Turan yine aynı manzarayla karşılaşma ihtimalinin gerginliğiyle bodrumun kapısına doğru yürüdü. Bodrum bahçeli köy evlerinin altında oldukça uzun bir mahzen şeklinde yapılmıştı. Giriş evin içinden değil, ahıra bakan tarafta, yan duvardaydı. Duvarları evin temelini oluşturan taşlardan olduğu için yaz kış erzak saklamaya gayet uygundu. Ama yapıldığından beri erzak depolamaktan başka bir işe daha yarıyordu. Evleri çok yeniydi ve ahırın yapımı henüz tamamlanmamıştı. O yüzden atlarını da bu geniş ve uzun mahzene bırakıyorlardı geceleri. Ama bir süredir bu bırakış at için de ev halkı için de dehşet verici bir bilmeceye dönüşmüştü. Akşam tarladan geldiklerinde atı buraya yelesi açık şekilde bırakıyor, sonra sabah tekrar çıkarmaya geldiklerinde hayvanı kan ter içinde ve yelesi örülmüş vaziyette buluyorlardı. Hayvan gece dinlenmek şöyle dursun, korkudan gözleri açılmış, koşmaktan ter içinde kalmış bir şekilde karşılıyordu kapıyı açanı. Onu bu şekilde ilk bulan kız kardeşi Suriye olmuştu. Kızın neredeyse korkudan dili tutulacaktı.
Turan önce bunu arkadaşlarından birinin veya bir kaçının kendisini korkutmak için yaptığı bir oyun sanmıştı. Ama evdekilerden başkasında kapının anahtarı yoktu. Ayrıca mahzene başka yerden girişte mümkün değildi; mahzen havalansın diye yapılmış üç pencere sadece küçük bir çocuğun geçeceği kadar büyüktü ve hepside ancak bir kedinin geçebileceği şekilde demir parmaklıklıydı. Ailecek oturup bunun neden olabileceğine kafa yorup durmuşlardı ama hiç biri nedenini açıklayacak mantıklı bir açıklama bulamamıştı. Aslında annesinin bir teorisi vardı ama babası buna pek olasılık vermediği için kestirip atmıştı. Bu garip olay köyünde en büyük dedikodu konusu olmuştu. Henüz televizyon ve radyo gibi teknolojik yeniliklerin girmediği bu küçük köyde akşamları birinin evinde toplanıldığında konuşulacak ilginç bir olay çıkmıştı ortaya. Turanın babası Hacı Ahmet efendi hala bunun oğlunun yaramaz akranlarından birinin oyunu olarak yorumluyordu. Eşinin aksine o bunun üç harflilerle alakası olduğuna inanmıyordu. Üç harflilere inanmadığından değil ( çünkü kendisi gece namazlarına kadar çok dikkatli şekilde kılan, imanı yerinde bir mümindi) üç harflilerin bu kadar açık şekilde iz bırakacaklarından emin olmadığındandı inanmayışı. ‘Kesin başka mantıklı bir açıklaması var’ deyip duruyordu.Köylüde teoriler üretmek için seferber olmuştu.
‘Zaten onların evin yanındaki incirlerde sahipli. Emmim geçen sene kışın oradan geçerken önüne kap kara bir şey çıkmış! Aha da ben diyom, o evin yerinde bir alamet var. İncirlerde sahipli, bodrumda cinli işte!
‘Ahmet ağabey öyle demiyor emme. Köydeki delikanlılardan birisinin işi diyor. Bana da öyle geliyor emme bilmiyom valla. Hatırlarmısınız Gabahların Halil gece yarısı bahçelere saklanıp tarladan dönen biçareleri korkuturdu. Bir keresinde çırçıplak soyunup Gariplerin Hüso’nun önüne hoplamış da karanlıkta, adam orada bayılmış korkudan. Belki bodruma da onun veletlerden biri giriyordur. Onun iki sıpasından da beklerim bu işi.’
