Öykü

M.A.L.

Mal mal bakıyordu kara deliği anımsatan kapkara ekrana Özgür. Bastığı tek bir tuşla ekran kararmış, her şey silinip gitmişti. Ne yapacağını bilmez halde kalakalmıştı öylece. Hangi tuşa bastığını ya da neleri sildiğini de bilmiyordu zaten. İçinden bir küfür savurup bilgisayarın açma-kapama tuşuna abandı. Aklına gelen tek çözüm buydu.

“Hay senin gibi aletin…!”

Bilgisayar tekrar çalışmadan önce sistem gerekli kontrolleri yaparken, Özgür arkasına yaslanıp sakalını kaşıdı. Üç günlük sakalla dolaşıyordu ortalıkta ve müdürü şimdiden ters ters bakmaya başlamıştı. Sadece sakalı değil; kırışık gömleği, gevşek kravatı, dağınık saçları, yasağa aldırmadan gizlice içtiği sigarası ve yerli yersiz dinlediği “metalci” müziğiyle Özgür, müdürün genel olarak ters baktığı biriydi. Özgür ise müdüre pek bakmamayı tercih ediyordu. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olmasının tersi bir durum söz konusuydu.

Ekran tekrar aydınlandı ve Özgür bu sabah boyunca üzerinde çalıştığı tüm verilerin kaydedilmeden kaybolduğunu fark etti. Tam sesli bir küfür savuracaktı ki, telefon çaldı. Bu sefer telefona küfrederek kaldırdı ahizeyi.

“Ware Leasing, İthalat.”

“Alovvv!”

“Alo, buyrun?”

“Alovvv! Kimlen görüşüyorum?”

“Ben Özgür, nasıl yardımcı olabilirim?”

“Kardeşim, benim malım nerede?!”

Özgür bir an duraksadı. Ahizeyi sıkarak karşısındakine, “Senden âlâ mal mı olur?!” demeyi düşündü. Sonra fikir değiştirip “Mal mı? Burada, buyrun. En büyük mal benim!”demeyi uygun gördü. Bir Fenerli olarak son zamanlarda sıklıkla böyle hissediyordu zaten. Ancak diyemedi; işe ilk girdiğinde kendisine verilen “müşteri ile iletişim” eğitimini hatırlamıştı. Dudaklarını ısırarak öğrendiklerini tekrarladı ve nedense bu ona daha komik geldi. “İsminizi ve ‘mal’ınızın cinsini alabilir miyim?”

Adam bir anlık duraklamadan sonra cevap verirken, Özgür yeni açılan bilgisayardaki programa girerek ona gerekli bilgileri verdi. Malının nerede olduğunu öğrenen adam bu sefer de teslimatın neden bu kadar geciktiğiyle ilgili bir yığın şikâyette bulunmaya başlayınca Özgür iç çekti. Sonra da zoraki bir özür dileyerek sorundan sistemi sorumlu tuttu. Zaten sistemle sorunu vardı; durup durup sistemi suçlamak ona iyi geliyordu.

Sonunda telefonu kapatırken yine içinden sisteme söverek rahatlamaya çalıştı. İşine, patronuna, müdürüne, müşterisine, malına dümdüz giderken kendini de sıraya eklemeyi unutmadı. İşletme okumuştu hiç istememesine rağmen ve mezun olup da bir yıl işsiz dolaştıktan sonra bulduğu ilk işe girmişti yine istemeye istemeye. Ware Leasing’in ithalat bölümünde çalışıyor, “mal”lara bakıyor ve bundan nefret ediyordu. Sabah körü kalkıp saatlerce yol aşıp iş yerine geliyor, küçük bir bölmede saatlerce oturup müdürün işgüzarlıklarını, müşterilerin kaprislerini çekiyor ve adeta dakikaları sayarak mesainin bitmesini bekliyordu. Haftada beş gün, günde dokuz saat mahkûmdu buraya ve her mahkûm gibi zorunluydu burada kalmaya. Çünkü ekonomi berbattı, enflasyon almış başını gitmişti ve işsizlik diz boyuydu. Ama daha da önemlisi, Özgür’ün boyunca borcu vardı.

Okurken saflık edip öğrenim ve katkı kredisine başvurmuştu. O zamanlar önemsemediği ve çatır çatır yediği krediler şimdi birikip faiziyle birlikte on milyarı bulmuştu. Bir yandan onu ödemeye çalışırken bir yandan da ev geçindirmeye uğraşıyordu. Aslen Malatyalıydı, ailesi hâlâ orada yaşıyordu. Özgür ise okumak için İstanbul’a gelmiş, mezun olduktan sonra da alıştığı bu kentten ayrılmamıştı. Ancak bedelini ödüyordu bu kalışın. Mezun olduktan sonra okuldan arkadaşı Mehmet’le birlikte eve çıkmışlardı. Mehmet bankada çalışıyor, bir yandan da İzmir’deki ailesine yardım ediyordu. İkisinin de aldıkları maaş belliydi; zor geçiniyorlardı. Kira, fatura, mutfak masrafı, aidat, kredi kartı ve üstüne de okul borcu derken Özgür kime, neye söveceğini şaşırıyordu.

Üstelik derdi bu kadarla da bitmiyordu. Bunun daha askerliği ve açık öğretimi vardı, ki bu ikisi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Çalışmak ve para kazanmak zorunda olduğu için askere gidemiyordu; askerliğini tecil ettirmek içinse açık öğretime başvurmuştu. Ancak açık öğretim okumak da sandığı kadar kolay değildi. En basit sınava girebilmek için bile okul okul dolaşması ve en önemlisi, tecilini yakmamak için derslerden kalmaması gerekiyordu.

İşte bu birbirine harmanlanmış sorunlar yumağında Özgür kendini adıyla tezat bir ruh hali içinde hissediyor, zaman zaman haline acıyor, sıklıkla küfre başvuruyor, bazen de tüm bunların KYK, TSK ve YÖK üçgeninde hazırlanan 4 K 1 Ö’lü bir komplo olduğunu düşünüyordu. Tabii bunların hiçbiri işe yaramıyordu. Ama zaten Özgür de bir işe yaramıyordu; tepesine dikilen müdür bunu açıkça söylemişti.

“Özgür Bey! Nedir bu hâl? Sistemi birbirine katmışsınız yine, program kilitlenmiş! Kendiniz iş yapmıyorsunuz, bari yapanlara mani olmayın. Hayret bir şey yahu!”

Özgür müdüre cevap vermedi, veremedi. Verebilseydi söyleyeceği şeyler hiç hoş olmayacaktı; o yüzden müdürle ilgili güzide düşüncelerini kendine sakladı. Müdürse onun bu ince davranışını anlayamadı ve üstelemeye devam etti.

“Kaç kere uyardım, biraz kendinize çeki düzen verin. Kılığınıza kıyafetinize, davranışlarınıza dikkat edin. Sonuçta siz bir Ware Leasing çalışanısınız, buna uygun davranın lütfen!”

Özgür içinden “ya sabır” çekip isteksizce kafa salladı. “Peki müdür bey…”

Adam tatmin olmamıştı ama söyleyecek başka bir şey de bulamadı. “Cık cık”layarak uzaklaştı Özgür’ün masasından ve onu hayal kırıklıklarıyla baş başa bıraktı.

Derin bir iç çekip sigarasına uzandı Özgür. Sonra vazgeçti; yeni bir tartışma yaratmak istemiyordu, hiç çekemezdi şimdi. Onun yerine telefonuna uzandı; son zamanlarda mesajlaştığı bir kız vardı. Mehmet’in kız arkadaşının bir arkadaşıydı. Tanışmaları biraz zorlama olmuştu ama anlaşmışlardı, arada sohbet ediyorlardı. Biraz geyik yapmak iyi gelebilir diye aldı telefonu eline ama ondan da vazgeçti. Şimdi mesaj yaz, ondan cevap bekle, sen de ona göre bir cevap ver… Uzun işti, üstelik kız dırdırı çekecek havada değildi. Telefonu geri koydu ve ofladı. Onu rahatlatacak iki şey vardı artık.

Kulaklığını taktı, müziği açtı. AC/DC’nin “Thunderstruck” şarkısı çalarken Özgür de klavyeye uzandı ve internette gezinmeye başladı. Facebook, Twitter, sonra haber siteleri derken kendini şu haberi okurken buldu:

“CERN’de yüzyılın deneyi başladı.

Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezi CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Organizasyonu) uzun süredir beklenen LHC deneyi için start verildi. 2000 ton ağırlığındaki dev mıknatıs, Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altından geçen 27 kilometre uzunluğundaki tünele yerleştirilecek. Mıknatısın CERN’e ait tünele yerleştirilmesi işlemi sabahın erken saatlerinde başladı. İşlem, hiçbir sorun çıkmazsa yaklaşık 11 saat sürecek. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) isimli parçacık hızlandırıcısında, atom çekirdeğindeki protonlar çok yüksek enerjiyle çarpıştırılacak. Şimdiye kadar inşa edilen en büyük ve en yüksek enerjili parçacık hızlandırıcısı olan LHC’deki çarpışma sonucunda ortaya çıkacak parçacıkların evrenin işleyişindeki rolleri incelenecek. Bilim dünyası, çarpışmalar sonunda şimdiye kadar keşfedilmemiş yeni parçacıkların açığa çıkmasını bekliyor. Deney, evrenin başlangıcını oluşturan “Büyük Patlama”dan sonra ortaya çıkan büyük enerji yoğunluğunu tekrar yaratarak parçacıkların yine ortaya çıkmasını sağlayacak.

