Sezai Karakoç ve Can Atilla’ya ithafen…
”Ama insanın beklentilerinin gerçekleştiği ne zaman görülmüştür ki?”
”Mumya ile Sohbet”, ”Edgar Allan Poe”.
1.
Karnı burnunda cins-i latiflerin doğmayan, daha düz açıklamayla: ÖLEN çocukları nerelere karışır?
Onlara ve tabii bana, bu dünyada ihtiyaç olmadığını belirten yorumları ayıklamak zor işler. Göz aralayıp dudak bükeceğimiz zamanlardan öncelerine düşmek yaratıcı kuvvetin zorlaması. Babadan çıkıp annede buluşmak ve nihayetinde onların yüzlerini göremeden düşmek… Elimizde doksan dokuz maske var, biz ne yüzsüz çocuklarız! Yüzsüzlük verilen haklı yakınmanın utangaç insanlardaki düşüncesiydi. Düşüşümüz şiddetli oluyordu fakat zelzeleyi selle paketleyip hediye vermiyorduk. Dönüşümüz yol çalışmalarına denk geliyordu ekseriyetle. Çok sürmeden KEMİKLERİMİZİN, KAFATASLARIMIZIN üstünde arkeoloji öğrencilerinin kullanılmaktan eski püskü olmuş envanteri keşfe çıkıyordu.
Son savımda, bunu kabul ettirme gücümün olup olmasası sizin eğitim seviyeniz ve gözlerinizi ne için kullandığınızla paralel…
Öyküme kanatsız düşüyorsunuz… Düşlere sarılın. Düşenler sizi gideceğimiz yere değin düşürsün.
2.
Güneş kuşların erişemeyeceği ve dolayısıyla yanıp yemek olamayacakları kadar yukarıda parlıyordu. Günümüzü ışıl ışıl yapsın hoştu. Kuş avlama derdi her dem bize aitti. Yerleşik hayata geçişimizin yüzlerce gün sonrasında doğmuşum. Varolan köyümüzdeki her nefes alan insan Mara Despina ve bendenizi gelecekten geldiğimize ikna çabalarındaydı. Dur durak bilmez bu kişilere inanışım, Mara’yla benim onlardan iki kat uzun olduğum güne denk geliyordu. Fark gözlenir biçimde diğer köy çocuklarından beyin olarak da gelişkindik. Rüyaya ve uzaklara dalıp gittiğimizde eski yaşamlarımızdan parçalar görüyorduk. ”HEY! DİKKAT ET ARABA GELİYOR!”, ”HOCAM BURADA İSKELET VAR!”, ”UÇAK MI DÜŞÜYOR?”, ”ATLAS OKYANUSUNA DÜŞEN UÇAKTAN KARAYA FIRLAYAN YOLCU, BİR SENE SONRA DÜŞTÜĞÜ YERDE BULUNDU!”, ”KADIN MIYMIŞ?”, ”EVET, KADIN, HAMİLEYMİŞ.”
Sapanı icat edip seri üretime geçirmem ilk ormana gidiş günümdü. Mara Despina geçilmez zekâsını elle tutulmayan şeylerde gösteriyordu. Öyleydi ki yerleştiğimiz yerin bir adı olmakla beraber her kişinin de birer adı oldu.
Nâmıma gelince: Ormanda çilek ararken kulağımın arasına sıkıştırılan tek gülden süregelen alışkanlık ve seslenişti. Monna Rosa.
Güneş doğuyor. Ay batıyordu. Nazdan kırılıp kafamıza düşecekler. Ne de inceydiler. Yerleşkenin öncüsü Bilge Hanım (BU SİZİN DİLİNİZDE VE ZAMANINIZDA NE ANLAM TAŞIYORSA SİZE DÜN GİBİ YAKINIZ!), adalet işlerinden terazisi kaymış Mara’yla, kuş vurmaktan her yöne kuşkuyla yaklaşan beni mekânına davet etmişti. İşleri köşeye bucağa bıraktırıp bizi yanına çağırmasında önemli konuların olması gerekmekteydi. EVET, ÜSTÜNE BASTIK. Bundan mütevellit yanında zaman harcamadan yollara düştük.