Turan anahtarı kilitte çevirip Besmele çekti ve büyük tahta kapıyı itti. Kapı gıcırtıyla açılınca bodrumdan, içeride tutulan erzağın ve neredeyse hiç güneş almayan toprak zeminin nemli kokusu burnuna doldu. Her sabah böyle oluyordu zaten. Atı bu şekilde bulmaya başladıklarından beri annesi ve kız kardeşleri bodruma yanaşmaz olmuşlardı. Atı ya kendisi ya da babası çıkarıyordu. Her sabah karşılaştıkları manzarada annesi ve kız kardeşlerini haklı çıkarır durumdaydı; korkuyorlardı! İçeriye isteksizce iki adım attı ve zavallı atı tahmin ettiği gibi yine en dipte, duvarın köşesine sığınmış olarak buldu. Bu köyden birinin oyunu olamazdı; hayvanı bu şekilde korkutan ve yoran şey bir insan olamazdı. Yavaşça atın yanına yürüdü ve onu sakinleştirmek için yumuşak bir sesle konuşmaya başladı. Duvar boyunca turşu küpleri, sepetler ve üç tane büyük meyve sandığı vardı. Bu sandıklar normalden çok büyük, içine iki insan sığabilecek kadar derin ve genişti. Üstlerinde de tahta kapakları vardı. Turan sandıkların yanından geçerken kafasında bir şimşek çaktı. Daha önce bu sandıkları ve mahzeni didik didik aramış, acaba birisi onlar burayı kilitlemeden önce saklanıyor mu diye bakmışlardı. Ama şimdi aklına başka bir düşünce gelip çakılmıştı. At yine ter içinde, yine yelesi örgülüydü. Turan hayvanın bu acınası haline bakınca artık bu işe bir son vermenin vaktinin geldiğini anladı. Atı dışarı çıkardı ve tarlaya giderken aklına gelen fikri babasına açıkladı. Babasının da canına tak etmiş olmalı ki öneriyi isteksizce de olsa kabul etti. Artık sabırsızca akşamı beklemeleri gerekiyordu.
Akşam atı bağlamak için acele etmemişlerdi. Hayvanı dışarı bağlamış, gece olmasını beklemişlerdi. Sonra Turan ve babası atla beraber bodruma girip içeriyi kontrol ettikten sonra ikisi de büyük sandıklardan birine girmişlerdi. Henüz sonbahar olmadığı için sandıklardan ikisi boştu. Aynı sandığa girip kapağını kapattılar. Münire hanım ve kızlar bu fikre karşı çıkmışlardı ama evin erkeklerinin onları dinlemeye hiç niyeti yoktu. Bu gece bu haltı yiyen her neyse bulacaklardı. Turan evde ki tek ateşli silah olan tüfeği yanına almış, Ahmet beyde baltasını getirmişti. Münire hanım kapıyı üstlerine kapamış ama kilitlememişti bu gece. Ne olur ne olmaz diye kilidi kapıya asılı bırakmış, kendisi de bodrumun kapısının üstüne denk gelen pencerenin önüne tünemiş, gelen giden olacak mı diye nöbet tutmaya başlamıştı. O hala aynı fikirdeydi; içeri giren şey bir insan değil, üç harflilerden biriydi. Biliyordu çünkü eski evde onlarla karşılaşmıştı. Bu evde hiç görmemişti ama bu işin insan işi olmadığını hissediyordu.