Ancak, fizikçilerin yüzlerce bilgisayar kullanarak yaptıkları hesaplar tartışmalı başka bir soruyu da beraberinde getiriyor: LHC deneyinde protonların ışık hızının eşiğinde çarpışmasıyla kara delik oluşur mu? Einstein’ın genel görelilik kuramının bir öngörüsü olan kara delikleri oluşturmanın yolu, bir yıldızın çökmesinde olduğu gibi, yeterli kütlede madde ya da enerjiyi yeterince küçük bir hacme sıkıştırmak. Genel göreliliğe göre kütle ve enerji, uzay ve zamanın özdeşleştiği dokuyu, yani uzay-zamanı bükerek bizim kütleçekimi olarak algıladığımız etkiyi yaratıyor. Eğer yeterince büyük ölçeklerde kütle ya da enerji yeterince küçük bir alana sıkıştırılırsa bu bükülme öylesine aşırı olur ki, bu kütleçekim “kuyu”sundan ışık bile kaçamaz. Böylelikle bir kara delik ortaya çıkmış olur.

Kara delik oluşturmanın bir başka yolu da iki parçacığı yeterli enerjiyle çarpıştırmak. Fizikçiler iki parçacığın Planck enerjisi denen çok yüksek bir sabit değerin üzerinde çarpışmasıyla mini kara delikler ortaya çıkabileceği görüşünde. Bu nedenle bazı fizikçiler daha LHC tamamlanmadan deneyde oluşacak bir kara deliğin Dünya’yı yutacağı iddiasıyla deneyin yasaklanmasını talep etmişlerdi. Kanada’daki Vancouver Üniversitesi’nden Matthew Choptuik ile ABD’nin ünlü Princeton Üniversitesi’nden Frans Pretorius’un, genel göreliliğin tüm karmaşık matematiksel denklemlerine göre gerçekleştirdikleri bilgisayar benzetimleri (simulasyon), iki parçacığın çarpışmasıyla bir mini kara deliğin gerçekten oluşabileceğini gösteriyor. Hem de Planck enerjisinin üçte biri düzeyinde bir enerjiyle gerçekleşecek bir çarpışmayla. LHC’de bazı deneyler, bu mini kara delikleri aramak için kurgulanıyor. Fizikçiler ise LHC’de mini kara deliklerin ancak uzayın bildiğimiz üç mekân ve bir de zaman boyutunun dışında ek boyutlara sahip olması halinde ortaya çıkabileceği görüşündeler. Bazı kuramlara göre bizim duyularımızla algılayamadığımız, ancak bir parçacık hızlandırıcısında gözlemlenebilecek bu fazladan boyutlar uzay-zaman dokusuna örülmüş küçük halkalar içinde saklı. Dolayısıyla mini kara deliklerin ortaya çıkması, aynı zamanda fazladan boyutların varlığını da kanıtlamış olacak.”

“Hah…” dedi Özgür elinde olmadan, “Bir kara deliğimizle fazladan boyutlarımız eksikti! O kara delik hepimizi yutsun da kurtulalım be…”

Sonra sayfayı kapadı ve kara deliğin yutmasını dilediği işine geri döndü. Oysa annesi hep, “Ne dilediğine dikkat et oğlum,” derdi ve belki bilse Özgür de ne dilediğine dikkat edecekti.

* * *

Maltepe’deki evine geldiğinde yorgunluktan ölüyordu. Telefonda kız arkadaşıyla kavga eden Mehmet’e görünmeden mutfağa sıvıştı Özgür. Tüm gün mallarla uğraşmıştı, gürültü çekecek hali yoktu. Acele bir şeyler atıştırıp kahvesini aldı, sigarasını yaktı. Laptop’unu kucağına alıp arkasına yaslandı, artık keyif yapabilirdi. Takip ettiği dizilerin birkaç bölümünü indirmişti dünden; bir doz House, bir doz Fringe, iki doz da Supernatural izleyip koltukta uyuyakalmayı planlıyordu, ki öyle de oldu. Sevgilisiyle ettiği kavga nedeniyle öfkelenen Mehmet’in, “Kalk oğlum, yerine yat!” dürtüklemelerine bile uyanmamıştı. Mehmet de onu öylece bıraktı; üstü açık ve rüyadan rüyaya atlar vaziyette.

Telefonun alarmıyla uyandığında her yeri tutulmuştu. Kucağında duran bilgisayar da onun gibi “stand by” modundaydı. Alıp yere koyarken ekran tekrar açıldı ama bir tuhaflık vardı. Her yerde “malfunction” yazısı çıkıyordu. Uyku sersemi ne olduğunu anlamayan Özgür makineyi kapattı, şimdi uğraşacak hali yoktu. Bir sigara yaktıktan sonra işe gitmek üzere hazırlanıp çıktı.

Servise binerken de bir tuhaflık sezmişti ama hayatı boyunca tuhaflığın kendinden kaynaklandığına inandırıldığı için üzerinde durmadı. Yolda yine uyukladı, bir ara rüyasında servis otobüsünün Boğaz Köprüsü yerine kocaman kara bir deliğe girdiğini gördü. Şoföre durması için bağırdı ama sesini duyuramadı; zaten kara deliğe girdiklerinde şoför de, yolcular da ortadan kaybolmuştu. Tam Özgür de kara deliğin içinde kaybolacaktı ki, uyandı. İş yerine gelmişlerdi.

Özgür esneye esneye araçtan indi, alt kattaki kafeteryadan poğaça aldı. Yukarı çıkınca da kahve makinesinden kahvesini alıp müdüre görünmeden masasına oturdu. Ancak tam oturduğu anda tepesinde bitiverdi müdür bey, elinde bir yığın dosyayla.

“Ooo Özgür Bey, erkencisiniz, bu şerefi neye borçluyuz?!”

Özgür nefesini tutup cevap verdi, “Günaydın, müdür bey.”

“Aydın mı, karanlık mı bilemem artık. Yine bir karış sakalla gelmişsiniz işe, bu kaçıncı uyarım? Burası lise değil Özgür Bey, koskoca holding!”

Özgür bu sefer yanıt vermedi; afyonu henüz patlamamıştı ama müdürün kafasını rahatlıkla patlatabilirdi. Müdür ise uslanmayacaktı. “Bir yığın dosyanız birikmiş yine, bunları öğlene kadar sisteme girmeniz lazım. Kahvaltı keyfiniz bölünecek biraz ama!”

Cevap bile beklemeden dosyaları Özgür’ün önüne yığıp gitti müdür. Özgür sabah sabah ilk küfrünü ederken önünde yığılı olan dosyalara baktı. Derin bir iç çekip onları kenara itti. Hiçbir şey engelleyemeyecekti “kahvaltı keyfini”, batasıca işi kıyamete kadar bekleyebilirdi.

Bilgisayarı açtı; sistemi falan boş verip haber sitelerine girdi. Bu arada da kulaklığını takıp müziği açtı, Muse’un “Supermassive Black Hole” şarkısı çalmaya başlamıştı. Bir yandan kahvesini yudumlayan Özgür, bir yandan da haberleri okuyordu. Dünküne benzer bir başlık görünce durdu.

CERN’de ilk deneyler başarıyla tamamlandı.

Evrenin nasıl meydana geldiğini anlamayı amaçlayan dünyanın en büyük fizik deneyinde ilk aşamalar başarıyla sonuçlandı. Ateşlenen 2 proton demeti, 27 kilometrelik turlarını tamamladı. Proje ekibinin lideri Lyn Evans, yeraltındaki 27 metrelik tünelde protonlar harekete geçirilerek yapılan deneyin ilk safhasının tamamlandığını açıkladıktan sonra, projeye katkıda bulunan bilim adamları deneyin tamamlanışını şampanya patlatarak kutladı.

Bazı bilim adamlarının, protonların çarpışmasının dünyayı tehlikeye atacağını söylemelerine karşın, Stephen Hawking gibi ünlü fizikçiler, bu endişelerin yersiz ve deneylerin son derece güvenli olduğunu belirten CERN’e destek verdi. “Karanlık madde”nin de anlaşılmasını sağlaması düşünülen projeye 80 ülkeden 5 bin kadar fizikçi ve mühendis imza attı. Başarıyla sonuçlanan ilk aşamayla birlikte MISTRAL ve MoEDAL deneylerine de start verildi.”

Özgür haberin sonunu okurken ekranda bir titreme oldu, yazılar kaydı, bazı harfler kayboldu. Özellikle “MISTRAL” ve “MoEDAL” sözcüklerinin ortadaki harflerinin yok olup, kapkara ekranda iki adet “M AL” kelimesinin belirmesiyle Özgür ne yapacağını şaşırdı. Elindeki kahveyi bırakıp kulaklığını çıkardı. Klavyede birkaç tuşa bastı ne yaptığını bilmeden; hatta bilgisayara iki tepik attı kimseye çaktırmadan. Fakat ne yapsa düzelmedi ekran, sonunda da tamamen karardı. Özgür kısık bir sesle küfrü basarken, aleti tekrar çalıştırmak üzere elini uzattı. İşte tam o anda yok oldu bilgisayar.

“Ha?”

Verebildiği tek tepki buydu Özgür’ün. Masasının üstünde, gözlerinin önünde duran koca bilgisayar “püf” diye yok olmuştu birden ve onun tek söyleyebildiği “Ha?” idi. Mal mal baktı bilgisayarın bir zamanlar kapladığı boşluğa. Emin olmak için elini uzattı, boşlukta gezdirdi. Yoktu işte, bilgisayar yok olmuştu.

‘Acaba hâlâ uyuyor muyum? Yine iş yerinde uyuya mı kaldım yoksa? Koyu kahve işe yaramadı galiba…” diye geçirdi içinden. Uzanıp kahvesini aldı eline; kapkara sıvının içine bakarken bunun da bir rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ki o anda kahve de kayboldu. Elinde tuttuğu kâğıt bardak birden yok olmuştu, tabii kahve de öyle. Özgür bir anda irkilerek geriledi.

“Matrix mi lan bu, ne oluyor?!”