Kas ve beyinlerimizin diğer insanlarla tartılmayacak güç de olması maceranın kapısını açmıştı.
Onlarca kez gece olup sabahı görmüştük. Odak noktamıza ulaştığımızda Mara’nın, ”BANA KUŞ VURMAYI DEĞİL KUŞ GİBİ UÇMAYI ÖĞRET!” dediğini duyumsadım. Beyni, ölmez yaşarsak sonraları icat edebileceğimiz makineler gibiydi. Ama yolculuğu beyin kaslarını ayaklarına indirerek yapmıyordun. Şu sözleri düşünmeme rağmen ben de yorulmuştum. Gücüm bedenimin dip köşelerine saklanmışken onu hırsımla sırtından yakaladım.
Tepenin uç noktasında bahar yaprakları olmuş bekliyorduk. Ölüm gelip bizi düşürmüyordu. Objektif bakarsak (OBJEKTİF! BİZİ BURAYA DÜŞÜRDÜĞÜ İÇİN ONA SEVGİ DUYMAYA MI BAŞLADIM?) kendisi açlığı mevsimsel yaşamıyordu.
O duruş ve bakışları objektif karelemeliydi: GÖZÜMÜZÜN GÖRDÜĞÜ NOKTADAKİ AĞAÇLARIN YAPRAKLARI VE ÇİMENLER KAHVERENGİYE BOYANMAKTAYDI!
3.
Atmosfer burada iflas etmiş. Hava, hayatımızı sürdürdüğümüz, birkaç gün öncesine kadar çevresinden en fazla bin adım ötesine gittiğimiz köyümüzden daha kirliydi. Gözlerimiz camlardan binlerce esirin (elbette esir olduklarına eminim, askerlerin yanlarına vardığımızda bizim de bileklerimize ip vurup boya ve fırça verdiler) ormanda karıncaları kıskandırıp çatlatır çalışkanlığını ve uyumunu seyrediyordu. Bu şahane orkestrada yanlış nota basanlar da oluyordu. Şanssızlar, askerlerin mızrak uçlarının popolarına batmasıyla düzene karşı gelen tutumlarını tulumlarına saklıyorlardı.
Elimizdeki boyaları şuraya buraya bulayarak tüketmiş yenilerini istemek için yukarıya çıkıyorduk. Merdivenlerin birkaç günlük olduğu, marangozlukla ilgili olmayan çocuklar tarafından bile baş sallayarak kabul edilirdi. Kat sayısını beş olarak saydığım bu bina en fazla on gündür burada olabilirdi. Gelgelelim onlarca senedir burada yükselen ormana savaş açmıştı.
Hoş kokular havalandıran bir kadın, yanındaki korumalarla merdivenleri tırmanmaktaydı. Her zayıf adımında kıyafetlerinin altından bir takım şeyler şıngırdıyordu. Görünmez ve müzikten ne anladığı kuşkulu müzik kutusu gibi. İşlenmiş altından kolye yapılmış boynunda hop hop oynuyordu. Bunun görünümü ve kesinliği yıldızlar eşitliğinde parlaktı. Altın işleyebilmek bu kişileri medeniyetlerin en gelişmişinin üyeleri yapardı… Bir kez çok tuhaftı, ikincisi gelecekten bir koku vardı.
Kadın lakırdamaya başladı.
