Peygamber Hoşhanya’nın Kitabı’ndan sözlere kulak verelim!
Adonya’nın Hicreti’nin dördüncü evresidir.
Büyük gün gelmişti. Lugal Alu’nun alemin beş yönüne; güneye, kuzeye, doğuya, batıya ve de meçhule saldığı elçilerin artık hepsi geri dönmüştü. Bir güneş dönümü önce yola çıkan üç kürekli kadırgalardan sonuncusu, meçhulden döneni de Hükümdar Koyu’na girmiş, limana yanaşmadan açıkta demir atmıştı.
Dar kıyı şeridine saplanan kayalık yamaçları taçlandıran surların üzerinden kadırgaları izledi bir süre Alu. Yanlarında birer tabur asker ve göklerden yolları çıkartacak birer müneccimle, bolca erzakla ve bir o denli değerlisinden hediyelerle bilinmeyene gönderdiği beş elçinin – ki gelecekte kâşif denilecekti onlara biri dışında – getirdiği haberleri elbet de merak ediyordu. Fakat merasim önce gelirdi, bir hükümdara tören yakışırdı. İşte ondandır son kadırga beklenmişti iki ay dönümü boyunca. Ve işte ondandır artık zamanıydı. Sağ elini başının hizasına kaldırdı, orakla buğday biçercesine indirip derin çizgilerle bezeli avucunu boşluğa uzattı. Surlardan davul sesleri yankılandı, kadırgalar görkemli limana dayandı.
Alu sıfatı gibi iri yarı bir adamdı. Yaşı ilerlemeye başlamıştı başlamasına, ama henüz kocamaktan uzaktı. Geniş omuzları damarlı boynunu zırh gibi çevreliyor, tıknaz gövdesi duruşuna bir tomruğun sağlamlığını veriyordu. Çehresi sertti, gülse bile memnun görünmezdi. Kemerli burnu ve çenesini soldan sarmalayan gençliğinden kalma derin kılıç iziyle birleştiğinde uğursuz bir görünüm ediniyordu yüzü.
Gelgelim Alu sadece görüldüğünde korkulan değil, anıldığında saygı duyulan bir Lugal’di. Her hükümdara tanınmayan bir armağan, derin bir sezgi vermişti ona tanrılar, sözde tanrılar elbet. Saltanat muhafızlarının arasından çatışmalarda gösterdiği beceri ve törenlerde sergilediği duruşla sivrilip muhafızbaşılığa yükseldiğinde sabırla beklemiş, sarayın günlük işlerini de divanın çetrefilli işleyişini de gözlemlemişti.
Fırsat gelip çattığında selefinin kellesini eliyle almış, gelenek olduğu üzere karısına ve büyük kızına tecavüz etmiş, desteklerinden emin olmak adına hazineden bir odayı saray muhafızlarına dağıtmış, olası isyanlara karşı eski Lugal’in sadık beylerini idam ettirmişti. Hemen ardından, henüz saltanat salonunda kanlar kurumadan, divanı toplantıya çağırmıştı. Sarıya kaçan gözleri seğiren müneccimbaşına Zühre’nin konumunu, derin çatlaklarla bezeli elleri huzursuz ustabaşına su kemerlerinin durumunu, kıra kıra ensesini kambur ettiği boynu terleyen malbaşına kilerin halini sormuştu. Uğursuz bir akbabanın açlığıyla ve fakat baykuş kurnazlığıyla izlediği hükümet işlerine yırtıcı bir kartalın edasıyla hakimdi tepeden, herkes anlamıştı. Daha bir hafta geçmeden ortalık yatışmış, sarayda kelleler yeni yuvarlanmamış gibi devköyde – öyle derdi Lugal’ın kara saçlı halkı yamaçlara kurulu başşehre – hayat eskisine dönmüştü.
Alu haremin çeşit çeşit bedenlerinin, mahzenin cins cins üzümlerinin, avlığın envai tür etlerinin tadına bakmayı ihmal etmedi. Diri zihni bilgiye aç olduğu kadar iri bedeni de zevke susamıştı. Velhasıl tahtın sefahatine kendini kaptıracak değildi, saltanatının uzun sürmesi, adının Lugal Taşları’nda en üstte yer almasını istiyordu.
