Çok iyi hatırlıyorum. Yağmurlu bir gündü. Dalgalar hırçındı ama sesleri yağmurun sesinde yok olup gidiyordu. Karanlık gökyüzü arada çakan yıldırımlar ile gri bulutlarını gösteriyor, sonra daha da kararıyordu.
Sudbina adasının çevresindeki denizi kuşatmış kayaların üzerlerine kurulmuş binlerce deniz fenerinden birinde yaşayan iki kişiydik. Neler olmuştu, dünya nasıl bu hale gelmişti birçok efsane dönüyordu. Ama hepsi birbirini çürütürcesine farklıydı. Nasıl olduğuyla ilgilenmeyi bırakmıştı zaten insanlar. Nasıl hayatta kalabileceklerine odaklanıyorlardı daha çok.
Adanın etrafındaki tüm fenerler teleferik ile adanın ortasındaki dağın tepesine bağlanıyordu. Genelde fenerlerin sahipleri ihtiyaçlarını bu adadan karşılıyorlardı. Eskiyen duvarların tamirleri için gerekli malzemelerden elektroniğe kadar her şey Sudbina adasında vardı.
Nadati adını verdiğimiz fenerin içinde ne kadar zaman geçirmiştik hatırlamıyorum. Nadati bizim yuvamızdı. Eskiydi, belki çoğunun gözünde işe yaramazdı ama yine de bizim yuvamızdı. Zaten gidebilecek başka da bir yerimiz yoktu. Tıpkı herkes gibi biz de kendi fenerimizde yaşamaya mahkumduk.
Ayın 28’iydi. Altı gündür enerji harcayan fenerimizin ışığı neredeyse sönmek üzereydi. Kapasitörün gücü bitmesine ramak kalmıştı ki, tıpkı altı gün önce bizi karanlıkta kalmaktan kurtaran bir mucize tekrar gerçekleşmişti.
Fenerin dışarıya bakan koca kapıları açılır açılmaz içeriye o korkunç fırtına sesinin ardından fenerde birlikte yaşadığım, mühendisimiz Bimeyn girdi. Heyecanla kocaman açtığı gözlerini bana dikti.
“Bay Kimbal. Bir Sreca yaklaşıyor.” Nefes nefeseydi. Sesindeki heyecan beni de sardı.
Altı gündür bizi görmezden gelen Srecalardan biri fenerimize müşterimiz olmak için yaklaşıyordu. Hem de bu havada. Hışımla yerimden kalkıp Bimeyn ile birlikte dışarıya çıktım. Cılız ışığımızı fark eden Srecanın mavi, parlayan teni, üzerine giydiği siyah yağmurluğun altından bile seçilebiliyordu. Etrafta teknesiyle gezen tek Sreca değildi ama hangisinin bize doğru geldiğini anlamak zor olmadı. Işığı aralarında en güzel olanıydı. Etraftaki onlarca fenerin içinden bize doğru, dalgalara karşı verdiği savaşı ustalıkla kazanan bir kaptan misali teknesiyle yaklaşıyordu. Limana yanaştığında ben tekrar masama döndüm. Bimeyn onu karşılamak için dışarı çıktığında ben de eksiklerimizi tamamlayıp yeni müşterimiz için son hazırlıkları yapıyordum.
Belki de en uzun geçen süreydi teknenin iskeleye yanaşmasından fenerin içerisine kadar gelmeleri. Acaba ben mi karşılasaydım, bir şey mi oldu düşünceleriyle boğuşurken, yağmurun sesinden biraz olsun ayırt edilen Bimeyn’in sesini işittim.
“Buyurun, içeriye girin.”
Kapıdan girip yağmurluğunun başlığını çıkarınca yeşil gözleri ortaya çıkmıştı. Srecalar her daim güzel canlılardı. Ama bu seferki… Yolunu kaybetmiş olmalıydı… Böyle bir Srecanın böyle bir viranede işi neydi diye kendime soramadan edemedim.