Gece ilerlerken Ahmet efendi ve Turan fısır fısır konuşuyorlardı. At az ilerilerinde başına gelecekleri bekler gibi köşeye serpilmiş samanların üzerinde huzursuzca kıpırdanıyordu. Soluk alış verişleri sandığın içinden bile rahatça duyuluyordu. Tam Ahmet efendi ağzını açıp oğluna bir şey söyleyecekken birden atın kişnediğini duydular. Ama bu umutsuz ve korku dolu bir kişnemeydi. Turan sandığın birkaç yerine küçük gözetleme delikleri açmıştı. Atın olduğu yere bakan gözetleme deliğinden ne olduğunu görmeye çalıştı. Mahzen küçük yer camlarından vuran soluk ay ışığı sayılmazsa oldukça karanlıktı. Ama uzun süredir içeride olmanın sayesinde gözleri içerinin karanlığına alışmış ve eşyalar, ya da hareket eden şeyler görünür olmuştu; tıpkı atın sırtına tırmanmış uzun beyaz saçlı zayıf kadın gibi. Beyaz saçları kalçalarına kadar dökülen kadının yüzü görünmüyordu ama boyu bir insana göre oldukça kısaydı. Bir çocuk kadar çelimsiz ve kısa ama tam tersi derecede korkutucu! Turan gözlerine inanamıyordu. Nutku tutulmuştu. Ahmet efendi oğlundaki hali fark edince onu geriye çekip kendisi deliğe gözünü yerleştirdi. Bir iki saniyelik karanlıktan sonra oda oğlunun gördüğü dehşetengiz görüntüyle karşılaştı. Beti benzi attı. Dua etmeye çalıştı ama sanki bildiği tüm duaları unutmuştu.
Nereden geldiği belli olmayan bu kadın içeriye nasıl girmişti? Ya da o gerçekten bir kadın mıydı? Bu yaratık her neyse şuan atın sırtına tünemiş onu huzursuzca koşturmaya başlamıştı. At önce isteksizce ama sonrasında büyülenmiş gibi binicinin isteğiyle koşmaya başlamıştı. Beyaz saçlı yaratık solucanı andıran kemiksiz parmaklarıyla atın yelesine tutunmuş ve örmeye başlamıştı bile. Turan biraz kendine geldi ve babasına doğru eğilip:
‘Onu vurmalıyız baba, bu insana benzemiyor. Bu Al kızı olmasın!’
‘Vallahi ben de şaştım bu işe. Ama eskilerin anlattıkları doğruysa Al kızıdır. Silahını hazırla ve çıkıp ateş et. Bende baltayla saldırayım.’ Sesleri o denli kısık çıkıyordu ki kendileri bile zor duyuyordu. Turan tüm cesaretini toplayıp kapağı biraz araladı ve kadının ne tarafta olduğuna baktı. O an atın üzerinde ki yaratığın gözleriyle karşılaştı. Yaratık onu görmüş, zehirli bakışlarını üzerine dikmişti. Turan bir an bütün kanının çekildiğini hissetti. Bu saf korkuydu; hayatı boyunca en yoğun hissettiği duydu! Yaratık attan süzülür gibi inip Turana doğru yöneldi. Turan’ın kapağı kaldırıp tüfeğini ateşlemesi gerekiyordu ama yerinde donup kalmıştı. Ne konuşabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Ahmet efendi oğlunun yerinde çakılıp kaldığını fark edince hışımla kapağı kaldırıp baltasını havaya kaldırdı. Amacı sandıktan çıkıp direk yaratığa saldırmaktı ama kapağı açınca sandığın dibine kadar sokulmuş olan yaratıkla yüz yüze geldi. Bir nefes kadar yakınlarına sokulmuş kısa boylu, oldukça uzun, beyaz saçlı şey gözlerini ona dikmiş, sivri dişlerini göstererek tıslıyordu. Dua etmeye çalıştı ama oda tıpkı oğlu gibi donup kalmıştı. Bu korkunç tıslamanın dışında duyabildikleri tek şey atın huzursuz kişnemeleriydi. Sahiplerinin içinde olduğu tehlikenin farkındalığıyla korkusunu açığa vuruyordu. Ellerinde silah vardı ama kullanacak güçleri kalmamıştı. Kadının beyaz saçlarının arasından görünen bir çift göz, gözden çok kuru yüzündeki karanlık deliklere benziyordu.