Artık rüyada olduğunu değil, kafayı sıyırdığını düşünmeye başlamıştı. Sonunda bu iş keçileri kaçırtmıştı ona. Kocaman açılan gözleri önünde duran dosyalara takıldı. Lanet dosyalar onu delirten gerçeğin bir parçası olarak kaskatı duruyorlardı müdürün bıraktığı yerde. Ya da Özgür öyle sanıyordu; çünkü o bakarken dosyalar da birden yok olmuştu. Aynen bilgisayar ve kahve gibi, “püf” diye.

Özgür refleks olarak elini dosyaların olduğu yere attı, masaya vurdu tak diye ama boşluktan başka bir şey yoktu. Özgür şaşkınlık içinde etrafına bakındı, diğerleri de gördü mü bu olanları yoksa sadece kendisi mi deliriyor diye. Ancak ne zaman gözlerini çevirse baktığı şeyler birer birer kaybolmaya başlıyordu. Masası, bölmesini ayıran duvarlar, yan masadaki bilgisayar, telefon, dosyalar, dolaplar, yazıcı ve hatta insanlar… Hepsi teker teker yok oluyordu Özgür’ün gözleri önünde.

“Neler oluyor ya?!”

Özgür’ün çaresiz bağırışına tek tepki biraz ilerideki müdürden geldi. Ayağa kalkıp Özgür’e ters ters baktı, Özgür de ona baktı bir cevap ararcasına. Ama tam o sırada müdür de yok oldu. Aynı diğerleri gibi, biri bir düğmeye basmış ve müdürü dünyadan silmişti sanki. Yaşadığı tüm bu absürdlüğün ortasında belki de Özgür’e anlamlı gelen tek şey buydu. Ama kısa süre içinde etrafındaki her şey yok olarak geride koca, kapkara bir boşluk bıraktı ve hemen ardından o kara boşluk Özgür’ü de içine çekerek yuttu. Tıpkı diğer her şey gibi, “püf” diye…

Özgür’ün bağırışları boşlukta yankısızca kayboldu; karanlık, sesi de emiyor, yok ediyordu sanki. Düştüğünü sanmıyordu Özgür; daha çok içi çekiliyormuş gibi bir his yaşıyordu. Zihni olanları algılayamıyordu, tek düşünebildiği artık bu kâbustan uyanmak istediğiydi. O uyuz müdürü görmeye bile razıydı.

Ancak tek gördüğü, birden etrafında beliriveren insan kalabalığı, kapkara gökyüzü, televizyondan masaya, koltuktan arabaya kadar bir sürü garip eşyayla kaplı zemin ve gökdelenleri andıran gemilerdi. En azından Özgür gemi olduklarını düşünüyordu; çünkü kimisi ilerleyip uzaklaşıyor, kimisi yaklaşıp yanaşıyor, kimisi de bağlı halde duruyordu. Bazısının içine yerdeki eşyalar taşınıyor, bazısının içine ise insanlar giriyordu. Mahşeri bir kalabalık vardı ve Özgür biraz daha dikkatli bakınca gerçekten de mahşeri yaşamakta olduğunu düşündü. Kendi kendine kekelemeye başlamıştı.

“Ne… Ne bu ya! N’oluyor? N’oldu bana? Neresi burası, kimsiniz siz? Herkes nereye gidiyor?! Biri bir şey söylesin be!”

Özgür çaresiz çırpınışları ve soruları karşılıksızdı. Kalabalık onunla ilgilenmiyordu; herkes bir koşuşturma içindeydi. Kalabalığın devinimi o kadar hızlıydı ki, Özgür de kendine mukayyet olamayıp onların gittiği yöne doğru sürüklenmeye başladı. Yerdeki eşyalara takılıp düşmemek için çaba sarf ediyor; ne kadar dirense ya da bağırsa da duramıyordu. Sonunda diğerleriyle birlikte o gökdeleni andıran gemilerden birine bindi ve içeri girerken kapının üstünde gördüğü “KYK” harfleriyle kâbusun daha yeni başladığını anladı.

* * *

“Mal bildirimi yapmanız gerekiyor, lütfen zorluk çıkarmayın, sırayı da bozmayın!”

“Ne malı, ne bildirimi ya? Manyak mısınız, çıldırtmayın insanı!”

Özgür karşısındaki insan görünümlü mala haddini bildirmeyi düşündü ama o sırada bir panik atak krizi geçirmekte olduğu için yapamadı. KYK denen yapının içindeydi, etrafında sıraya dizilmiş insanlar ve insan görünümlü ama Özgür’ün tüylerini diken diken eden tipler vardı. Önünde duran ve kendisini “mal bildirimi” yapması konusunda zorlayan tip de bunlardan biriydi.

“Lütfen sakin olur musunuz?”

“Nasıl sakin olayım! Burası neresi, sen kimsin, tüm bu insanlar… burada ne oluyor ya?!”

Karşısındaki insan müsveddesi gözlerini devirdi, sanki aynı şeyi defalarca duymuş gibi bıkkındı. “Hem işleri karıştır, hem de hesap sor; bu da iyi… Hakikaten bir tuhaf şu insan milleti!”

“Ne?!”

“Bakın beyefendi… Burası Karadelik Yasaları Kurumu, yani karadelik yasalarının uygulandığı ve denetlendiği yer. Biz de bu yasalar uyarınca sizin sisteme girişinizi yapmakla yükümlüyüz, bunu yapabilmek için de kimliğinizi ve mal varlığınızı belgelememiz lazım. Böylece gümrükten ne girmiş, neyle girmiş bilelim, değil mi?”

“Ne gümrüğü?”

“Karagümrük.”

“Ha?”

Özgür ‘acaba şaka mı yapıyor, bu bir kamera şakası mı?’ diye düşünerek boş boş baktı adama. Ama o gayet ciddiydi, yine aynı bıkkın ifadeyle açıkladı.

“Karadelik gümrüğü, beyefendi. Demin giriş yaptınız ya; hani kapkara, kocaman, yutan boşluk…”

“Karadelik mi?”

“Ta kendisi! Şimdi adınız ve yanınızda getirdiğiniz malların dökümü, lütfen?”

Özgür aynı boş bakışla, gözlerini kırpmadan bakıyordu karşısındaki sabrı tükenmiş, oflayan adama.

“Peki, madem zorluk çıkaracaksınız, siz bilirsiniz.”

Onun ne demek istediğini anlamayan Özgür hâlâ “kara delik” lafının sırrına vakıf olmaya çalışırken, adam yan taraftaki bölmeden büyük, sopayı andıran bir alet çıkardı. Ancak sopayı görünce canlandı Özgür.

“Durun ya, n’oluyor? Tamam, vereceğim adımı; hiç gerek yok böyle şeylere!”

Adam Özgür’e garip bir bakış attıktan sonra sopa benzeri aleti onun üzerinde dolaştırdı; tabii bu arada Özgür çırpınmış, kaçmaya çalışmıştı ama o korkulacak bir şeyin olmadığını anlayana kadar adam istediğini almıştı zaten.

“Bir bakalım…” Sopamsı aletin üzerindeki ince uzun ekranda beliren yazıları okuyan adamın sesi düşünceliydi. “Özgür Korhanlı, insan, Dünyalı, yaş 24, mal dökümü: üzerindeki giysiler hariç bir cüzdan, bir telefon, bir paket sigara, çakmak… Buna göre karadelik geçiş borcu…”

Adam makinede bir takım hesaplar yaptıktan sonra Özgür’e baktı. “10 milyar ışık yılı.”

Özgür, atlatamadığı bir yığın şokun yanında bir de 10 milyarı duyunca iyice şaşırmıştı. “10 milyar ne?!”

“Işık yılı, Özgür Bey… Sisteme girişiniz yapıldı, şimdi lütfen şu taraftan…”

Neler olduğunu anlamamıştı Özgür ve anlayana kadar da gitmeye niyeti yoktu. Ancak insan müsveddesi onu eliyle yönlendirerek ittiriyordu. Bunu yaparken Özgür’e hiç dokunmamış olması ayrı bir dehşet konusuydu. Korkmuştu Özgür ama bir yandan da kızıyordu. İri iri açılmış gözleri, kekeleyen ama anlamlı bir laf edemeyen dili ve isteği dışında, adamın gösterdiği yöne doğru hareket eden bedeniyle mücadele ederken kendini birden başka bir binanın, daha doğrusu gökdelen-geminin önünde buldu. Kapının önünde kocaman harflerle “YÖK” yazması çok ama çok kötü bir tesadüftü. Ama Özgür tesadüflere inanmazdı.

“Sıçtığımın karadeliği, ne oluyor lan burada?!”

O sinirle mücadeleyi bırakıp kendi isteğiyle girdi binaya. Öncekine göre kalabalık daha azdı. Korkusunu perdeleyen öfkesine sığınıp kararlı adımlarla ilerledi vezneye benzer bölmeye doğru. Camekâna yaklaştığında içeride kimsenin olmadığını gördü ama onu gören camekân konuşmaya başlamıştı.

“Hoş geldiniz. Özgür. Korhanlı. İnsan. Dünyalı.”

“Ha? Ne?”

Mekanik ses ona aldırmadan devam etti. “Karadelik Yasaları Kurumu tarafından belgelenen geçiş borcu miktarı. 10 milyar ışık yılı.”

“Ne borcu, ne ışık yılı a. k.! Delirtmeyin insanı, biri bir açıklama yapsın! Hop! Orada kimse yok mu?!”

Cevap yerine mekanik bip bip sesleri geldi camlı bölmeden ve az sonra da bir kâğıt parçası çıktı camın altından. Özgür merakla alıp baktı kâğıda, üzerinde büyük harflerle “Yıldızlararası Öteleme Kanunu” yazıyordu. Altında ise tablo halinde rakamlar ve harfler bulunuyordu; tabii Özgür hiçbirinden bir şey anlamamıştı. Sadece en altta yazan, “Sınav 11.25.89301 no.lu kabinde 235.10 no.lu dilimde yapılacaktır,” cümlesini görmüş ve yine sinirleri tepesine çıkmıştı.