İlkbahar gelir gelmez kuzeye sefere çıktı, göçer Kart kabilelerine baskın verip küçükbaş ve köle topladı, haremine renkli gözlü vahşi bir kız kattı. Dönüş yolunda komşusu Lugal Pasa’nın korumasında bir ticaret kervanına denk geldi, talan etti, doğudan gelen yumuşak kumaşlar ve rengarenk baharatlara el koydu. Yaz gelmeden kurak kumların sınırlarını kolaçan etti, vahalara sığınan yol kesenleri yakalayıp şekilsiz ağaçlarda sallandırdı. Kendini çöle vurmuş tek tanrıya tapan kafirlerin bir boyunu budadı, simsiyah saçları bükle bükle bir kızı haremine alıkoydu.
Devköyüne döndüğünde Lugal Pasa’nın elçisi kapısındaydı. Divan odasına kabul edildiğinde kendini yere attı, tahtın önünde gün gibi ince, kan gibi kırmızı bir top kumaşı açıp “Kudretli Pasa’nın sana hediyesidir en Cesur Alu” diye adeta yakardı. Ardından Pasa’nın sorusunu ezberden tekrarladı: “Bir Lugal vergisini verip topraklarından güvenle geçeceğine inanan bir kervan saldırıya uğrayınca kan ederini borçlanmaz mı? Saldırgandan tahsil edemezse sözüne güven kalır, topraklarından başka kervan geçer mi? Bu durumda bir Lugal borcun ödenmesini mi beklemeli, ilkbahar başında sınırda buluşmaya ant mı içmeli?”
Açık bir tehditti bu. Alu’nun kaşı bile oynamadı. Yanıtı baştan hazırdı: “Bazen kervanlar saldırıya uğrar, tanrıların işi bilinmez. Ben Cesur Alu, değerli hediyeni kabul ediyorum ey Kudretli Pasa. O kervanın yükü nedir bilmem, ama yarısı edecek kadar hediyeyi de sana geri gönderiyorum. Kan ederini ödenmiş bil. Andım bu olsun.” Divan erkanı da saray muhafızları da beğenecekti bu sözleri. Alu kanlı bir kefene benzeyen hediyeyi kabul ederek ant içiyor, savaşmaktan ve ölmekten korkmadığını koyuyordu ortaya. Kan ederinin yarısını ödeyip Pasa’nın onurunu korumayı da ihmal etmiyordu. Kara saçlılara göre ganimet değil, onur için yapılan savaş gereksizdi, Alu dengeyi kuruyordu.
Pasa’nın elçisi dizleri üzerinde geri geri sürünerek divanı terk ederken tombul yazıbaşı Pasa’nın ve Alu’nun sözlerini ıslak bir kil tablet üzerinde sazdan kamışıyla keskin çivilere dönüştürdü. Sarayın kaleminde fırınlanıp sertleştiğinde Lugat Pasa’ya sunulmak üzere elçisine teslim edildi.
Böylelikle Alu ile Pasa arasında bir antlaşma kurulmuş oldu. Bazen birinin korumasındaki bir kervan saldırıya uğrar, diğeri kervanın malının yarısını yol kesenlerden bir şekilde kurtarıp getirir, malları kendisi sattırıp parasının dörtte birini boğazlanan tüccarların ailelerine geri gönderirdi. Bir sonraki ticaret kervanından da daha yüksek alırdı koruma vergisini. Kervan hattında çarmıha gerilmiş yol kesenleri görünce tüccarlar kendilerini artık güvende zannederdi. Ta ki başka bir saldırıya kadar… Tanrıların işiydi bunlar, bilinmezdi.
Sezgisi böyle güçlüydü Alu’nun. Silah kuşanmayı bildiği kadar antlaşma yapmaya da hakimdi. Divanın en çok zaman geçirdiği üyesi yazıbaşıydı. Kil tabletleri elbette kendisi okuyamıyordu, bir askerdi o. Çivilerin dilinden sadece rahipler, müneccimler ve yazıcılar anlardı. Ama o çizgilerin nice bilgiler gizlediğini iyi biliyor; kalemden, mahkemeden, hazineden eski tabletleri çıkartıp yüksek sesle okutuyordu. Malbaşının tuttuğu envanterlerde eksikler olduğunu böyle böyle anladı, kambur ensesine baltayı kendisi indirdi. Kara saçlıların hangi meselelerden mahkemeye gittiğini anladı, yeni kanunlar yazdırdı. Onlarca güneş dönümü önce Amarna’dan gelmiş tüm yazıları dinledi, firavunları dahi yakından tanıdı.