Çıkardığı yağmurluğunu usulca alan Bimeyn’e gülümseyerek “Teşekkür ederim” dedikten sonra masamın karşısındaki koltuğa yerleşti. Teni tıpkı bütün Srecalar gibi masmaviydi ve parlıyordu. Bitmek bilmeyen enerjilerini tenlerinden dışarıya atarlardı Srecalar ancak bu seferki çok daha parlaktı. Bir ömür yetecek kadar ışık vardı onun içinde.
“Hoş geldiniz” diyebildim. Yüzünde, gözleri ve ağzından başka hiçbir hattı belli olmazdı bu canlıların. Ama yine de her birinin gözleri, birbirinden ayırt etmeye yetecek kadar farklı bakardı.
“Hoş bulduk” dedi gülümseyerek. Bir an ne diyeceğimi bilemediğimi hafif bir öksürük ile atlatıp konuya girdim.
“Umarım kalmak için gelmişsinizdir.”
“Evet” dedi içtenlikle. Belki de sonsuza kadar kalıp bizim yaşamamız için gereken enerjiyi sağlar diyordum o an içimden.
“Ne kadar kalmayı planlıyorsunuz?”
“Sanırım uzun süre kalacağım.” Bu güzel bir haberdi. Genelde Srecalar fenerlerde uzun süre kalmazlardı. Gün, bazen saat, hatta dakikalar bile sürmezdi çoğununki. Daha hizmetimiz hakkında bir bilgisi bile yokken böyle demesi güzel bir umuttu. Buraya gelirken nasıl olsa diğerleri gibi olmadığımızı bilerek gelmişti. Zayıf ışığımız, eskimiş deniz fenerimiz ve çalışmayan teleferiğimizi görmüştü. Bunlara rağmen uzun süre kalmaya niyetli olması güzel bir işaretti.
“Güzel” dedim tebessüm ederek. “İsminiz nedir?”
“Nesretan.”
“İlk defa duyuyorum. İsminizin anlamını öğrenebilir miyim?” Biraz duraksadıktan sonra cevap verebildi.
“Ateş anlamına geliyor.”
“Güzelmiş” dedim sadece.
Bu kadar parlak bir Srecanın bizim fenerimizde kalmaya karar vermesi mucizeydi. Srecalar enerjiden oluşan varlıklardı. Ne saydam diyebilecek kadar inceydi tenleri, ne de katı diyebilecek kadar mat. Dünyayı saran atmosfer gibi bedenlerini sarardı. Tüm bedenleri mavi ışıklar saçardı. En parlak yeri olan göğüslerinin ortası bile Nesretan’ın gözlerini perdelemeye yetmiyordu.
“Burası güzel bir yere benziyor” dedi etrafına bakınarak. Bimeyn ile şaşkınlıkla göz göze gelmekten kendimizi alıkoyamadık. Srecalar, içlerindeki enerjiyi düzenli olarak dışarıya atmaları gerekirdi. Bunu eskiden acı bir şekilde yaparlardı. Dışarıya attıkları her birikmiş enerji onların canını yakardı. Ancak insanlar ile birlikte yaptıkları anlaşmalardan sonra fenerleri kullanmaya başladılar. Fenerlerin içlerinde bulunan kapasitör odalarında, içlerindeki fazla enerjiyi rahatça, acı çekmeden bırakıyorlardı. Bu sayede hem onlar, hem de onların enerjisini depolayan biz insanlar kazanmış oluyorduk.
Enerji kıtlığının en kesin çözümüydü bu yöntem. Bu sayede gerekli suyu, yiyeceği ve hatta yaşamamız için gereken her şeyi onların enerjisinden üretiyorduk. Biz onlara konfor sağlıyorduk, onlar ise bize hayat.
Elbette tüm fener sahipleri bu kadar masum değildi. Birden fazla Srecaya ev sahipliği yapmak, diğer fenerlere haksızlık olduğundan yasaktı ancak bunu yapan fenerler vardı. Hatta bazıları Srecaları esir ediyor, onların enerjilerini zorla alıyordu. Nesretan, bizim cılız ışığımıza güvenerek gelmişti belki de. Bizim diğer fenerler gibi ona acı veremeyecek kadar aciz olduğumuzu düşünmüştü ya da? Umduğum tek şey, o günden sonra artık ölene kadar rahat bir hayatımız olmasıydı.