“Bu nedir ya? Adam gibi açıklama yapsanıza lan! Ne bu? Ne oluyor, neredeyim ben?!”

Özgür bağırarak camekâna vurdu, karşısına bir muhatap çıkmasını umarak. Etrafındaki insanlar ve insanımsılar ona tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı ama Özgür’ün umurunda değildi. Hemen şimdi bir cevap istiyordu.

“Size de, sınavınıza da, borcunuza da…!”

Elindeki kâğıdı buruşturup yırtmak üzere harekete geçmişti ki, ince bir ses duydu. “Bunu yapmak istemezsin bence…”

Özgür öfkeyle dönüp sesin sahibine baktı, sağlam bir küfür hazırlamıştı. Ancak kızı görünce küfrü de, öfkesini de unuttu.

“Ha?”

“O belge lazım olacak, yırtma. İnan bana.”

Sesi gibi kendi de çıtı pıtı bir kızdı ve en önemlisi normal bir insandı. Gözlerinde anlayışlı bir ifade, yüzünde sevimli bir tebessüm vardı. Yardım etmek ister gibi yaklaştı Özgür’e.

“Başta kızıyor, korkuyor insan ama sonra alışıyorsun. Hiç kimse memnun değil tabii ama ne yapacaksın, kurallar böyle…”

Özgür bu lanet yere geldiğinden beri ilk kez kendisine anlamlı gelen laflar duyuyordu; bu nedenle lafları eden kıza can simidi gibi sarıldı. Daha doğrusu sarılmak istedi ama tuttu kendini.

“Şey, pardon ya… Benim biraz sinirim bozuldu da… Burada neler oluyor Allah aşkına?”

Kız, Özgür’ün arkasında birikmeye başlayan sırayı görünce onu kenara çekti. Bekleme koltuklarının olduğu köşeye gidip boştaki iki yere oturdular. Kız hemen açıklamaya girişti.

“Burası Yıldızlararası Öteleme Kanunu binası… Ya da gemisi, her neyse…”

Özgür, kızın da aynı ikileme düşmüş olmasına sevinmişti; demek ki yalnız değildi. Can kulağıyla dinledi onu.

“Karadelik Yasaları Kurumu’nun hesapladığı borçları nasıl tahsil edeceklerine karar veriyorlar burada, bir tür sınav yapıyorlar. Sonucuna göre de gönderiliyorsun.”

“Nereye? Ve neden? Kusura bakma ama bu anlattıkların çok da açıklayıcı değil. Karadelik maradelik sabahtan beri bir sürü tuhaflık yaşadım kâbus gibi! Neler oldu böyle? En son ofiste, masamın başındaydım; sonra birden her şey yok olmaya başladı, şimdi de buradayım!”

Kızın yüzünde bir aydınlanma oldu, “Ha sen onu da bilmiyorsun!”

“Neyi bilmiyorum?!”

Özgür tekrar çıldıracak gibi oldu; anlaşılan bu aptal yerde olup bitenleri bir kendisi bilmiyordu. Kız ise açıklarken bir yandan da gülüyordu. “Ay kusura bakma ya… Biz de sabahtan beri buradayız, insanın sinirleri bozuluyor hakikaten. Bir de olanları düşününce!”

“Olanlar? Biz?”

“Benim adım Ceren, bu da abim Cemal.” Dönerek yanında oturan genç adamı gösterdi Ceren. Kız kardeşinin aksine biraz daha soğuk birine benziyordu Cemal. Ya da sadece bıkkındı; bir elini kaldırarak bakmadan selamladı Özgür’ü. Özgür de kafa sallamakla yetindi ve hemen Ceren’e döndü.

“Neler olduğunu en baştan anlatsana sen.”

“Tamam ama sakin ol. Panik yapılacak bir şey yok. Yani henüz…”

Özgür onun gevelemeyi kesip bir an önce lafa girmesi için ısrarla bakınca Ceren bir çırpıda çıkarıverdi ağzından lafı. “Bizi bir kara delik yuttu!”

“Ha?”

“Kara delik, ya hani böyle yıldız gibi de değil, böyle uzayda cisimleri içine çeker falan…”

“Kara deliğin ne olduğunu biliyorum! Bizi yuttu ne demek onu açıkla!”

Ceren, Özgür’ün çaresiz gözlerine aynı çaresizlikle baktı. “E yuttu işte, içine çekti hüp diye…”

“Hüp diye mi?!”

Yeni bir panik atak dalgasının yaklaştığını hisseden Özgür’ün dikkatini dağıtan tek şey Cemal’in derinden gelen gür sesi oldu. “Cern yüzünden…”

“Ceren mi?” Dönüp Ceren’e baktı yine Özgür bir cevap ararcasına. Ceren hemen açıkladı. “Ay yok, ben değil canım, CERN’den bahsediyor abim. Hani parçacık deneyi yaptılar ya Cenevre’de, o. Galiba o deney yüzünden olmuş. Kara delik oluşmuş, dünyayı içine çekmiş falan filan…”

Donakalan Özgür’ün ağzından belli belirsiz bir fısıltı çıktı, “Bir sigaraya ihtiyacım var…”

O, titreyen elleriyle cebinden paketiyle çakmağını çıkarırken Ceren konuşmaya devam ediyordu. “Sonuç olarak, kara delik dünyayı yuttu ve biz de buraya geldik. Hepimiz, herkes… Sahi senin adın neydi?”

Ceren’in sorusuna bir süre cevap veremedi Özgür. Sigarasından derin, kara delik kadar derin bir nefes çekti. Kızın söylediklerini düşünüyordu; CERN deneyi, okuduğu haberler, kara delikler, fazladan boyutlar, dünya, evi, ailesi, arkadaşları, işi, kendisi… Hepsi kara delik tarafından yutulmuş, her şey yok olmuştu yani, öyle mi? Bu durumda o ne oluyordu? Yaşıyor muydu, ölü müydü, kayıp mıydı, rüyada mıydı? Nerede ve kimdi o? Neydi?

Hiç de öyle hissetmeyerek cevapladı. “Özgür… Adım Özgür.”

* * *

“…mal Gürsoy. Cemal Gürsoy. 11.25.89298 no.lu kabinde 235.07 no.lu dilimde bekleniyorsunuz.”

Anonsun ancak bir kısmını duyabilmişti Özgür. O sırada Cemal çoktan kardeşiyle vedalaşıp sınava girmek üzere yanlarından ayrılmıştı. Ceren’in sesi Özgür’ü kendine getirdi.

“Umarım iyi geçer sınavı da bizi ayırmazlar. Annemle babamı bulamadık zaten, abim de giderse ne yaparım tek başıma?”

Özgür rüyadan uyanır gibi baktı ona, sigarasının biriken külü yere düşmüştü. “Sahi herkes nerede? Yani ailelerimiz, arkadaşlarımız? Hepsi burada mı?”

“Burada ya da belki başka binada… ya da gemide, her neyse işte.”

“Ve kimse bir şey demiyor mu? Dünyayı kara delik yutmuş ama bakıyorum da herkes gayet sakin!”

“Sakin olur musun lütfen.”

Özgür sigarayı öfkeyle yere attı. “Ben de onu diyorum! Sakin falan olamam, sen de olma, kimse olmasın!”

“Anlaşılan Karadelik Yasaları’ndan haberin yok…” Ceren sabır ve anlayışla baktı Özgür’e ve açıkladı. “Bak Özgür, burada bazı kurallar var ve istesen de, istemesen de onlara uyman gerekiyor.”

“Nedenmiş?”

“Neden olmasın? Daha iyi bir fikrin mi var? Etrafa saldırıp bağırınca çözülecek mi her şey? İnan bana, abim denedi ama en sonunda o da pes etti. Sonuç olarak karadeliğin içindeyiz artık, yapacak bir şey yok. Hem o kadar da kötü değil, yani parçalanıp atomlarımıza ayrılmadık, şükür. Tamam, biraz can sıkıcı bir yer; kurallar, sınavlar, bürokrasi falan… Douglas Adams kitabı gibi hehe…”

Ceren kaptırmıştı kendini; ilk defa o zaman fark etti Özgür kızın ne kadar çok konuştuğunu. Ancak o gülmüyordu Ceren gibi ve bahsettiği heriften de haberi yoktu. Sadece buradan bir an önce gitmek istiyordu, hayatını geri istiyordu.

“Tamam peki, sonra ne olacak? Sınav yapıp bizi dünyaya geri mi gönderecekler?”

“Dünya? Artık öyle bir yer yok ki…”

“Nasıl ya?”

“Ayol karadelik yuttu dedik, hiç mi dinlemiyorsun?”

“İyi de ne olacak şimdi?”

“Bilmem. Ama söylediklerine göre hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış. Artık iyi mi, kötü mü bilemem ama çok da ümitli değilim açıkçası.” Özgür’e doğru yaklaşıp sesini kıstı Ceren. “Bundan bizim sorumlu olduğumuzu düşünüyorlar, anlarsın ya. Hani şu CERN deneyi falan. Durup dururken karadelik yaratmışız, boyutları karıştırmışız vesaire. O yüzden biraz tepkililer, fark ettiysen.”

“Kim tepkili?”

“Onlar işte, KYK, YÖK ve diğerleri.”

“Ha bir de diğerleri var, harika…”

O sırada ikinci bir anons oldu, Özgür’ün bir kaç koltuk ötesindeki kadın kalkıp gitti. Özgür’ün kafası ise hâlâ karışıktı.

“Ne peki şimdi bunlar? Uzaylı falan mı? Niye bizi burada tutuyorlar, niye sınav yapıyorlar? Üstümüzde deney mi yapacaklar? Bir de borç tutturmuşlar, yok 10 milyar yok ışık yılı bilmem ne! Kim oluyor be onlar?!”