Her ilkbahar sefere çıktığı gibi her sonbahar kil tabletler hazırlatıp hediyeler eşliğinde elçiler göndermeye başladı komşularına ve ötedeki ellere. Karşılığında kendisi de hediyeler aldı, kardeşlik antları içti, haremine yeni kadınlar buldu. Yeri geldiğinde zayıf ülkeleri başka hükümdarlarla paylaştı, yeni geldiğinde güçlü rakiplerine karşı ittifaklar kurdu, ardından da ihanet etti müttefikine. Zaman içerisinde batıdaki kara saçlıların hepsi Lugal Alu’ya tabi hale geldi. Doğu’dakiler ise Lugal Pasa’ya. Aralarında yıllar önce kurulan kervan ticareti olmasa belki biri diğerini öldürürdü en nihayetinde, ama denge daha tatlıydı sonu belirsiz ve tüm kaynakları tüketecek bir savaştan.
Böylelikle zaman içerisinde ne işgal edecek toprak kaldı Alu için, ne de firavunlar ve Ateşe Tapanların şahları gibi yenemeyeceğini bildiğinden kardeşlik andı içmesi gereken el hükümdarları. Kendini unutturmamak ve olan biteni öğrenmek için kil tabletler göndermeye devam ediyordu. Ufak tefek isyanları bastırmaya, yol kesenleri katletmeye geçiyordu ordusunun başına. Ancak o kadardı. Eskisi gibi hükümdarlığı büyümüyor, zaferlerine yenileri katılmıyordu.
Oysa o adının Lugal Taşları’nda en üstte yer almasına kararlıydı! Yeni yerler bulmalıydı ya saldırmalı ya tablet göndermeliydi. Hükümdarlık bu demekti, hükümdarlık etmeliydi!
Selefinin yıllar önce idam ettiği beş sadık beyinin büyük oğullarını huzuruna çağırdı. Gelenek olduğu üzere asker ve silahlarının tamamına, mallarının mülklerinin çoğuna el koymuş, yine de yoksul sayılmamalarına yetecek toprak bırakmıştı onlara. Şimdiyse basitti söyleyeceği: Babalarının topraklarını geri istiyorlarsa bilinmeyene elçiliğe gidecekler, Lugal’a yeni topraklar bulup döneceklerdi. Sarayın hazinesi onlara gerekli tüm imkanları sağlayacaktı, kalanı kendi becerileri olacaktı. Kabul etmekten başka çareleri yoktu elbet, ama Alu boşuna göndermiyordu has adamları yerine büyük oğulları bu göreve. İyi biliyordu ki kaybettiğini geri kazanmak sahip olmadığını elde etmekten daha büyük bir hırs verirdi ölümlülere.
İşte böyle yola koyulmuştu elçiler. Ve işte gün gelmiş dönmüşler, acaba hangi haberleri getirmişlerdi? Lugal Alu tahtına oturmuş, sağına oğullarını, soluna kızlarını almış, divan üyeleri iki yanda kadife tunikleriyle bağdaş kurmuş, saray muhafızları ışıldayan tören zırhlarıyla hazırolda. Tütsüler sis yaymaya, buhurdanlıklar tütmeye başlamış, rahipbaşı ademdilinde ilahisini tamamlamış, yazıbaşı altın saplı sazdan kamışını Lugal’in hükümlerini kaydetmek üzere usulca eline almış, yardımcı yazıcılar divanın tutanakları kazımak üzere nefeslerini tutmuştu. Alu sağ elini kaldırıp ilk elçiyi çağırdı huzuruna.
Tahtın önünde dizlerinin üzerine kapandı elçi ve dedi ki “Yüce emrinle Batı’ya yelken açtım Ulu Lugal. Ilıman bir deniz boyunca yol aldım, büyüklü küçüklü adalar, mavinin her tonunda koylar buldum. Kıyılarda köyler var, hem suları hem toprakları verimli. İçlerde başköyler de var, beyaz taşlardan sütunlar, yamaçlara yan yana dizilmiş oturaklar… Senin devköyünün yanında birer ahır sayılır elbet hepsi. Senin gibi güçlü hükümdarları da yok, hatta köylerinin meselelerini hep beraber konuşup çözmeye çalışan zayıf bir halk. Senin için bu diyarı gezdim, en güzel yağları, en güçlü şarapları satın alıp getirdim.” Elçinin ardında duran köleler tuttukları küplerin kapaklarını açtılar, tütsülere rağmen genzi yakan kokular yayıldı bir anda ortama.