”Şu adamın gereksiz hayalleri yüzünden yerimizden kovulduk. Geldiğimiz yeri gözü sevmemiş. Yok ya! Kaba etlerin âşık olmuş, bir an o tahttan kalmıyorlar ki!” Kurduğu cümlelere ve dönüp kolyesine bakılır, AH yetmez ek olarak ”kalkmış burnuna” bakılırsa yönetimde yetkili ikinci kişi buydu. Kraliçeyi koruma yemini etmiş muhafızların kontratlarında ”KADINI DİNLEYİN AMA KONUŞMAYIN!” maddesi olmalıydı. Çıt çıkmazken söylenen sözleri onaylayan başları yukarı aşağı oynuyordu. Yalama olmuş başların onun hakkında söylenen sözleri onayladığı kral duysaydı: Askerlerden bir… iki… üç… dört… ve daha fazla kişi eksilecekti…
Uzaklaştılar.
”Kabaetz mi?” diye çoşkulandı. Mara Despina’ydı bu. Önceki dönemlerinden birinde, Kabaetz Akademi’nin toprağında iskelet hâliyle bulunmuştu. Suâlini özlemine yordum.
ZEKİ KIZ DURAKLADI.
BOMBAYI PATLATIYOR.
”Gözü mü sevmemiş?”
BOMBA PATLADI!
4.
Kadının arkasından hafif hafif saydırdığı adamın odasına sızmıştık. Odasında da sızabilirdik. Enini ölçemediğim ama genişliğinin abartmadan otuz adım olduğu camı boyuyorduk. Ormanın görünmez yollarını bile görebileceğin camı…
”Çok uçuk bir plan, öyle, değil mi? Bahsettiğimiz adam renk körü değilse ağaçları o renk olmaktan kurtaracak bir şey olmayacak.” ‘Öyle’yi kendi sorumdan önce kendi sorumu yanıtlamak gereğinden kullanmıştım. Cevap ne olursa olsun cama boya vurmaya hız yavaşlatmadan devam ediyorduk.
”Adamın renk körü olduğu kanaatime her şeyimi verebilirim. Az evvel yeşil kıyafetli eşini es geçip başka kadının göğsünü kavradı.”
* * *
Oda demenin küçümseme olacağı evin kapısı açıldı. Bir köşeye sakladığımızda, ”Onları öldürürsek direnmemize gerek kalmaz,” diye fısıldadım. Görüş alanımın çoğunu kaplıyorlardı. İkisinin de sırtı bizlere dönüktü.
Mara gülümsedi.
”Her şey gibi direniş de renkli olursa dikkat çeker,” dedi.
Gülümsedim.
Fikir paylaşımımız bağrışmalarla kesildi.
”BURAYI DA KAHVERENGİNE BOYAMAZSAK BU AĞAÇLARI DA KESECEKLER!” diye bağırdı adam. ”TIPKI KOVULDUĞUMUZ VE AĞAÇLARIN TÜMÜNÜN KESİLDİĞİ YER GİBİ!”
”İşe yarar mı?” Kadın buz kalıbındaymışcasına hareketsizdi.
”Önceleri KARTAL gönderiyorlar ve ona yeşil alan aratıyorlar,” dedi, ”burası kahverengi olunca, ah, evet, her şey kahverengi olunca burayı es geçecekler.”
Kahkayı bastı.
Pancar olup morarmıştık.
SON
Selamlar.
Mizhi yönü oldukça yüksekmiş gibi geldi. Olayı anlamakta güçlük yaşasam da çok iyiydi. Güldüm yani. Ellerine sağlık.
Dikkatli okununca çok güzel şeyler veren bir öykü.
Tema: Direniş
Öyküde geçen iki cümle: ”Kat sayısını beş olarak saydığım bu bina en fazla on gündür burada olabilirdi. Gelgelelim onlarca senedir burada yükselen ormana savaş açmıştı.”
AKP’nin iktidara gelişi Kasım 2002, neredeyse 2003. Direniş de bu tarihten 10 sene sonra gerçekleşti. Orman diyerek Gezi Parkı ve başka bir şey daha ifade edilmiş gibi geldi bana, bunu tam çözemedim ama alegori harika.