Sorularıyla Ceren’i bunalttığını görünce sustu, kız ise onun kadar şaşkındı. “Sence biliyor gibi mi görünüyorum?”

“Afedersin… Ben sadece…”

“Biliyorum… Ama yapabileceğimiz bir şey yok işte, görüyorsun. Ne isterlerse yapacağız mecburen. Bu arada, sana 10 milyar mı dediler?”

“Ha?”

“Borcun canım, 10 milyar ışık yılı mı?”

“Evet. Sana kaç dediler?”

Kız omuz silkti, “4 buçukmuş. Ama ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum, onu söylemediler.”

“Zaten neyi söylüyorlar ki?!”

Özgür ikinci sigara için paketine uzandı ama demin yere attığının son sigarası olduğunu fark ederek fısıltı halinde bir küfür savurdu. Çaktırmamak için de Ceren’e dönüp sordu. “Demin Karadelik Yasaları dedin, nedir sen biliyor musun?”

“Hı-hı. KYK’dan çıkarken broşür almıştım, bak.”

Kız cebinden çıkardığı kâğıdı Özgür’e uzattı. Ön sayfasında kocaman harflerle “Karadeliğe Giriş. KYK’dan YÖK ve tüm diğer düzenlemeler üzerine kısa bir bakış.” yazıyordu. Sayfayı çevirip devamını okudu Özgür.

“Karadeliğe hoş geldiniz! KYK gereken düzenlemeleri yapmış olup, uygulanması için de gerekli tedbirleri almıştır. Güvenliğiniz için lütfen sakin olun ve talimatları harfiyen yerine getirin. İşte YÖK sınavına kadar bilmeniz gerekenler;

1. Bu bir tatbikat değildir, gerçekten karadeliğin içindesiniz. Lütfen çıkmak için uğraşıp zaman kaybetmeyin. Karadelikten çıkış yoktur.

2. Teknik olarak ölü değilsiniz; o nedenle ahirete ilişkin sorularınızı lütfen kendinize saklayın. Bununla birlikte, karadeliğin içindeyken intihara ya da cinayete teşebbüs etmeniz asla tavsiye edilmemektedir.

3. Karadeliğin içine çekilen herkes artık karadelik sakini sayılmakta olup, sahip oldukları tüm mal varlıkları ve borçlar KYK’nın düzenlemesine tabidir. Karadeliğin içine çekilen tüm sahipsiz mallar, karadeliğe girdikleri andan itibaren KYK’ya aittir.

4. Girişte gümrüğe kimlik ve mal bildirimi yapılması zorunludur. Zorluk çıkarmamanız ve sıralarda kargaşa yaratmamanız rica olunur.

5. Önceki yaşamınıza ilişkin tüm talep ve istekleriniz karadeliğe girdiğiniz an geçerliliğini yitirmiştir; buna aile bireyleri, dostluk bağları ve makam mevki sahipliği de dâhildir. Tüm soru ve sorunlarınız KYK tarafından çözümlenecektir. Sabrınız için teşekkür ederiz.”

Özgür okumayı bitirdikten sonra elindeki kâğıda bakakaldı bir süre. Her şey o kadar tuhaf ve absürddü ki, sormaya nereden başlayacağını bilemiyordu. Gerçi hepsi için, “KYK tarafından çözümlenecektir,” diyordu broşürde ama şu ana kadar tek bir mantıklı açıklama duymamıştı. Gülmeye başladı.

“N’oldu, komik olan ne?”

Ceren’e dönüp cevapladı Özgür, hâlâ gülüyordu. “Broşür… Türkçe! Hepsi Türkçe! KYK, YÖK, Kara delik, her şey Türkçe! Yani sence de tuhaf değil mi uzaylıların ya da her neyseler hepsinin Türkçe konuşması?!”

Ceren ona biraz acıyarak, biraz da bıkkınlıkla baktı. İç çekerek elindeki broşürü alıp etrafına bakındı. Biraz ötesinde duran zenci adama uzanarak broşürü adamın eline tutuşturdu ve sonra Özgür’ü çekiştirip adamın elindeki broşüre bakmasını sağladı. Demin okuduğu broşüre tekrar bakan Özgür, bu sefer kâğıtta yazanları okuyamadı. Yazılar artık Türkçe değil, başka bir dildeydi. Kâğıdı tutan adam broşürü görünce önce şaşırmış, sonra da ilgiyle okumaya başlamıştı.

Özgür şaşkındı. “Ne oldu şimdi?”

“Broşür, tutan kişinin konuştuğu dile çevriliyor. Aynı şekilde danışman görevliler ve makineler de öyle, kimle muhataplarsa onun dilinden konuşuyorlar.”

İkisi de koltuklarına dönerken Ceren söyleniyordu, “Douglas Adams kitabı gibi diye söyledik sana o kadar… Bir otostopçumuzla galaksi rehberimiz eksik!”

Bu sırada tekrar bir anons yapıldı ve Ceren’in ismi yankılandı. Tam oturmuşken tekrar kalktı kız. “Hah, benim sıram geldi. İnşallah kolay sorarlar ya, of stres oldum bak şimdi!”

“Ne soracaklar ki?”

“Ne bileyim ben? Neyse hadi, gidiyorum ben. Hoşça kal, hepimize iyi şanslar!”

“Ama…” Özgür’ü dinlemeden aceleyle dönüp gitti Ceren. Ancak kızın yokluğunda anladı Özgür, tek yoldaşının da onu bırakıp gittiğini. Belki de aklını kaçırmasına engel olan tek kişiydi Ceren ve o da yoktu artık. Bu tuhaf kalabalığın içinde yapayalnız kalmıştı yine. ‘Keşke kıza daha iyi davransaydım, mallık yaptım ya!’ diye geçirdi içinden. Stresle sigara arandı cebinde ama onun da olmadığını hatırlayınca ofladı. Ne yapacağını bilemez halde ayağa kalktı, dolandı. Çok geçmeden yapılan yeni bir anonsta kendi adını duyunca hem heyecanlandı, hem de rahatladı. Artık öğrenecekti YÖK’ün ne olduğunu.

Cebinden sınav bilgilerinin olduğu kâğıdı çıkarıp yürümeye başladı. 11.25.89301 no.lu kabinle 235.10 no.lu dilimi arıyordu ve bu arayış ona karadelikten önceki hayatında eski YÖK ile yaşadıklarını hatırlatıyordu acı bir biçimde. Bir yandan KYK’dan çıkan 10 milyar ışık yılı borç, bir yandan YÖK sınavı derken, “Hay ben böyle talihin içine…” diye söylene söylene buldu 11.25.89301 no.lu kabini.

O yaklaşınca kabinin kapısı açıldı ve Özgür çekingen adımlarla içeri girdi. Kabinin içi asansöre benzeyen bölmelerle doluydu ve kendisi gibi sıradan gelen herkes bir görevli tarafından numaralandırılmış olan o asansör bölmelerine bindiriliyordu. Özgür aşağı baktı, yukarı baktı ama asansör bölmelerinin nerede başlayıp nerede bittiğini göremedi. Bu şaşkınlık anında göremediği bir başka şey de bir görevlinin yanına geldiğiydi.

“Hoş geldiniz, sınav belgeniz lütfen?”

Özgür boş bakışlarını adama çevirirken, o Özgür’ün elindeki kâğıdı aldı ve kontrol etti. “11.25.89301 no.lu kabin… 235.10 no.lu dilim… Tamam, buyurun içeri.”

Daha ağzını açamadan “dilim” denen asansörün içinde buldu kendini Özgür, adam da onunla girmişti içeri ve Özgür onun gerçek bir adam olduğundan şüphe duymaya başlamıştı. Normal insanların elbiselerini üzerlerine monte ettiklerini hiç sanmıyordu.

“Uzanın lütfen.”

“Ha?”

Özgür gözlerini adamın “vida”larına dikmişken, o dönüp asansörün içindeki yatay makineyi gösterdi. “Buyurun, yatın şöyle.”

“Niye?”

“Sınav için, niye olacak?”

Özgür bir tuhaf görünümlü, tuhaf tavırlı adama, bir de tuhaf makineye baktı. “Ne alaka ya? Sınav olacaksam niye yatıyorum? Nasıl bir sınav bu?”

Adam ona aldırmadan makineyi hazırladı. “İki aşamalı bir sınav, önce beyninizi ve bedeninizi test etmemiz gerekiyor. Lütfen uzanın şimdi…”

“İyi de…”

“Hadi ama daha sırada çok kişi var, oyalanmayın.”

Adam Özgür’ü zorla yatırarak üstüne de makinenin kapağını kapattı. Hastanelerdeki MR makinelerine benzeyen aleti çalıştırıp açıklama yaptı Özgür’ü yatıştırmak istercesine. “Merak etmeyin, tamamıyla zararsızdır. Sadece beyin ve vücut kapasitenizi ölçeceğiz.”

“Ama sınav?”

“Sınav bu işte.”

Alet sessizce ve ışık yayarak Özgür’ün önce vücudunu, sonra da kafasını taradı. İşlem biterken bip bip sesleri çıkardı ve kapak kendiliğinden kalktı. Özgür doğrulduğunda adam yan taraftan çıkan kâğıtları topluyor, Özgür’ün sınav sonucu olduğunu tahmin ettiği şeyleri okuyordu.

“Nasıl? Ne yazıyor?”

Adam kâğıtları Özgür’e göstermeden kenara koydu ve gülümsedi, “Güzel. Şimdi şu tarafa geçin lütfen.”

Özgür adamın gösterdiği köşeye geçti, camlı bir bölme vardı ve camın içinde de ufak, kamera objektifine benzeyen bir makine görünüyordu. “Bu ne?”

“Sınavın ikinci bölümü, ruh dedektörü. Akıl, beden ve ruh; bunları ölçmeden sınav yapılır mı?”

“Ben bu işten hiçbir şey anlamadım.”

“Biliyorum, sınav notunuzda yazıyor. Şimdi lütfen makinenin içine, odak noktasına bakın ve gözünüzü kırpmayın.”

