgalar yuvarlak küçük şekillerde hareket halindeydi. Bu vav harfinin içindeki kayık yüzüyor ve Kız Kulesine ulaşıyordu. En azından kız bunu bu şekilde hayal etmeyi seviyordu. Vav onu izliyordu. Buna kimseyi inandıramazdı belki, ama kız bunu biliyordu. Ne vav asılı duvarla arasında oturan, çabuk çabuk profiterolünü yeyip kalkma derdinde olan şişman adam, ne sipariş alan ve servis yapan birkaç adet garson, ne de gelip giden müşteriler vav’ın onları izlediğinin farkında değildi. Güzel tarafı da bu diye düşündü küçük kız. Bunu bir sır olarak bilmek ve bu sırrı saklamak bir anda kendisini biraz daha büyümüş gibi hissettirdi.
Onun körleşmemiş taze bakışları daha farklı algılıyordu dünyayı. Bu dükkânda bile gözü görmeyen bir sürü insan vardı. Aslında bu bir sır değil ki, diye düşündü. Birbirlerinin yüzlerinde, birbirlerini kaybetmiş insanlardı onlar. Yanındaki insanın suretini bile tam manasıyla ayırtedemiyorlarken vav harfini ya da duvarda yaşayan İstanbul minyatürünü fark edemiyorlar diye kızmak anlamsız olurdu. Ama dedesi görürdü. O onun dedesiydi, her şeyi bilirdi.
“Bitirmeyecek misin, yavrum?”
Kız dedesinin yavaşça sorduğu bu soru üzerine düşüncelerinden sıyrıldı. Daha tabağındaki muhallebinin üçte birini bile yemediğini fark etti. Fakat oturdukları da epeyce olmuştu. Vakit öğlene geliyor olmalıydı ki dükkandaki insan sayısında artış vardı.
“Yiyorum dedeciğim.” dedi yutkunarak. Birazcık daha zorlasa dördüncü lokmasını yutabilirdi. Fakat bir yandan çok oturmamaları gerektiğinin de farkındaydı. Annesi meraklanır, telâşa düşerdi sonra. Dördüncü lokmayı âdetinin aksine tek seferde yuttu. Dahasını yiyemezdi.
“Doydum dedeciğim.”
Artık kalkabiliriz anlamına gelen bu söz üzerine dede torun kızın hayalden hayale daldığı masadan kalktılar. Ama kızın içinde bir taraf biraz daha kalıp çerçeve içindeki vav’ı ve İstanbul minyatürünü izlemeyi istiyordu. Sonra bir an, çok kısa bir an bir hayal geldi aklına. Vav bunu biliyor olmalıydı. O bir şeyler yapabilirdi mutlaka. Sanki bir kuvvetle onu minyatürün gerçekliğine çekebilirdi. Hayır, hiç de saçma değildi bu fikir.Neden olmasındı?
Ayağa kalktı ve gözlerini vav’ın üstüne dikti. Tüm mekanın amiri oymuş gibi duran cam çerçeve içindeki o kağıt parçası da gözlerini kıza dikmişti. Saniyenin yüzde biri gibi kısacık gelen bir sürede ne olduysa oldu. Zaman yavaşladı, yavaşladı ve durdu. Dışarıdan gelen sesler, muhallebici içindeki insanlar, sipariş alan garsonlar… sanki her şey bıçakla kesilmiş gibi bir sessizliğe bürünmüştü. O an anladı ki vav zamanı durdurmuştu ve bunu asıl isteyenin kendisi olduğunu biliyordu.
Tavanla duvarın birbirine çok yaklaştığı yerde olan kalemişi süslemeler vardı. Sıvası yer yer yıpranmış olan duvarda bu süslemeler de akıp giden zamandan nasiplerini almış, duvarın bütünüyle uyum içinde olup bazı kısımlarını dökmeye başlamışlardı. Tıpkı vav gibi onların da canlı olduğunu anladı küçük kız. Gözlerinin oyunun olmadığını biliyordu. İşte tüm o kalem işi süslemeler yavaş yavaş bir sıra halinde duvardan ayrılmaya, ipe dizilmiş gibi ahenkle havada süzülmeye başladılar. Durmuş zamanın kıpırtısızlığıyla taşlaşan insanların arasından geçiyor, süzülüyorlardı. Kalemişi süslemelerin her biri tek tek duvardan ayrıldı ve havada bir şekil oluşturmaya başladılar. Kız hayret içinde süslemelerin ne şekil oluşturmaya başladıklarını izliyordu. Büyülenmiş gibiydi, bu gördüğü ise gerçek bir büyüydü. Evet rüya olmadığna kesinkes emindi.