Alu tiksinerek baktı ilk elçiye ve verdi hükmünü: “Seni bir elçi diye gönderdim, sen bir tüccar gibi alışveriş ettin. Zayıfı buldun mu zorla alacağına, üzerine para verdin. Ellerin bileklerinden kesilecek, bir daha ne para alacak ne de vereceksin!” Muhafızlar ilk elçiyi huzurdan sürüyüp götürürken Alu ortanca oğluna döndü, “Korsanbaşı’yla Batı’ya gideceksin, adalara baskın vereceksin. Denizciliği iyi öğrenmeden, ganimet toplamadan dönme. Esas önemlisi benim bizzat yağmalamama değecek bir devköy bulmadan dönme.” diye emretti.
Ortanca oğul hemen kalktı, limana doğru tez giderken ikinci elçi alındı huzura. Diz kırdı, söze başladı: “Yüce emrinle Kuzey’e gittim Ulu Lugal. Görmediğim işitmediğim bir soğukla karşılaştım. Denizde yüzen buzlara bile denk geldim. Hayvan postu giyen vahşilerin ülkesine ulaştım. Saçları sakalları birbirine karışmış balıkçılık, avcılık ve yağmayla geçinen insanlar. Güzel kadınları var ama, saçları altın, gözleri deniz rengi. Güçlü savaşçılardı, ince uzun, ejder başlı gemilerle saldırdılar, ama bizim sağlam kadırgamızın bodoslamasına dayanamadılar. Sana savaş ganimeti postlar ve desenli kalkanlar getirdim.” Köleler pençeleri, dişleri yerinde kusursuz ayı ve kurt postlarını, sağlamlığı belli ahşap kalkanları sırtlayıp sergiledi.
Alu’nun gözleri parıldadı: “Babanın topraklarını geri hak ettin. Bana sarayımın duvarlarına yakışır ganimetler getirdin. Ama haremimi ısıtacak o güzel kadınlardan neden tutup da getirmedin? Anlaşılan sen erkekliği unutmuşsun, o zaman kamışını da unutacaksın!” Muhafızlar şaşayazan ikinci elçiyi tutup da iğdiş edilmeye götürürken bu sefer kendi gibi heybetli olan büyük oğluna döndü Alu. Son zamanlarda Lugal Taşları’na adının kazınması için sabırsızlandığını hissediyor hem at binerken hem ok atmaya talim etmesini, süvarilerle sıkı fıkı olmasını yakından izliyordu. “Süvaribaşını al, küçük ve hızlı bir birlikle karlı dağları aşıp Kuzeyli vahşilere karadan saldır. Deniz savaşçıları süvarilere karşı dayanamaz. Güzel kadınlarını köle yapıp getir. Kendi haremini kurman vaktin geldi artık.” diye emrini verdi.
Büyük oğul güçlü adımlarla divan odasından çıkar, üçüncü elçiye kapı açılırken Alu keyifle geriliyordu tahtında. Sözüne sadık bir Lugal olarak beyoğluna atasının topraklarını geri vermiş, ancak soyunu kurutmuştu. Topraklar gün gelecek sonsuza kadar hazinesinin olacaktı artık. Haddinden hırslı varisini ise gözünü boyayarak ona sadık süvarilerle kuvvetle muhtemel bir ölüme göndermişti. Üstelik divanın ve muhafızların gözünde yerinde emirler vererek! Alu iyi biliyordu ki tüm düşmanlarını yenip tüm rakipleriyle kardeşlik andı içse bile kendi sarayının önünde asla küçük düşmemeliydi. Meydan savaşında on piyade alamazdı canını, sıcak yatağında bir damla zehir ya da buhar banyosunda sırtına bir hançer bitirebilirdi hükmünü.