Özgür şaşkın şaşkın adamın dediğini yaptı; camın karşısına geçip objektife baktı. Adam yan taraftaki düğmeye basarken gülümsedi. “Gülümseyin, kuş çıkacak!”

Adamın sözleri, Özgür’ü gözünün içinde patlayan flaştan daha fazla şaşırtmıştı ama gözlerini kırpıştırmaktan konuşamadı.

“Tamam işte, bu kadar. Geçmiş olsun. Buyurun sonuçlarınız, bunları alıp Transfer Sistemleri Karargâhı’na gideceksiniz. Orada ne yapmanız gerektiğini söylerler.”

Özgür gözlerini ovuşturmayı bırakıp adama baktı, “Nereye gideceğim?”

“Transfer Sistemleri Karargâhı. Buradan çıktığınızda kapının tam karşısında görürsünüz, üzerinde yazıyor zaten TSK diye…”

“Ne diye, ne diye?!”

Özgür karşılaştığı bu üçüncü tuhaf benzerlikle iyice kendini kaybederken, adam sınav kâğıtlarını eline tutuşturup onu dışarı postaladı. Özgür kapının önünde kalakalmıştı; beyninde KYK ve YÖK’ten sonra bir de TSK harfleri yankılanıyordu. Arkasına döndüğündeyse yapının kendisiyle karşılaştı ve artık bu kâbusun bir an önce bitmesini umarak tedirgin adımlarını oraya yönlendirdi.

* * *

M. A. L.

Kapının yanındaki yazıyı okuduktan sonra kendi kendine söylendi Özgür, “Şaka herhalde ya yuh! Eşek şakası!”

Üzerinde kocaman harflerle TSK yazan yapıya girdiğinde onu geniş koridorlardan ve hızlı asansörlerden geçirip buraya getirmişlerdi. Elindeki sınav sonuçlarına göre olması gereken yer burasıydı yani; üzerinde “MAL” yazan bir kapı. Eski hayatından çok da farklı olmayan bir sonuca ulaşmak Özgür’ü kızdırdığı kadar, yaşadığı tüm bu tuhaf rastlantılar onu çıldırma noktasına getirmişti. Küfretmeye hazırlanıyordu ki, bir ses duydu.

“Şaka değil, beyefendi. Maddelerarası Aktarım Lejyonu. Lütfen içeri gelin.”

Kapının ne zaman açıldığını, konuşan adamın ne zaman karşısına dikildiğini anlayamamıştı Özgür; bu nedenle sesi duyunca hafiften irkildi. “Şey, pardon, ben…”

“Buyurun buyurun, çekinmeyin.”

Buyurdu Özgür, ama çekinerek. Adam bir masanın arkasına geçerek oturdu, Özgür’ü de karşısındaki sandalyeye davet etti. “Geçin oturun şöyle, belgelerinizi alayım.”

Sınav sonuçlarını adama verip yavaşça sandalyeye ilişti Özgür. Bakışlarını adamdan ayıramıyordu; onun diğerlerinden daha normal, daha insansı göründüğünü düşünüyordu. Bir an gerçekten insan mı değil mi diye merak etti.

“Evet, maalesef…”

Kâğıtları incelerken birden konuşmaya başlayan adama baktı Özgür, “Efendim?”

“Evet diyorum, insanım. Gerçi şu koskoca evrende olunabilecek milyon tane şey var ve en az altı yüz tanesi insan olmaktan daha iyi ama yapılacak bir şey yok maalesef, olmuş bir kere.”

“Ha?”

Özgür aptallaşmış bir halde bakışlarını adama dikmişti, o ise Özgür’e bakarken bakışları yumuşadı, anlayışla gülümsedi. “Endişelenmeyin, Özgür Bey. Bu bir şaka değil, kâbus değil, öteki dünya hiç değil… Yani sandığınız anlamda değil.”

Zavallı Özgür’ün iyice şaşakaldığını gören adam ciddileşerek açıkladı. “Telepati var bende. O yüzden aklınızdan geçenleri okuyabiliyorum, endişelenecek bir şey değil.”

“Ama…”

“Nasıl olur demeyin; her insanın belli yetenekleri vardır, sadece açığa çıkarılmamış olabilir. Üzerine gidilirse kim bilir sizde ne yetenekler çıkar, normal şeyler bunlar.”

“Siz…”

“Zihin okumanın haricinde gayet normal bir insanım, merak etmeyin. Ve sizi de çok iyi anlıyorum.”

“Ben…”

“Çıldırmanın eşiğinde olduğunuzu ve hatta çoktan delirdiğinizi düşünüyorsunuz, sakın ha. Akli dengeniz gayet yerinde, hatta buradaki sonuçlara göre ruh ve beden sağlığınız da öyle. Kendinizden endişeniz olmasın.”

“Siz…”

“Biz sizinle dalga geçmiyoruz, Özgür Bey. Aksine, çok ciddiyiz, bu bizim işimiz.”

Kafası karışan Özgür tam ağzını açmıştı ki, adam yine onun sözünü keserek cevapladı.

“İşiniz ne derseniz, şöyle açıklayabilirim. Şu an bir kara delikteyiz ve bizler de kara deliğin yönetiminden sorumluyuz. Siz kimsiniz diye sorucaksınız, hemen cevaplayayım; biz KYK, YÖK ve TSK olarak üç ana yönetim bölümünü oluşturuyoruz. Karadelik Yasaları Kurumu, adı üstünde karadelik içindeki yasaları koymak ve uygulamakla yükümlüdür, denetimleri yapar. Yıldızlararası Öteleme Kanunu, aslında bir kanun maddesi olmakla birlikte, kara deliğin işleyişindeki ana prensip olması sebebiyle kendine ait bir büroyu temsil eder. Yıldızlararası Öteleme’den kasıt, kara deliğe giriş yapan tüm gök cisimlerinin ve bu cisimlerle beraber giriş yapan diğer cisimlerin de uzaydaki yeni yerlerini belirlemek, boyutlararası geçişleri hesaplamak ve yeni düzenlemeye göre her cismin hangi boyuta, ne şekilde yerleştirileceğini bulmaktır. Bunun için de iki aşamalı bir sınav yapılır, demin size uygulandığı gibi. Bu sınavın sonuçları Transfer Sistemleri Karargâhı’na gönderilerek transfer kararları uygulamaya konur. Bir çeşit yasama ve yürütme, sizin anlayacağınız.”

Anlıyordu gerçekten de Özgür; adamın tane tane ve tam da onun anlayacağı gibi yaptığı açıklama ona tuhaf bir biçimde mantıklı gelmişti. Tabii hâlâ birçok soru vardı kafasında ama sormak yerine aklında geçirdi bu sefer sadece. Karşısındaki adam bunu fark edip güldü.

“Bravo Özgür Bey, çabuk adapte oluyorsunuz. Sınav sonuçlarınız bizi yanıltmamış… Sorunuza gelince; burası, yani Maddelerarası Aktarım Lejyonu da bu yasama ve yürütme sisteminin yargı ayağı bir nevi. TSK uygulamalarının düzgün işleyip işlemediğini kontrol ederek, boyutlararası geçişte ve maddelerarası aktarımlarda yaşanan sorunların tespiti ve düzeltilmesiyle uğraşıyoruz.”

Konuya kendini kaptıran Özgür dayanamayıp konuştu, “Boyutlararası derken?”

“Evet, boyutlararası ama biz maddelerarası demeyi tercih ediyoruz daha kapsayıcı bir ifade olduğu için. Sanırım siz bu konuda pek bilgi sahibi değilsiniz, mühim değil; artık burada çalışacağınıza göre size anlatabilirim. Çoğunu görev başındayken kendiniz öğreneceksiniz nasılsa…”

Özgür’ün aklında beliren “görev” kelimesini ve bu kelimeye bağlı soru işaretlerini o anlık görmezden geldi adam ve devam etti.

“Kara delikler, basit bir ifadeyle, yakınındaki cisimlerin kendi çekim alanından kaçıp kurtulmasına izin vermeyecek kadar büyük bir kütlenin yoğunlaştığı uzay bölgeleridir. Sizin şu dahi(!) bilim adamlarınız CERN deneyini hayata geçirince bu bölgelerden birini yarattılar ve bunun sonucu olarak tüm dünya kendi kara deliğinin içine çekildi, yani şu anda bulunduğumuz yere. Ama şansınız var ki, yalnız değilsiniz. Evrende birçok karadelik var ve hepsi de birbirine, dolayısıyla da buraya, yani KYK’ya bağlı. Belki duymuşsunuzdur kurt deliği ya da solucan deliği tanımını, işte kara delikler birbirine bu kurt delikleriyle bağlılar, boyutlararası geçişi sağlıyorlar ve KYK da bu geçişleri düzenliyor. Yine boyutlararası dedim; çünkü her kara delik paralel bir evrene, yani boyuta açılıyor. Bu nedenle biz de boyutlararası geçişten sorumluyuz ama dediğim gibi, maddelerarası geçiş daha uygun bir tanım; çünkü sadece boyutların değil, başka cisimlerin geçişini ve birbiriyle yer değiştirmesini de kapsıyor. Anlayacağınız, biz her türlü aktarım ve transferden sorumlu bir kurumuz, daha doğrusu lejyonuz.”

Tüm bu bilgileri tek seferde sindirmeye çalışan Özgür’ün boş bakışı adamı daha fazla açıklama yapmaya teşvik etti. “Lejyon dediysem, öyle askeri bir şey sanmayın tabii. Ancak son zamanlarda yaşanan bazı can sıkıcı olaylar bizi daha sert önlemler almaya itti diyebiliriz. Eh, biraz da imaj çalışması elbette, ne kadar sert görünürsek o kadar caydırıcı olur, değil mi?”