Süslemeler uç uca eklendi, uzatılan harflerin kuyrukları birbirine girdi ve herbir harf bir diğeriyle bağlanıp birer ilmek oluşturdu. Duvardan bütün süslemeker ayrılana dek bu ilmekler birbiri ardına eklendi. En sonunda ortaya coşkun bir sanatkarın elinden çıkmışcasına zerafetle ışıldayan dikdörtgen bir şekil çıktı. Bu zarif dikdördörtgen yavaşça süzüldü ve küçük kızın onu daha iyi görebileceği bir hizada durdu. Kız dikkatle bakınca bunu bir halıya benzetti. Ama evindeki toz tutan, yıpranmış halılara benzemiyordu bu. İçinden karşı koyulamaz bir istekle kendini bu düğüm düğüm ışıldayan kalemişi halının üzerine bıraktı. Kuş tüyü bir yatak gibi yumuşaktı kalemişi. Yolcusunu almış bir şoförün özgüveniyle yerden biraz daha yükseldi. Eğer kız ayağa kalksaydı elleriyle muhallebicinin tavanına değebilirdi. Bir an gözleri dedesine takıldı. Acaba o torununu bu şekilde görse şaşırır mıydı? Fakat dedesi de zaman gibi o ânın içinde donmuştu.
Halı halinden memnun bir şekilde kıpırdanıyordu. Üzerine aldığı yeni yolcusundan emir bekliyor gibiydi. Halı konuşamazdı, ama kız bunu anladı. “Öyleyse istikamet Minyatür İstanbul!” diye içinden geçirdi ve yeni uçan halısı kızla beraber ufalarak istanbul minyatürünün içine yol aldı.
Minyatürün içine giriş tıpkı bir boyut değiştirme gibiydi. Daha önce hiç boyut değiştirmemişti küçük kız, ama değiştirseydi kesin böyle olurdu, emindi. Önce kulakları uğuldamış, biraz kafası sıkışmış, sonra birden bire tüm vücudu ferahlamış ve o anda temiz hava ciğerlerine dolmuştu. Serinliği ve vücuduna çarpan rüzgarı hissettiğinde gözlerini açtı. O ana kadar gözlerini yumduğunun bile farkında değildi.
İşte istanbul’un üstünde uçuyordu. Rüya görmek gibiydi, ama tüm duyuları öylesine gerçekliği hissediyordu ki bu âna rüya demek haksızlıktı. Kulaklarını çınlatan bir kahkaha attı. Minyatürdeki spiral gibi çizilmiş bulutların arasındaydı şimdi. Spiraller kendi içlerinde kıvrılıyor, halıyla birlikte uçan küçük kız aralarından geçtikçe pamuklara dönüşüyordu.
Temkinli bir şekilde halının kenarına yaklaşıp kuş bakışı seyretti İstanbul’u. Eski şehir bir yarım adanın üzerine dizilmiş yedi ayrı tepe üzerine yayılmıştı. İki boyutlu olarak gördüğü her şey şimdi gözlerinin önünde ayağa kalkıyormuş gibi bir üçüncü boyut kazanıyor, hacimleniyordu. Renklerse hâlâ daha capcanlıydı. Bulutların arasından sızan güneş ışınları Marmara Denizi üzerinde parıltılar oluşturuyordu. Üçgen yarımadanın batıya doğru olduğunu tahmin ettiği tarafına doğru yöneldi. Burası Topkapı Sarayı’nın olduğu kısım olmalıydı. Kubbelere yaklaştı, yeşil tombul kürdanlar gibi görünen ağaçlar rüzgarda dans ediyordu. Saray içi surlarla çevriliydi, şehir içinde şehir gibi görünüyordu. Biraz yakınında daha başka yapılar ve kubbeler vardı. Burası caddede yürürken gördüğü kalabalık caddelere benzemiyordu. Halı daha da yaklaştı. Şimdi sokakları daha net seçebiliyordu. Otomobiller yoktu, tek tük at arabalarını seçebiliyordu. İnsanlar vızır vızırdı. Şimdikinden çok farklı giyinmiş kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, herkes sokaktaydı. Galiba burası Kapalı Çarşı dedikleri yerdi. İkinci tepe buradan başlıyordu. Halı biraz daha yükseldi ve hızlandı. Şimdi gökte uçan kuşlar kadar hızlıydılar. Kız halıya daha da sıkı tutundu. Halı Galata Kulesi’ne yaklaştı ve keskin bir virajla etrafından döndü. Kızın yanakları heyecandan al aldı. Bu noktadan iki yakayı birbirine bağlayan köprüleri görmeyi umdu, ama hatırladı: Burası eskinin İstanbul’uydu.
Halı biraz daha yavaşladı ve hafif bir eğimle minyatürün maviliğine yöneldi. Kızın kalbi heyecanla ve coşkuyla güp güp atıyordu. İçiçe kıvrık çizilen mavi dalgalara yaklaştılar. Şimdi bu iki yakanın arasındaydılar, bir martı yanlarından geçti hızla. Uçuşun etkisiyle rüzgar kızın saçlarını dağıtıyordu. Ve o anda o, yanından uçup giden bir martı gibi hafif hissediyordu bedenini. Kulağında yine kendi kahkahasını duydu.
Çizerinin biçim verdiği yuvarlak dalgalara yaklaştılar, yaklaştılar. Her şey minyatürde çizildiği gibiydi, tek farkla kağıt gibi olan her yer onlar geçtikçe hacimleniyordu. Kız dengesini koruyarak halının kenarına tutundu ve elini İstanbul boğazının serin sularına daldırdı. O sırada limanlardan geçen teknelerin sesleri kulaklarına ulaştı. Balıkçılar teknelerini limana yaklaştırıyordu. Oyuncak gibi dizilmiş onlarca tekne, ılık esen rüzgar ve martılar kıza kendisini rengârenk bir rüyadaymış gibi hissettiriyordu. Ama bir yandan parmaklarının arasında hissettiği serin sular bunun rüya olmadığını fısıldıyordu.
Güneşin rengi sarıdan turuncuya, turuncudan pembeye dönüşene kadar kalemişi halı küçük kızı üzerinde gezdirdi. Kıvrıla kıvrıla akan boğazın sularının üzerinden uçup bildiğinden daha yeşil, daha az dumanlı bir şehrin manzaralarını göstermişti. Halı akşam olurken ağır ağır gökyüzünde süzülüyordu. Küçük kızın iyiden iyiye ağırlaşan gözkapaklarının ardından baktığı bu dünya, bakmaya doyamadığı yerdi. Sonunda günün heyecanını ve coşkusunu taşıyan küçük bedeni zarif ilmeklerle süslü halısının üstünde uyuyakaldı.
Gözlerini açar açmaz yine muhallebici dikkanındaydılar. Dedesi ve o ayaklanmıştı, gitmeye hazırlanıyorlardı. Bir an dedesinin ona gülümseyen gözleriyle buluştu bakışları. Sanki aklından geçen her şeyi dedesi bilirmiş gibi geldi ona bir an. Kulaklarına dükkanın gürültüsü doldu bir anda. Tarçın kokusu da baskındı. Garsonlar sipariş alıp, servis yapmaya devam ediyorlardı. Her şey minyatürün içine girmeden evvel bıraktığı gibiydi. Tek bir kişi bile zamanın bilinmeyen bir sürede dondurulduğunun farkına varmamıştı. Hayat ve zaman kaldıkları yerden akmaya devam ediyordu. Kızın zihninde ise minyatürün içinde uçarken gördüğü manzaralardan oluşan rengarenk bir kolaj vardı.
Dükkandan çıkarken kız vav’a son bir kez daha baktı. Bu, ikisinin sırrı olarak kalacaktı.
SON
Selamlar,
Hemen belirtmek isterim ki -güzel şeyleri söylemekte aceleci davranabiliyorum bazen- öyküyü çok; ama çok sevdim. Gerek yazım dili olsun, gerek anlatıştaki olağanüstülük ve beceri olsun, beni bir İhsan Oktay Anar okuyormuş gibi hissettirdi. ‘Eski’ sözcükleri kullanmanızdaki beceri, beni öyküden bir an olsun koparmadı ki bu türlü sözcüklerin kullanıldığı öyküler bazen okuyanı öyküden uzaklaştırır, okumayı yarım bile bıraktırabilir. Siz bunu çok başarılı bir şekilde yapmışsınız, ellerinize sağlık.
Şimdi! Biraz da naçizane, öyküde görebildiğim birkaç hatayı belirtmek isterim:
1. “Muhallebici dükkanın gündüz vakti hep aralık duran kapısından içeri iki müşteri girdi. ” cümlesindeki ‘Muhallebici dükkanın’ tamlaması, muhtemelen gözünüzden kaçtığı için görememişsiniz, oysa ‘Muhallebici dükkanının’ olması gerekirdi.
2. “Küçük kız çoğu zaman tabağındaki bitiremezdi bile.” cümlesinde de aynı şey söz konusu, ‘tabağındakileri’ olarak yazılması gerekirdi.