Üçüncü elçi de dizlerinin üstünde başladı konuşmaya: “Yüce emrinle Güney’e yolculuk ettim Ulu Lugal. Kurak kumları kıyıdan dolaştım. Bir parça yeşillik gördüğüm yerde toprağa ayak bastım. Cılız dereleri izleyip çöl ülkesinin içlerine vardım. Gündüzleri insanı kavuran bir sıcak, geceleri donduran bir ayaz vardı. Çölün insanları karanlık yüzlü, dört bir yanlarını örtüyorlar. Kadınları çadırlardan dışarı çıkmıyor, olur da çıksa örtülerinden gözleri bile gözükmüyor. Erkeklerini gördüğümden haremine yakışacak bir kadınları olmasına ihtimal vermedim. Yedikleri içtikleri, hatta görebildikleri renkler dahi sınırlıydı. Yılda bir toplandıkları bir başköy varmış. Oraya vardım, daire şeklinde, siyaha boyanmış taştan bir yapının etrafında tapınıyorlardı dönerek. Bu kurak topraklarda değerli bir şey olsa olsa burada vardır, diye düşündüm. Gece olunca baskın verdim, yapının içi put doluydu. En büyüğünü aldım, engel olmaya çalışan her çölün insanı kanıyla suladı o kurak topraklarını. İşte huzurunda Ulu Lugal getirdiğim ganimet sana!” Köleler siyah bir örtünün altından iki metrelik bir putu çıkarttı, ağır ağır kaldırdı. Divanın ortasında yaban domuzu kafalı, çapraz tuttuğu kollarıyla çıplak memelerini örten, sağ elinde ince uzun kama, diğerinde kesilmiş erkeklik organı tutan tekinsiz bir tanrıça yükseliyordu şimdi.
Divan odasını ölüm sessizliği kapladı, rahipbaşının ruhbalardan başka kimsenin öğrenemediği, çiviye dökülemeyen ademdilinde başladığı korkulu mırıltılı sayılmazsa. Lugal Alu hafif doğruldu ve tanrıçaya uzun uzun baktı. Ardından yüksek bir kahkaha koydu. “Hangi tanrıça izin alıp huzura çıkar? Hangi tanrıça ganimet olur? Hangi tanrıça kullarının tapınmalarına çöl kumuyla karşılık verir? Getire getire çirkin bir heykel getirmişsin bana. Götürün bunları, heykeli kırın, parçalarıyla bu gafili taşlayıp kafasını ezin!” Muhafızlar üçüncü elçinin tanrıçanın lanetinden bahseden çığlığını bastırdığı gibi onu da putu da omuzlayıp çıkarttı huzurdan.
Alu yine memnundu sözlerinden. Toprakları genişledikçe köylüleri memnun etmek için adak adanması gereken tanrıların listesi uzamış, hazineye masrafı artmıştı. Aralarına yeni bir tanesinin eklenmesini hiç istemezdi. Yazıbaşına döndü bu sefer ve yeni bir kil tablet emretti: “Gelecek Lugallar bile ki Güney’deki kurak topraklarda değerli bir şey yoktur. Boşuna sefer eylenmeye.” Adının Lugal Taşları’nda en üstte yer alması için bulduğu başka bir yöntemdi bu Alu’nun, gelecek Lugallar’a – ki kendi soyundan olacaklardı umuyordu – kayıtlar bırakmak.
Dördüncü elçi çağrıldı huzura, çöktü dizlerinin üzerine ve başladı sözlerine: “Yüce emrinle Doğu istikametinde denizleri aştım Ulu Lugal. Çen adında bir diyarın bir limanına vardım. Derisi sarıya çalan, gözleri çarpık, tüyü az insanlara rastladım. Bir yandan basit köyler, diğer yandan düzgün taş yollar. Takip edince gözcü kuleleri, süvari mangalarına denk geldim, hediyeler sundum. Aynı zamanda Ateşe Tapanların tüccarları çıktı karşıma. Lugal Pasa’nın toprakları üzerinden gelen yumuşak kumaşların diyarı işte bu diyarmış. Beni de tüccar sandılar, Ateşe Tapan tüccarlarla birlikte devköylerine kadar gittik Çen’in. Ard arda dizilen mevzilerin, göz görebildiğince uzanan sağlam surların arkasında, gökteki yıldızlardan fazla, her biri birbirinin aynısı askerlerle dolu bir avluya çıktık. Yürüdük yürüdük, ne yol bitti, ne erler. Çen Lugal’inin yazıbaşının tüccarlara bakan katibinin önüne gelip diz çöktük, ticaret yapabilmek için hediyeler verdik, mazbatalar alıp gerisin geri çıktık. Surlardan tam çıkacakken omuzlarında ejder başı olan farklı askerler durdurdular beni, geldiğim yurdu sordular. Ulu Lugal Alu’nun diyarını, varsıllığını, gücünü anlattım. İhtişamından korktular, bıraktılar geçtim. Limana dönüş yolunda uygun bir yerde Ateşe Tapanlar’ın pis kanını akıttım, ardından ilk gözcü noktasındaki askerleri gafil avladım. Limandaki gemileri de yağmalayıp hızla huzuruna vardım. Sana getirdiğim ganimetleri saymakla bitmez.”
Dördüncü elçi hafifçe ardına dönüp kölelere doğru elini tam uzatmıştı ki Alu yerinden fırladığı gibi her zaman tahtının yanında tuttuğu baltasıyla tek vuruşta kafasını uçurdu. Yüzüne kanlar fışkırıp damla damla süzülmeye başladı. Bağırmaya başladığında dudaklarından dört bir yana sıçradı. “Benden izinsiz başka bir Lugal ile savaş çıkartmaya kim cesaret edebilir! Ben Lugal Alu’yum, savaşı ben yaparım, barışı ben yaparım!” Öfkesi dinmemişti, dördüncü elçinin yamulmuş bedenine bir tekme attı, baltasını önüne çıkan ilk kölenin kafasına indirip ikiye ayırdı. Döndü, tahtına kuruldu. Burnundan derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. Hem Lugal Pasa üzerinden yürüyen ticaret tehlikeye girmiş hem de kendinden güçlü olduğu belli bir hükümdarın onuru zedelenmişti. Bunca yıldır dişiyle tırnağıyla kurduğu hükümdarlık belki de tehdit altına girmişti.
Nefesini biraz düzene girince emirlerini yağdırdı: “Bu kelleyi kaynatın, etinden arındırın. Tertemiz olunca göz boşluklarına birer zümrüt yerleştirin. Ve büyük kızımla birlikte ve çeyiziyle birlikte Çen Lugal’ine gönderin. Tableti sonra yazarız.” Büyük kız kendini yere attı, gıkı çıkmadı, gözleriyle yalvardı, ancak babasının bir bakışı tüm umutlarını söndürdü. Kaderi çizilmişti, tüyü az bir Lugal’e ya karı ya cariye olacaktı. Koluna giren bir kadın kölenin yardımıyla divanı terk etti.
Alu başını sağına eğmiş, Çen Diyarı’na yazılacak tableti düşünerek sessizliğe gömülmüştü. Rahipbaşı işini bilirdi, belli belirsiz bir hareketiyle genç rahipler buhurdanlıklara yeşil yağlar döktüler. Divan odasının iyice gerilen havası ağır ağır yumuşadı. Alu’nun adaletinin ya da öfkesinin birazdan kendisini bulacağından korkanlar rahatladı. Alu ise – neden sonra – dalgınlığından doğrulup küçük oğluna doğru gülümsedi. Cılız, hasta bir çocuktu, belki fazla yaşamazdı bile. Oysa bir sonraki Lugal o olacaktı ve bu gece şahit olduklarını asla unutmayacaktı.
Yazıbaşı göbeğinin el verdiği kadar uzanarak Alu’ya beşinci elçiyi hatırlattı usulca. Doğrulan hükümdar el etti, beşinci ve son elçi ardında kölesi olmaksızın, sırtında çuhadan bir çuvalla huzura erdi. Tahtın önüne geldiğinde bir an duraksadı, gecikmedi ama kan birikintisine diz çökmeye ve sözlerine başladı: “Yüce emrinle meçhule gittim Ulu Lugal, gittim ve kimsenin bilmediği toprakları buldum. Açık denizlerde uzun süre yol aldık. Ay dönümleri boyunca bir kara parçası görmedik. Erzağımız bitecek diye korkuya kapılıp bir köleyi kestik. Müneccimimiz tanrılar gökte doğru yolu çizmek için kurban istiyor dediğinde onu kurban ettik. Kadırgamızdan büyük balıkların suda zıpladığını görüp dehşete kapıldık. Gökler kararıp kadırgamızdan yüksek dalgalar parladığından, kılıçlarımızı çekip boğulmaktansa boğazımızı kesmek üzereyken aniden gündüz oldu, sular duruldu ve ufukta kara belirdi. Salına salına kıyıya yanaştık, demir attık. Gördüğüm en mavi gök, en sarı kumsal, en yeşil orman karşımdaydı. Sahile ayak basar basmaz ormandan gözleri ışıltılı kadınlı erkekli bir grup çıkıp serin sularla, hafif, ama doyurucu yiyeceklerle, hediyelerle karşıladı bizi. Esrik gibiydim, hepimiz öyleydik, onları takip ederek ormanın içinde, yeşile karışmış sarımsı taşlardan bir büyükköye vardık. Girişte bizi oturttular, köylerinin kurallarını anlattılar. Burada herkes özgürdü, kimse kimseye zarar vermediği sürece. Silahlarımızı bırakırsak serbestçe, yoksa yanımızda birer muhafızla dolaşmamız gerekiyordu. Tehdit yoktu, hepimiz bıraktık silahlarımızı. Ne