Adamın gülümseyen suratına aynı boş ifadeyle baktı Özgür. Anlamaya çalışıyordu ve anlıyordu da ama anlamak istediğinden emin değildi. Kara delikler, TSK’lar, lejyonlar onun için biraz fazla oluyordu artık.

“Fazla değil, emin olun, az bile. Yani şimdi burada kalkıp size Einstein’dan, Thorne’dan, efendime söyleyeyim, genel görelilik kuramından falan da bahsederdim daha açıklayıcı olsun diye ama sıkılacaksınız, biliyorum. Sınav sonuçlarınızda yazıyor.”

Özgür kendini toparlayıp derin bir nefes aldı ve adam lafını kesmeden önce bir çırpıda sordu. “Tamam da, tüm bunlarla benim alakam ne, benden ne istiyorsunuz?”

“Hah işte, can alıcı nokta da bu, Özgür Bey. Siz bir M.A.L.A.K.’sınız.”

“Neyim, neyim?!”

“M.A.L.A.K. Yani Maddelerarası Aktarım Lejyonu Arıza Kontrolörü. KYK’da tespit edilen borcunuz ve YÖK sınavında gösterdiğiniz performans değerlendirilerek bu göreve atanmanız uygun görüldü. Böylece hem potansiyelinizi açığa çıkarabilecek, hem de bize olan borcunuzu ödemiş olacaksınız. Eh, 10 milyar ışık yılı da az değil hani, öde öde bitmez he he!”

Özgür biraz öfke, biraz da şaşkınlıkla açtı ağzını yumdu gözünü ama sadece bununla kaldı. Adam ondan önce konuştu. “Merak etmeyin, göreviniz çok da zor değil. Demin bahsettiğim bu geçişlerde ortaya çıkan arızaların tespitinde ve düzeltilmesinde çalışacaksınız.”

Özgür ağzını açtı ama yine adam konuştu. “Artık bir M.A.L. çalışanısınız ve süpervizörünüz olarak doğrudan bana bağlısınız.”

Özgür tekrar ağzını açtı ve adam konuştu onun yerine. “Ben de M.A.L.İ.K. oluyorum bu durumda, yani Maddelerarası Aktarım Lejyonu İdari Kumandanı. Kabul, biraz iddialı bir tanım ama eh, olsun o kadar da… He he he!”

Adam kendi kendine kıkırdarken Özgür şu anda bir sigaraya ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Sigarasının kalmadığını hatırlamaksa onun daha fazla kızmasına neden oluyordu. Kendi düşüncelerine dalan adam bunu fark etmemişti; belki de önüne gelen sınav sonuç belgelerini yeterince dikkatli okumamıştı. Eğer dikkat etseydi, Özgür’ün ne kadar sinirli bir insan olduğunu bilecek ve o, yumruğunu masaya vurup ayağa kalktığında bu kadar ürkmeyecekti.

“Yeter lan! Malınıza da, borcunuza da başlayacağım şimdi! Şamar oğlanına çevirdiniz insanı; yok kara deliği, yok bilmem nesi, sıçarım böyle işin içine arkadaş! Bırakın beni, evime hayatıma dönmek istiyorum ben!”

“Özgür Bey, lütfen, rica ediyorum…”

“Edemezsin!”

“Sakin olun!”

Bu sefer Özgür böldü adamın lafını ve konuşmasına fırsat vermedi. “Olmuyorum, ne yapacaksın?! ‘Malak’ gözünü açtı artık kardeşim; yok öyle KYK’ya git, YÖK’ten çık TSK’ya gir, MAL’a bağla! Arıza mı istiyorsun, arızanın kralını çıkarırım şimdi sana! Dalga mı geçiyorsunuz be!”

“Ama konuştuk bunları, lütfen…”

“Yok ‘lütfen’, istemiyorum hiçbir şeyinizi! Evime gönderin beni, geri döneceğim ben!”

Onu sakinleştiremeyeceğini anlayan adam derin bir iç çekti hayal kırıklığıyla. Sonra masasındaki bir çekmeceyi açtı ve içinden bir kumanda aleti çıkarıp ortasındaki kırmızı düğmeye bastı. Özgür esip gürlemekten ne olduğunu anlamamıştı ama adam çaresizlikle başını sallarken birden etraf kararmaya, her şey dönmeye başladı.

“N’oluyor? Ne yaptın sen!”

Adam ona cevap vermeye kalkışmadı, hatta zihnini okumakla bile uğraşmadı. Buna gerek kalmamıştı; Özgür aniden ortadan kaybolmuş, “püf” diye yok olmuştu.

* * *

Malt grubunun “Arıza” şarkısı çalıyordu evin içinde bangır bangır. Özgür sıçrayarak uyandı. Koltuğun tepesinde uyuyakalmıştı yine ve dün gece sevgilisinden ayrılan Mehmet bağırarak şarkıya eşlik ediyordu. Önce üstünü başını kontrol edip hâlâ yaşadığına ve evinde olduğuna emin oldu Özgür. Sonra da koşup mutfağa giderek, kahvaltı hazırlayan arkadaşına baktı.

“Mehmet?!”

“Günaydın. Ben de seni uyandıracaktım şimdi. Omlet yapıyorum, işe gitmeden ye bir iki lokma. Ayrılığımın şerefine!”

“Kara delik?!”

“Evet, karı deli! Tutturmuş istemeye gelin, söz takalım diye, manyak mıdır nedir?!”

Kafayı ayrılıkla bozmuş, söylenip duran Mehmet’e boş boş baktı Özgür. Tüm o gördüklerinin rüya olduğunu anlaması için birkaç saniye daha geçti ama anladığında derin bir oh çekti.

“Lost finaline benzedi a.k. …”

“Ne?”

“Ha? Yok… Yok bir şey… Sen devam et.” Gevelemeyi keserek bir sigara yaktı. Kara deliği de, kara kâbusu da aklından çıkarmaya kararlıydı; sevgilisinden şikâyet etmeyi sürdüren Mehmet’e verdi dikkatini. İki arkadaş ayrılık sonrası muhabbetine dalarken kahvaltılarını ettiler ve sonra da hazırlanıp işlerine gittiler.

Özgür yol boyunca gördüğü rüyanın etkisinden çıkmaya çalıştı. Hatta sırf bu yüzden servisteki geyik muhabbetlerine katıldı. İş yerine geldiklerindeyse hemen ofise çıkarak masasına oturdu. Ne kahve aldı, ne de kimseyle konuştu. Ama her zamanki gibi müdür onu rahat bırakmayacaktı.

“Ooo Özgür Bey, erkencisiniz, bu şerefi neye borçluyuz?!”

Özgür bu anı daha önce yaşamış olmanın tedirginliğiyle nefesini tutup cevap verdi, “Günaydın, müdür bey.”

“Aydın mı, karanlık mı bilemem artık. Yine bir karış sakalla gelmişsiniz işe, bu kaçıncı uyarım? Burası lise değil Özgür Bey, koskoca holding! Yan gelip yatma yeri de değil, iş yeri! Bir yığın dosyanız birikmiş içeride, bunları öğlene kadar sisteme girmeniz lazım!”

Bu konuşma o kadar tanıdıktı ki, bir an kendini yine o karanlık kâbusun içinde sandı Özgür. Ama değildi; müdür tepesine dikilmiş, her zamanki uyuzluğunu yapıyordu. Önce o kâbustan uyandığı için rahatladı; fakat hayatındaki gerçek kâbusla tekrar yüzleştiği için üzüldü. Rüya belki de bilinçaltının bir yansımasıydı; gerçekte de bir “mal” için çalışıyor ve tıpkı bir “malak” gibi hissediyordu.

Müdür başından gidince iç çekerek dosyalara baktı. Bilgisayarını açtı ve işler iyice birikmeden çalışmaya başladı. Ancak pek uzun sürmeyecekti bu. Bilgisayar ekranı karardı birden ve “Mal.function” yazısı belirerek kapladı her yeri.

“N’oluyor yine ya?!”

Bilgisayarı kapatmak üzere elini uzatmıştı ki, telefon çaldı. Kapatma tuşu yerine ahizeye dokundu parmakları. Şaşkınlıktan şirket içi eğitimleri unutmuştu. “Efendim?”

“Özgür Bey, günaydın.”

Bu tanıdık sesi duyunca gözlerini yumdu Özgür, tekrar uyanabilirdi belki.

“Özgür Bey, orada mısınız? Beni tanımışsınızdır herhalde, ilk iş gününüz hayırlı olsun demek için aradım. Ve tabii ilk talimatlarınızı da vermek için.”

“Hayır…” O sırada bilgisayar ekranında belirmeye başlayan yazılar, Özgür için yeni bir kâbusun başlangıcı gibiydi. Telefondaki adam içinse sadece teferruattan ibaretti.

“Ekranınızda çıkacaktır birazdan, çıktı mı?”

“Hayır… Bu gerçek olamaz.”

Kendisini çimdiklemek üzere olan Özgür’e güldü yeni patronu. “Lütfen Özgür Bey, tekrar aynı şeyleri yaşamayalım. Bakın, elimden geldiğince size yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama siz artık bir M.A.L. çalışanısınız, buna uygun davranmaya çalışın. Şu anda yeni bir boyuttasınız, sizinkine benzeyen paralel bir evren ve sistemde bir takım arızalar tespit ettik. Sizin göreviniz bu arızayı ortadan kaldırmak.”

“Arıza?”

“Evet, ekranınızda gözükmesi lazım.”

Ekrana bakan Özgür, “Arıza” yazısının altında kendi müdürünün kocaman resmini görünce neredeyse küçük dilini yutacaktı. Telefondaki adamsa gayet ciddiydi.

“Arızayı sistemden çıkarmanız gerekiyor. Tabii bu ilk göreviniz olduğundan size yardımcı olmaları için iki arkadaşı gönderdik, az sonra yanınızda olurlar.”