3. “Yemeği içmeyi sevmemesine rağmen dedesiyle birlikte sipariş ettikleri muhallebiyi sabırsızlıkla bekliyordu.” Burada ise, ‘yemeği içmeyi’ değil de ‘yemeyi içmeyi’ yazılmış olması gerekirdi. Bazı yazarlar, ‘yemeyi’ anlamında olarak ‘yemeği’ de yazarlar; ama ben pek sevememişimdir o tür sözcükleri. Size kalmış bir şey, buna pek karışamam açıkçası. 🙂
4. “Gözlerinin oyunun olmadığını biliyordu.” bu cümlede de ‘oyunun’ yerine ‘oyun’ yazılması lazımdı.”
5. “Süslemeler uç uca eklendi, uzatılan harflerin kuyrukları birbirine girdi ve herbir harf bir diğeriyle bağlanıp birer ilmek oluşturdu. Duvardan bütün süslemeker ayrılana dek bu ilmekler birbiri ardına eklendi. En sonunda ortaya coşkun bir sanatkarın elinden çıkmışcasına zerafetle ışıldayan dikdörtgen bir şekil çıktı. Bu zarif dikdördörtgen yavaşça süzüldü ve küçük kızın onu daha iyi görebileceği bir hizada durdu.”
Burada birden fazla yanlışlık art arda geldiği için hepsini aynı madde içinde yazayım dedim; İlk cümledeki ‘herbir’ sözcüğü ayrı yazılması gereken bir tamlama. İkinci cümledeki ‘süslemeker’ sözü muhtemelen bir klavye hatası, gözünüzden kaçmış olmalı. Üçüncü cümledeki ‘zerafet’ sözcüğünün ise doğru yazılışı ‘zarafet’tir. Daha doğrusu ben öyle biliyorum. 🙂 Ondan sonraki cümledeki ‘dikdördörtgen’ de aynı şekilde, ufak bir gözden kaçırılmış klavye hatası.
Bunların dışında gözüme çarpan ve okumamı sekteye uğratan hatalar göremedim. Tekrar ellerinize sağlık. Sizi okumak güzeldi… 🙂
Asıl böylesine ayrıntılı ve özenilmiş bir yorum okumak çok güzel, elinize sağlık. 🙂 Yazarken ve hatta sonrasında okurken bile fark etmediğim hataları fark etmemi sağladığınız için de teşekkür ederim.
Selamlar Chiyo;
Hikayeni biraz geç de olsa nihayet okuyabildim. Öncelikle ellerine sağlık; konusuyla, betimlemeleriyle ve anlatımıyla gerçekten de güzel bir öyküydü. Keyif alarak okudum. Özellikle muhallebiciye her pazar yapılan ziyaretlerden ve İstanbul’un güzelliklerinden bahsettiğin kısımları eski bir İstanbullu olarak hem neşe hem de özlemle okudum. Kızın çektiği iştahsızlık işkencesi de benim için çok tanıdık bir durum olduğundan o kısımda da kıs kıs gülmeden edemedim 🙂
Adil Bey yazım hatalarına dem vurmuş zaten, o yüzden o konuya tekrar değinmeyeceğim. benim gözüme çarpan nokta daha önce yazdığın şeyleri bazen tekrardan yinelemen oldu. Mesela:
“Her Pazar sabahında dede-torun evden beraber çıkarlar ve sohbet ede ede buraya gelir, muhallebilerini yer ve öğlen saatini biraz geçe de evlerine dönerlerdi.”
Ardından: “Dede torun o sabah da her Pazar yaptıkları gibi birer muhallebi söylediler,” gibi. Metinde buna benzer 3-4 tekrar var. Bunlar hata değil elbette, ama ikinci veya üçüncü kez aynı şeyi okumak da akıcılığı sekteye uğratır.
Bunun dışında gayet güzel bir hikayeydi dediğim gibi. Tekrar tekrar ellerine sağlık.
Öncelikle sen yorum yazmasaydın “Bu hikaye hiç olmamış.” diye düşünüp üzülürdüm İhsan Abi. Yaptığın yorumlar ayrıca önemli benim için, teşekkür ederim. Her seferinde tamam bu sefer imlaya, yazıma, anlatıma dikkat edeceğim deyip de bir türlü hatasız yazı yazma olayını gerçekleştirememiş biri yine olarak diyorum ki; “Tamam bundan sonra daha dikkatli yazacağım.” Yinelenen ifadelerle karşılaşmak okuyucu için de can sıkıcı. Kitaplarda veya okuduğum diğer yazılarda sık sıkı bu gibi durumları eleştirirken benim aynı şeyi yapıyor olmam da ayrıca yaman bir çelişki. 🙂
Konuyu beğenmiş olmana çok sevindim. Tabi ki de iştahsızın halinden ancak iştahsız anlar. Okuyup beğendiğin için tekrar teşekkür ederim. 🙂