kadar olduğunu şu an bilemediğim bir süre orada kaldık. Bekli ay dönümleri boyunca, belki gün dönümleri. Zaman farklı akıyordu yerliler arasında. Benim gördüğüm üçe ayrılıyorlardı: Irgatlar, muhafızlar ve rahipler. Irgatlar dönüşümlü olarak bir gün bahçe ve tarlalarda çalışıyor, bakım ve onarım işleri yapıyor, muhafızlar da aynı şekilde bir günlerini talim ve nöbete ayırıyordu. Ertesi gün ise serbest zamanlarıydı. Karışık halde müsabaka yaparak, oyun oynayarak, okuyarak – evet hepsi okuyabiliyordu – zaman geçiriyorlardı. Rahipler ise her zaman görev başındaydı, ırgat ve muhafızlara yön veriyor, ama onları dinlemeksizin karara varmıyordu. Hatta büyükköyün tamamını ilgilendiren bir karar verilecek olsa herkes toplanıp – neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde – sırayla el kaldırıyordu. Irgatlar, muhafızlar ve rahipler aynı yemekleri yiyor, ama hiçbiri ete ve kana ağzını sürmüyor, aynı odalarda uyuyor, haftada bir birlikte yıkanıyordu. Sadece çocuk yapmak için özel odalar vardı. Ha, söylemeyi unuttuysam erkekler gibi kadınlar da tüm işleri yapıyor, hatta rahip bile olabiliyorlardı. Çocuklar hep birlikte yetiştiriliyor, her biri diğerini kardeş sayıyordu. Ne ticaretini yapacak ne yağmalayacak değerli bir eşyaları yoktu. Zira değer verdikleri her şeyi paylaşıyorlardı. Benimle gelen kölelerin hepsi, hatta askerlerin bir kısmı orada kalmayı tercih etti. Neyse ki benim burada geri alacak topraklarım vardı, gözü yağmada askerler de dönmeye can atıyordu. Rahiplere durumu anlatınca bana hem değerli hazineler hem de açık denizde yolumu bulmamı sağlayacak bir alet verdiler. Ancak dediler ki üzerine kazıdıkları işaretler sadece geri dönmemi sağlarmış, bir daha güneşli ülkeyi bulmamı değil.”
Alu’nun keskin zihni tütsünün, buharın, kibirin, öfkenin, kanın, kendine itiraf edemese de korkunun ve derin düşüncelerin verdiği yorgunluğa bir yere kadar dayanabilirdi. Beşinci elçiyi şaşkınlıkla dinledi, firar eden askerlerinin ölüm fermanını vermek aklına gelmedi, “Nedir o getirdiğin hazineler?” diye merakla sordu. Beşinci elçi “Her biri içinde yüzlerce kil tablet tutan sandıklar” diye cevap verdiğinde merakı yerine şaşkınlığa bıraktı. Yazıbaşına döndürdü gözlerini, olumsuz bir yanıt aldı yüzünden, olmazdı öyle şey. Ama o sırada beşinci elçi sırtında getirdiği çuvaldan küçük bir sandığı çıkartıp Lugal’e uzatmıştı bile. Alu sandığın sola doğru açılan kapağını kaldırınca sağa doğru dizilmiş halkalara takılı ince kumaşlarla karşılaştı. Dokunduğunda kumaş değil de ağaç yaprağı gibi bir his veriyorlardı. Üzerlerinde kil tabletler gibi resimler ve şekiller vardı. Yaprakları çevirdikçe resimler anlam kazanıyordu. Ayın farklı görünümleri vardı, ardından Güneş’in, ardından Zühre’nin… Her birinin altında garip garip, çivilerin diline hiç benzemeyen şekiller. Derken bir sonraki sandığı uzattı beşinci elçi, Alu hızla açtı. Bu sefer bir keçi resmiyle başlıyordu, sonraki yapraklarda keçi şerit şerit kesiliyor, yüreğinden başlayarak organları tek tek resme dökülüyordu, yine garip şekiller eşliğinde. Bir başka sandıkta camlar ve gözler resmedilmişti, camdan göze, gözden cama uzanan oklar çizilmişti. Bir diğerinde bitkiler vardı, bir ötekinde makaralar, bir başkasında fırınlar. Her sandığın sadece ilk birkaç sayfasına baktı Alu. Baktıkça bir yanına bırakıyordu. Zira her sandıkla bildiği azalıyor, bilmediği artıyordu. Müneccimbaşı, rahipbaşı ve yazıbaşının tedirgin bakışları biriken yığının üzerindeydi.