Özgür şaşkın şaşkın etrafına bakınca ofisin kapısında sekreterle konuşan iki kişi gördü. Sekreter kafasını sallayıp eliyle Özgür’ün olduğu yeri gösterince hepsi birden dönüp ona baktılar ve Özgür ikinci bir şok yaşadı. Ceren gülerek ona sesleniyor, el sallıyordu; arkasında duran Cemal ise kafasıyla selam vermekle yetinmişti.

“Ekibiniz tamamlandı, artık görev sizin. İyi şanslar, Özgür Bey. İşiniz bittiğinde tekrar konuşuruz, hoşça kalın.”

Adam telefonu kapattığı halde Özgür elinde ahizeyle kalakaldı bir süre. Bir ekrandaki arıza yazısına, bir müdürünün gerçekteki nemrut suratına, bir de kendisine doğru yaklaşan Ceren’le Cemal’e bakıyordu.

Rüya sandığı şeyin gerçek olduğunu, dünyayı bir kara deliğin yuttuğunu, şu anda paralel bir boyutun içinde olduklarını, kendisininse artık bir arıza kontrolörü olduğunu ve arıza olarak nitelenen eski müdürünü ortadan kaldırmakla görevlendirildiğini idrak etmeye çalıştı önce. Sonra tüm bunları eski hayatıyla karşılaştırdı. Hâlâ bir yerlere borcu vardı, o borcu ödemek için çalışması gerekiyor ve yine “mal”larla uğraşması bekleniyordu. Dünya ve hatta tüm hayatı bir kara delik tarafından yutulmuş olsa da, hâlâ özgürlüğüne kavuşamamıştı. Üstelik bundan sonra ne olacağına, ne yapacağına dair en ufak bir fikri de yoktu.

Öte yandan, önceki hayatını kâbusa çeviren tüm o şeylerden kurtulmuş görünüyordu. Henüz kurtulamadığı tek şey ise uzaktan kızgın gözlerle kendisine bakmaktaydı. Ortadan kaldırılması gereken “arıza” müdürü onu azarlamak üzere hazırlanıyordu.

Özgür ona baktı. Arkasına yaslandı, kravatını çıkardı. Bir sigara yaktıktan sonra dört günlük sakalını kaşıdı ve ardından müzik çaları çalıştırıp sesi açtı. Rolling Stones’dan “Paint It Black” çalmaya başlamıştı, Özgür gülümsedi.

“Tamam ulan! Malsa mal a.k.!”

S.O.N.

M.A.L.” için 14 Yorum Var

  1. bu nasıl bir kurgudur böyle?!ağzım açık okudum resmen, idefix’te baba kız diyalogları adlı bir kitabınızı görmüştüm ama böyle bir öyküyü geçrekten beklemiyordum.ellerinize,zihninize sağlık!

  2. Funda Abla yine yapmış yapacağını! : )

    Bol iğneli, tam dozunda güldürmeceli, sade ve keyifli bir öyküydü. Kurgu zaten ayrı bir hayranlık sebebi…

    Üzerine düşündüren -ve bunu keyifle yaptıran-, enfes bir hikâyeydi.

    Kalemine sağlık abla.

  3. Başlık ilgi çekici, kurgu sağlam, hiciv ve güldürü bir arada, dolayısıyla çok keyifli bir hikayeydi:)

    Özgür’ün rüyada olacağını beklerken ters köşe oluverdim:)

    Elinize sağlık ve teşekkürler!

  4. Gerçekten de Otostopçunun Galaksi Rehberi gibiydi 🙂 Ya da rehberin içine Türk kaçmış hali… KYK, YÖK vb açılımlar, “mal” kelimesinin başarılı kullanımı ve genel anlamı ile gülümseten hikaye kesinlikle çok keyifliydi. Özellikle Özgür’ün yeni mesleğini ilk okuduğumda resmen kahkahayı patlattım 🙂 Hikayenin sonu da ayrı bir güzeldi. Ellerinize sağlık…

  5. Popüler kültür göndermeleri, mizahın harika dozu, hiciv, güzel bilimkurgu, gerçekçi karakterler, diyaloglar… Funda Özlem Şeran’ın öyküsü olmadığını bilmeden okusam da kimin yazdığını ilk paragraf sonrasında anlayabilirdim resmen. Öyle sağlam bir uslup devamı var. Çok iyi.

  6. Tülay: Çok teşekkür ederim 🙂 Esas tarzım bu ama kitaplar nedense hep mizahtan çıktı, darısı bunların başına diyeyim :))

    Onur: Beğenmene çok sevindim, çok teşekkürler 🙂

    Bardes: Asıl ben teşekkür ederim bu güzel yorum için. Sanırım ters köşe olayında Özgür de sizinle aynı fikirdedir :))

    Mit: Çok teşekkür ederim, sizin yorumunuz da beni gülümsetti 🙂

    Emirhan: Özellikle bu iltifat için iki kez teşekkür ederim :)) Ben de senin öykünü okumayı merakla bekliyorum, en kısa zamanda başlayacağım seçkiyi okumaya.

  7. bu nasıl bir kurgudur ya?! klavyene sağlık sayın F.Ö.Ş! “Paint It Black” dinlettirdi bu yazın bana + mal mal şarkı sözlerini de okuyorum ki hani salt dinlemek yetemeyebiliyor…özümsemek gerekiyor tıpkı senin bu yazın gibi…bir de sayende kendimi ilk defa bir karadelikte hayal ettim…biran için keyifli geldi… :)tebrik ederim sayın yazarım! :*

  8. Çok teşekkür ederim Mrlciiiim 🙂 Çok sevindim beğenmene, dinlemene, özümsemene, keyif almana ve de kendini karadelikte hayal etmene! :))

  9. Oups! Yorumu biraz geciktirdik sanırım… Hem de ilk okuduğum hikayelerden olan bu müthiş ve olağanüstü kurguya..!

    Nasıl bir M.A.L mış bu valla beynim resmen Özgür ile hemen hemen aynı şeyleri hissetti. Yani dumur olmuş halini… Böyle bir farklı evrenin yaratılması, isimlerin ona göre düzenlenmesi, baştan beridir Özgürü takip eden mal esprisi… Özellikle her bakanın kendi dilinde gördüğü şu tanıtım broşürleri vs. çook hoşuma gitti yahu!

    Yazacağım yazacağım ama hani övgü yağdırmaktan başka ne yazabilirim diye düşünüyorum. Uzunluğuna rağmen heyecanla ve hiç bitmeyecekmişçesine okumak istediğim ve keyif aldığım bir kurgu oldu. Her zaman diyorum “seviyorum işte bunu!” diye.

    Ellerine, kalemine sağlık tekrar tekrar… 🙂

  10. Çok teşekkür ederim Hakan, çok mutlu ettin beni. Ama en çok bu seçkiye davet edip bu fırsatı verdiğin için mutlu ettin, tekrar teşekkürler :))

  11. iyi günler,

    çok hoş ve bir o kadar da keyiflendirici öykü okudum sayenizde, son derece mutlu ettiniz beni evde otururken…

    sadece bir şey merak ettim. acaba bu öykünüzü kurgularken esin kaynaklarınız neler oldu? burada tekrar okuduğum için (evet 4 kez okudum..) yazmış olduğunuz o kurgusal mekanlar ve şekillendirmeler göz kamaştırıcı.

    böyle bir yazarla tanıştığım için çok mutluyum..
    sevglerimle,
    belgin sevimli

  12. Merhaba Belgin,

    Çok teşekkür ederim öncelikle -hatta 4 kere teşekkürler, öyküyü 4 kez okuduğunuz için :)) Bu güzel yorum da beni çok mutlu etti bilgisayarımın başında otururken.

    Sorunuza gelirsek; genelde belirli bir esin kaynağım yok, “nereden eserse” diyebilirim 🙂 Ancak özellikle bu öyküm biraz kişisel oldu, Özgür’le birkaç ortak noktamız var ve zaten öykünün çıkış noktası bu oldu. Gerisi de “yer yarılsa da içine girsem” sözünün CERN’li, kara delikli modern versiyonu şeklinde gelişti. Tabii müziğin ilham verici etkisini de unutmamak gerek 🙂

    Ben de sizinle tanıştığıma çok memnun oldum.
    Sevgiler…

  13. Kucucuk bir zumreye hitap edebilecek, sıkıcı ve zaman calan bir oyku. Ithaki’nin romaninizi yayinlamis olmasi bir “acaba” uyandirmis olsa da bir sayfanin sonunda katlanilmayacak bir boyuta ulasan bu oykuye sasirmiyorum da ovgulere sasiriyorum. Belli ki bu kucuk zumre birbirini pohpohlama isinde oldukca basarili. Evrenselligi yakalamanin kiymetini belli ki cok az sayida Turk yazar gorebilecek fakat durum boyleyken birbirinize bu kotulugu yapmaya devam etmeyin hic degilse.

    1. Yorumlar kişiseldir. Kimse her şeyi beğenmek zorunda değildir. Genelin beğendiği ve “neden beğendiğini açıkladığı” durumlarda bile öyküler bazı isimlere sıkıcı gelebilir. Buraya kadar sorun yok.

      Fakat sanki en bilgin isim sizmişsiniz, edebiyat dehasıymışsınız gibi “Ithaki’nin romaninizi yayinlamis olmasi bir “acaba” uyandirmis olsa da…” diye devam eden yorumunuz, sizin yapacağınız eleştirinin sadece ama sadece kıskançlık ve çekememezlikten ileri geldiği kanaatini uyandırır. Hiçbir yapıcı eleştiride bulunmadan bir öyküye, öyküden ziyade yazarına ithamlarda bulunmak acizliğinizi gösterir.

      Evrensellik anlayışınız nedir bilmiyorum ama biraz daha okumanızı ve tarafsız olmanızı rica ediyorum. Yoksa trollemek ile eleştirmek arasındaki o ince çizgide, sol tarafta kalırsınız.

Funda Özlem Şeran için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *