Lanetliler Şafağı – Bölüm 2
…Silahşor…
NOT: Bu bölümü okumadan önce Lanetliler Şafağı – Bölüm 1: Üçüncü Göz adlı bölümü okumanız devamlılık açısından önem arz etmektedir.
Angela, her tarafının tutulmuş olduğunu hissetmesine rağmen, yerinden kalkmak için kendini zorladı. Bu, sanki yüz elli kilo olan bir insanın kendini ayağa kaldırmak için çabalamasına benziyordu. Ayağa kalktığında ise artık yürüyebileceğine emin olmak istercesine adımını, karşısında siyah kırmızı renkte kılcal damarlar gibi olan ve içerisinde neredeyse zorlukla görülebilen, hareketli, kızıl sislerin olduğu kubbeye doğru attı.
Neredeyse bir metre kalmıştı kubbeye ve o, ekibinin durumunu merak ederek arkasına baktığında gördüğü durum karşısında şok oldu. Hâlâ yerde çökmüş olan bedeni şuursuzca gri gözlerle kubbeye doğru bakıyor, elleri cansızca iki yana açılmış durumdaydı ve sol elinde hâlâ sıkı sıkı tuttuğu cam duruyordu.
Bir şekilde varlığı bedeninden ayrılmış, hareket edebiliyor ve kubbeye girebileceğini hissediyordu. Her ne kadar garip bir durum olsa da Angela bu durumu yadırgamamış, aksine kendisini gizemli bir diyara giriş biletini kapmış biri gibi görüyordu.
Yönünü kubbeye verdi ve bir adım daha yaklaştığında kubbenin damarları iki yana açılarak ona giriş imkânı sağladı. İçeri girdiğinde az önce gördüğü hareketli sislerin bağımsız birer varlık olduklarını ve etrafta birer hayalet misali gezindiğini fark etti. Havada süzülen kızıl gölgelerin, belli belirsiz çukurlaşmış gözleri ve şeytani şekilde gülümseyen siyah ağızları vardı. Hiçbiri onun içeride olduğunu fark etmemiş ve kubbenin her yerinde uçuşuyorlar, sanki bir şeyin onları tetiklemesini bekler gibiydiler.
Yavaş yavaş kiliseye doğru yürümeye başlayan genç dedektif, doğruca açık olan kilise kapısından içeri girerek, haça saplanmış olan, tanınamaz duruma gelmiş cesede doğru yaklaştı. Gözleri yerinden fırlamış olan adamın, kesilmiş olan bileklerinden akan kanlar yerde kurumuştu. Kurtlar her yanını sarmış etini kemiriyorlar, artık görünmeye başlayan kemiklerinin olduğu boşluklardan, koyu yeşilimsi iltihap akıyordu. Dedektif hiç koku alamamasının nedenini şu anki varlık haline bağlıyordu.
İyice yaklaşarak onu dikkatlice inceledi. Kim olduğuna dair bir şeyler bulmak umuduyla parçalanmış krem rengi kadife pantolonunun cebine doğru baktı. Cebinde küçük bir şişlik görmüş ve acaba ona dokunabilir miyim? Diye düşünmeye başlamıştı. Ne de olsa fiziksel bir boyutta değildi. Elini uzatarak cebine soktu ve cebindeki nesneye ulaştığında birden hissetmeye başladığını fark etti. Nesneye dokunmuş ve hatta alabileceğini anlamıştı. Bu yuvarlak nesneyi kavrayıp yavaşça elini dışarı çıkararak ne olduğuna baktığında onun bilye büyüklüğünde cam bir küre olduğunu gördü. Ama bir farklılık vardı bu kürede. İçinde koyu kırmızı bir duman vardı ve hareket ediyordu.
Avucunun içi birden yanmaya başladı. Kürenin içindeki hareketlilik artmış, sis sanki onu hissetmişti. Ardından oyulmuş gözlerinden kızıllık çıkan ceset, ona bakarak haykırdı.
“Lanetlendiniz İnsanoğlu! Sonunda hepiniz benim olacaksınız!”
Sonrasında kızıllık yok oldu. Angela bir an gerçekten korkmuş ve paniklemişti ama tecrübeleri kendine hâkim olmasını söylemiş ve o da sakinleşmişti. Bilye elini yakmaya başlamış, canı çok yanıyordu. Hemen geriye dönerek oradan çıkması gerektiğini anladı ve hızla kubbenin dışına, yerde çöken bedenine doğru harekete geçti. Etrafta dolaşan kızıllar artık onu fark etmişler ve üzerine doğru hücum etmişlerdi. Onu durdurmaya çalışıyor ama varlık halinin içinden geçiyorlardı. Her geçişte, dedektifin kalbi duracakmış gibi oluyor, ama yoluna devam edebiliyordu. Kubbenin siyah kırmızı karışımı renkteki damarlarının olduğu yere gelmişti ama kapı açılmıyordu. Kalbi sanki biri tarafından sıkılırmışçasına atmakta zorlanıyor, yanan eli canını yakıyordu. Elini zorlayarak küçük küreyi kubbe duvarına doğru uzattı. Sisler delirmişçesine içinden geçiyor, onu durdurmaya çalışıyorlardı. Küre dış çepere değdiği anda orada bir delik açılmış ve yavaşça büyümeye başlamıştı.
Kendini zorlukla dışarı çıkarabilmiş, bedenine doğru hızla harekete geçmişti. Oradan çıktığı anda ise kızıl sisler elindeki küçük kürenin içine doğru girmeye başladılar. Artık tutulamaz olmuş, elini kavurmuştu ama Angela’nın inatçılığı ne pahasına olursa olsun onu bırakmaması için cesaretini arttırmıştı. Bedenine ulaştığında ise diğer elinde tuttuğu yuvarlak camı yavaşça gevşetti ve ortalığın yine karardığını hissetti. İçinden bir şey çıkıyormuş gibiydi. Sonrasında ise bedeninden ayrılan kuzgunun uçuşunu izliyordu. Gözlerini açtı ve sağ elinde tuttuğu bilyeyi yere bıraktı. Avuç içinin derisi yüzülmüş ve kanamaya başlamıştı.
Yanına ilk gelen Serena oldu. Onun solgun ve bitkin halini görmüş ve yanına çökerek destek çıkıp, kanayan elini görerek hemen ilk yardım çantasını getirmelerini istemişti.
“ İyi misin?” diye sordu endişeli gözlerle kendisine bakan Serena.
“İyiyim. Sadece bitkinim.” dedi yorgun dedektif.
Elini sarmaya başlayan Serena ve Tim’e aldırmadan yavaşça ayağa kalktı. Amadahy’ye soran gözlerle bakarak “Artık girebiliriz sanırım. Kalkan yok oldu.” dedi.
* * *
Olağan Dışı Seri Olaylar ekibi, aradan geçen zamanda olayı derinlemesine incelemişler, Angela’da sadece gerektiği kadarını bildiren bir rapor hazırlamıştı. Raporunda olayın ne olduğunun incelendiği ve sıra dışı tekniklerin denendiği yazıyor ama ne olduğundan bahsetmiyordu. Bu durumu şimdilik sadece ekibiyle paylaşmayı uygun bulmuştu dedektif. Küçük küreyi Amadahy’ye vermiş ve ona kimsenin ulaşamamasını sağlamasını istemişti. Maktulün kimliğini DNA testiyle tespit etmişler ve şehre papaya bağlı Ceneviz manastırından gelen genç bir rahip olduğunu bulmuşlardı. Bu durum Angela’nın çok dikkatini çekmişti. “Ne demeye bu derece üst bir makam o kadar uzak bir yerden rahip gönderir ki?” diye düşünmeden edemiyordu. Bu her ne ise bu durumu biliyor olmalılardı ve araştırmaya oraya kadar götürmeye niyetliydi.
Aradan geçen üç gün boyunca yeni bilgiler elde etmeye ve benzer olayları incelemeye almışlardı ama henüz bir gelişme kaydedememişlerdi. Dedektif, bakanı bizzat arayarak, ciddi bir olaylar serisiyle karşı karşıya olduklarını söylemiş ama ayrıntıları kanıtları topladıktan sonra kendisine açıklayacağını iletmişti.
Şimdi ise arabasında oturmuş gazeteyi merakla inceliyor, onlara sadece otuz sekiz kilometre uzaklıkta olan küçük Burton kasabasında olanları anlamaya çalışıyordu. Çok garip bir haberdi ve oraya gitmesi gerektiğini hissediyordu.
v
Nerede ve kim olduğunu bilmiyordu. Tek hissettiği şey ise henüz ne olduğunu keşfetmediği bir amacının olduğuydu.
İşte bu hisle aniden gözlerini açtı. Zifiri karanlık her yanını sarmış, uyuşmuş bedeni uzandığı yerde yavaşça kendine geliyordu. Hiçbir şey görmemenin verdiği rahatsızlık bir yana kör olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı.
Hiçbir ses alamıyordu, sessizliğin sesi dışında. Sonra o uzaktan gelen ve yırtıcı bir kuşun avını gördüğünde dalışa geçmeden önce çıkardığı sese benzeyen çığlığı duydu.
Ellerini ve ayaklarını hissediyordu yavaş yavaş. Kokuları da ayırt etmeye başlamıştı. Oksitlenmiş demir ve çürümüş et karışımı koku, nemli toprak kokusuyla karışıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu.
Sağ elini tam olarak hissetmeye başlayınca kaldırmayı denedi ama elini biraz kaldırdığında eli bir şeye çarpmış ve çarptığı şeyden yankılanan tını tüm benliğini sarsmıştı. Üzerinde bir tahta veya ahşaptan yapılma bir şey olmalıydı. Tüm vücudu kendine gelmeye başlamıştı artık. Sol elini ve ayağını kaldırmayı denediğinde yine bir şeye çarpmıştı. Sesi çok net almasına anlam verememiş ve kendini çok sıcak hissetmeye başlamıştı. Nefesi de zorlanıyor nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ellerini ve ayaklarını sağa ve sola uzatmayı denediğinde ise aynı engelle karşılaşınca nerede olduğunu anlamaya başladı. Bu koku da ona hiç yabancı gelmemişti. Toprak ve çürümüş ceset kokusuydu bu. Bir tabuttaydı.
Henüz kim olduğunu hatırlamıyordu belki ama burada olmak istemediğini ve onu oraya kim, ne amaçla koyduysa onunla mutlaka yüzleşeceğini biliyordu. Kızgınlığı tüm benliğini sarmıştı. Ellerini yumruk yapıp, dirseklerinden zemine dayayarak yukarı doğru kırdı. Ayaklarını kendine doğru iyice çekmiş vaziyette nefesini yavaşça alıp vermeye başladı, ta ki nefesini tutup odaklanıncaya kadar ve hızla kurumuş tahtaya vurdu. Yerinden hareket etmiş ama kırılmamıştı. Nefesini ayarladı ve sanki daha önce binlerce kez yapmış gibi; yapmıştı ama henüz hatırlamıyordu; nefesiyle beraber art arda darbeler indirdiği tahtayı parçalarına ayırdı.
Üzeri toprakla örtülmemiş tabutun ön kapağı paramparça olmuş, parçalar sağa sola fırlamış ve güneş ışığı gözlerinin içine hücum etmişti. Elleriyle yüzünü ovuşturdu ve tabutun yanlarından destek alarak yavaşça ayağa kalktı. İlk gördüğü şey tabutun içindeki sargı içindeki ölüydü. Başka biri olsa korkudan ne yapacağını bilemezdi belki ama o soğukkanlılığını korumuş ve hatta biraz hiddet ve merak duyuyordu. Dikkatini çeken iki şey vardı ölü bedenin yanında. Gri, eskimiş, büyük bir sırt çantası ve bir kovboy şapkası. Vücudunu ağırlaştıran bir şeyler vardı üzerinde. Ne olduğuna baktığında belindeki tabanca kılıfını ve içindeki altıpatlarları görmüştü. Sağ eliyle ona uzanırken bir şey daha bir an için dikkatinin tamamen kaybetmesine neden oldu. Sağ eline baktığında işaret parmağının üzerinde şeffaf bir kılıf vardı. Parmağını uzatıp kılıfı sıyırınca bunun siyah metal küçük boruların birleşiminden yapılmış takma bir uzuv olduğunu fark etti. Kendini çok garip hissetmiş, onu hareket ettirmeye çalıştığında ise hayretle parmağın ne kadar hızlı olduğunu görmüştü.
Parmağının üzerindeki küçük yazı dikkatini çekmişti. İyice yaklaşarak bakınca Fusa-Robotic yazdığını gördü. Bunun bir anlamı vardı ve kendisini hatırlamada faydası olacağı kesindi.
Güneşin sıcak yüzü hafif kırların belirmeye başladığı sarışın, hafif kısa, dalgalı saçlarına bakmaya başlamış, gölgesinden uzun boyu belirmişti çıktığı mezarlığın ortasında. Şapkayı tabutun içinden alıp baldırına vurarak temizledi ve eliyle bir kere çevirip kafasına oturttu. Bunu nasıl yaptığını kendisi de anlamamıştı ama bu hareket hoşuna gitmişti. Çantayı alıp yavaşça olduğu yerden çıkarak etrafa, şapkasının hizasından, berrak mavi gözleriyle dikkatlice baktı. Sol elinin uzun parmaklarıyla belli belirsiz çıkmış sarı sakalının olduğu şekilli yüzünü kaşıdı. Düşündüğü zaman hep böyle yapardı.
Ne kim olduğunu ne de nerede olduğunu biliyordu ama bildiği bir şey varsa o da eskiden bir silahşor olduğu veya olabileceğiydi. Herhalde tetiği çekemesin diye parmağını kesmişlerdi. Öyle olmalıydı. Çantayı yere bırakıp içinde ne olduğuna baktığında sadece dolu altılık mermi kovanları olduğunu gördü. Başka hiçbir şey yoktu. Mermilerde de bir şey yazıyordu ve bu büsbütün kafasını karıştırmıştı. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu ama bilmeye de pek niyeti yoktu aslında. Mermilerin üzerinde, ‘Kutsal Ölüm’ yazıyordu.
Çantayı kapatıp ellerini tabancalarına götürdü. Kabzalarına değdiğinde, gözünün önünden hızla geçen görüntüler, bir an için onu sarstı. Bu silahları karşı çok ciddi bir bağı olduğunu hissetmiş ama ne olduğunu çözememişti. Yine nasıl yaptığını anlayamadığı şekilde, onları eline alıp kendi etraflarında ustaca çevirdi ve kılıflarına aynı ustalıkla yerleştirdi. Muhteşem bir ahenk vardı bu harekette. Bilekleri o kadar rahat hareket ediyordu ki, silahın ağırlığı, dengesi tam da o bileklere göreydi. Sanki tabancalar onun ellerinde vücudunun bir organıymış gibiydi.
Hareket etmeli ve yiyecek bir şeyler bulmalıydı çünkü kendini açlıktan ölecekmiş gibi hissediyordu. Etrafına bakındı. Hafif bir tepenin eteklerine kuruluydu küçük mezarlık. Hemen yamacın aşağısında ise küçük bir kasaba görünüyordu. Oraya gitmeliydi. Orada karnını doyurabilir ve belki de onu tanıyan birileriyle karşılaşabilirdi. Yine o sesi duydu. Bu atmaca veya kartal değildi. Artık emindi bundan. Bu oldukça yükseklerde uçan kara kuzgununun sesiydi. Kasabanın üzerinde daireler çiziyordu. Bu iyiye işaret olamazdı. Nasıl bildiğini anlamıyor sadece hissediyordu.
Yönünü yamacına aşağısına vererek kasabaya doğru hızla yürümeye başladı silahşor. Bu arada oraya oldukça uzakta olmasına rağmen kulağına bazı sesler geliyordu. İnsan çığlıklarına benziyordu bu ama belki de yanlış duyuyordu. Yaklaştıkça sesler çoğaldı ve sonra birden kesildi. Güneş arkasına geçmiş tepenin üstüne doğru alçalmaya başlamıştı. Kasaba girişine yaklaşık yüz metre kala kasabanın isminin yazdığı tabelanın yanına gelmişti.
“BURTON’A HOŞGELDİNİZ!”
Not: Devam Edecek…
Ben de teşekkür ederim 🙂