“İşte sonuncu hazine Ulu Lugal” diye uzandı beşinci elçi. “Bana denilen bu sandıkta artık doğanın işleyişi değil, o işleyişi çözmenin yöntemi anlatılıyor”. Alu boşluğa bakar gibi kendisine uzatılan kitaba – evet, güneşli ülkede verilen ad buydu o sandıklara – baktı. Savaşmayı biliyordu, antlaşma yapmayı biliyordu, sarayı idare etmeyi biliyordu, hükümdarlığı biliyordu. O uzatılanı açarsa bilmediği çıkacaktı önüne…
Sezgileri ilk kez yanıttı Alu’yı aniden gürlediğinde: “Büyük bir ateş hazırlayın, bu kafiri ve getirdiği bütün sandıkları yakın, küllerini de denize dökün.” Divan erkanı da saray muhafızları da irkildi. Ne duyulmuş ne görülmüş bir şeydi bir kara saçlının toprağa verilmemesi. Orada durmadı, yazıbaşının elinden emirlerini aktarmaya çalıştığı kil tableti alıp un ufak etti bir anda. “Adı hiçbir yerde geçmeyecek, onunla ilgili tüm tutanakları kırın. Soyunun adının geçtiği tüm tabletleri de bulun indirin raflardan, onları da kırın. Ata topraklarına gelince, bundan sonra ekilmeyecek, mezarlık olarak kullanılacak.” diye sürdürdü buyruklarını. İtiraz edebilen olmadı, beşinci elçi ve getirdiği ganimetler önce küllere, sonra denize karıştı.
Alu’nun derin öfkesi yine de dinmedi. Beş yönden meçhulün çıkartılmasını emretti. Tüm güneş saatleri söküldü, tüm haritalar kırıldı, yenileri yapıldı yerlerine. O zaman bu zamandır yönler indi dörde.
Tanrılar, yani sözde tanrılar kızmıştı Alu’ya. Görkemli limanı ve kadırgaları Batı’nın adalarından toplanan bir filonun saldırısında yandı. Doğu’dan gelen tüyü az askerlerden muntazam bir ordu önce Lugal Pasa’yı yendi Yüce Nehir’in öte yanında, sonra Alu’yu kanlı bir meydan savaşında. Kuzey’den vahşilerden oluşan bir orduyla döndü büyük oğlu, altın saçlı kadın savaşçılarla devköyünü yağmaladı, sarayına geçip oturdu. Ordusundan arta kalanlarla kurak kumlara sığındı Alu. Gücünü toplayıp büyük oğlunun üzerine yürümekti niyeti. Güney’den gelen elçi kılığına girmiş bir suikastçi ince uzun bir kamayı erkeklik organına sapladığında gafil avlandı. Kabzası yaban domuzu şeklindeki kama zehirliydi. Alu günlerce direndi, en nihayetinde apış arasından iri bedenine dalga dalga dağılan acılar içinde sönüp gitti. Bir elinde baltası diğerinde boş bir kil tabletle gömüldü.
Ölüm döşeğinde son bir tablet yazdırıp küçük oğluna emanet etmişti Alu. “Gelecek Lugallar bile ki elindeki topraklara hükmetmek bilinmeyen diyarlara baskın vermekten yeğdir. Bilmeksizin sefer eylenmeye.” Lugal Taşları’nda Meçhulü Silen diye kazındı ismi.
Dinlediğimiz bu habis sözler için Deccal’e lanet edelim!
- Lugal’ın Elçileri - 1 Şubat 2023
Öykünün destansı atmosferi oldukça hoştu. Alu son derece zalim ve kurnaz bir hükümdar olmuş. Yanından yöresinden geçmek istemezdim, kendi varisini bile harcadı adam. Eğer gerçekten böyle bir mitoloji var denseydi, inanırdım. Dört yönün yanına meçhulü eklemek özgün bir fikir olmuş ki destan ve masallarda da sayılar, yönler, semboller gibi kavramlar önemlidir.