Al kızının hemen arkasında ter için de kalmış at sahiplerinin başına gelecekleri sezmiş gibi tepinip durmaya başlamıştı. Kadın ata dönüp öyle bir tısladı ki hayvan iki adım geriye çıktı. Her gece çektiği eziyet yetmezmiş gibi şimdi sahiplerinin de başı beladaydı bu yaratık yüzünden. Kadın tekrar Turan ve Ahmet efendiye döndü ve ellerini onlara uzatıp neredeyse boğazlarını tutacakken hiç beklemediği bir şey oldu. At yaratığa doğru koşarak ön ayaklarını şaha kaldırdı ve kadının üzerine indirdi. Atın şaha kalkışıyla ürken Turan da boş bulunup elindeki tüfeği ateşledi. Kadın atın ayaklarının altındaydı ve at kendine eziyet eden bu yaratığın üzerinde tepiniyordu. Kadının iğrenç çığlıkları arasında Ahmet efendi ve Turan sandıktan çıkıp atın yanına geldiler. Silah sesi yarı uykulu bekleyişte olan Münire hanımında koşarak bodruma gelmesine nende olmuştu. Kilitli olmayan kapıyı açtığında önce hala karanlık olan mahzene gözleri alışana kadar kaygıyla içeriye baktı. Kocası ve oğlu için endişe duyuyordu. Bir iki adım içeri girdikten sonra kocası ve oğlunu yerde yatan cılız bir kadının başında bekler buldu. Ahmet efendi baltasını kaldırmış vurmaya hazır bekliyordu. Hemen koşup yerde ki kim diye yanlarına vardı. Yerde debelenen beyaz saçlı yaratığın yüzünü görünce korkuyla Besmele çekiverdi.
Al kızı gecelerdir eziyet ettiği hayvanın gazabına uğramış, deyim yerindeyse ettiğini bulmuştu. Münire hanımın çektiği besmeleyle beraber yattığı yerde tiz bir çığlık atıp, buhar olup kayboldu. Gidişi de gelişi gibi esrarengiz olmuştu. Üçü önce boş zemine, sonra bir birlerine bakıp kaldılar. Turan atın yanına gidip yelesini okşadı ve onu mahzenin dışına çıkardı. Bu gece yeterince korku yaşamışlar ve at hayatlarını kurtarmıştı. Silah sesi ve gece olanlar bütün köyde hızla yayıldı, herkes bunu konuşur oldu. Sonraki gecelerde mahzende nöbetler tutuldu, Al kızı beklendi ama nafile; o geceden sonra ne Al kızı geldi, ne de atın yelesi bir daha örüldü. Günler geceleri kovaladı ve bu olay da insani her şey gibi unutulup gitti. Ama Turan ve ailesi o gece gördüklerini ölene kadar unutmadılar.
Heyecanlı ve güzel bir hikayeydi. Son ana kadar okurun dizginlerini elinizde tutmayı başarmışsınız. Hikayenin kötü karakteri olarak bizim halk hikayelerimizden bir şey seçmeniz, olayın bizim topraklarımızda geçmesi de bir diğer artıydı. Köy kahvesindeki konuşmayı oldukça gerçekçi bulduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Öte yandan bağlaç sorunlarınız halen devam ediyor maalesef 🙂 Bir de öykünün başlangıcında hafif bir tutukluk vardı. Bazı ayrıntıların iki kere tekrar edilmesi gibi… Onun dışında keyifli bir hikayeydi.
Elinize sağlık…
Okuyup yorumlarını esirgemediğin için teşekkür ederim mit. Bu hikaye kendi ailemde yaşanmış bir olayın tarafımdan biraz daha değiştirilerek kurgulanmış halidir. Al kızı’nı Tokat yöresinin inanışına göre tasfir ettim. Biraz köy lehçesinden yararlandım ve beğenmene sevindim kahve konuşmalarını. Hatalarımın farkındayım ve yazdıkça düzelirler diye umut ediyorum 🙂 Teşekkürler.