Nesretan dışarıya bakarak devam etti.
“Yağmur dinmiş, hatta güneş açmış” dedi. Gözlerimi dışarıya çevirdiğimde gerçekten güneşin açtığını gördüm. Bir Sreca bulmanın sevinciyle dışarıdaki gürültünün kesildiğini bile fark etmemiştim. Birkaç saniye sürdü bize bir mesaj vermek için bunu söylediğini anlayabilmem. İçindeki enerjiyi bir an önce aktarması gerekiyordu. Daha fazla vakit kaybetmeden devreye girdim.
“Bimeyn, Nesretan’a kalacağı yeri gösterir misiniz?” dedim.
“Beni takip ediniz lütfen” diyerek, feneri içten sarmalarcasına dönen merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başladılar. Ben de o sırada evrak işlerini hallediyordum.
İşlerimi hallettikten hemen sonra koşar adımlarla yukarıya çıkmaya başladım. Srecaları rahat ettirmek önemliydi. Eğer hizmetten memnun kalmazlarsa giderlerdi. Fenerimizin eski görüntüsünü sevmişti belki ama kapasitör odasında rahat edebilecek miydi veya orayı sevecek miydi görmek istiyordum. Fenerin en üst noktasına kadar uzanan sütunun tam ortasındaydı kapasitör odası. Basamakları ikişer ikişer çıkıyordum. Yaklaşık yirmi metrelik çıkışın ardından seslerini duymaya başladım.
“Burası çok güzel” dediğini işittim ilk önce. “İstediğim her şey var.” Yanlarına varır varmaz gülümseyerek araya girdim.
“Beğendiğinize sevindim.”
“Beğendim tabi. Burayı nasıl boş bırakmışlar anlamak mümkün değil.” O kadar övgüyle konuşuyordu ki, sonsuza kadar kalacağına emindim artık. “Ne zamandır boş burası?” diye sordu yeşil gözlerini bana doğrultarak.
“Altı gün oldu. Sizden önceki Sreca on dört saat durmuştu.”
“Peki neden gitti?” Fenerin eksiklerini öğrenmek istiyordu belki de. Ya da gerçekten tıpkı soruş şekli gibi nasıl olur da böyle bir yeri terk etti demek istedi.
“Şey, aslında memnun kaldığını söylüyordu giderken. Hem de çok memnun kaldığını. Ama denizlerden uzun süre ayrı kalmak istemediğini söyleyerek gitti.” Bunları Nesretan’ı kandırmak için uydurmamıştım üstelik. Gerçekten her yeri deniz olan bir yerde denizden uzak kalmamak için gitmek istemişti. “Kendisine istediği zaman denize gidip tekrar gelebileceğini söyledik ama istemedi. Belki anlatmadığı başka şeyler vardı, ama dediğim gibi memnundu bizden.”
“Bence de memnundur. Şuranın güzelliğine baksanıza.” Büyük bir şaşkınlıkla hala etrafa bakınıyorduk Bimeyn ile. Gerçekten burası hakkında konuştuğuna emin miydi sorusu kurcalıyordu kafamızı. “Biliyorsunuz, etrafta güvenilmeyecek çok fazla fener var. Ama hem siz hem de burası gerçekten güzel” dedi içtenlikle. Kapasitör odamız lüks değildi. Eski, kapasitöre bağlı kırmızı deri bir koltuğumuz ve odanın hiçbir köşesini ayırt ettirmeyecek kadar parlak yanan mavi spot ışığımızın dışında koltuğun yanındaki ufak, kahverengi masadan başka bir şey yoktu üstelik.
“Memnun kalmanıza çok sevindik. İsterseniz sizi istirahatiniz için yalnız bırakalım. Bir isteğiniz olursa seslenmeniz yeterli.”
“Teşekkür ederim” diye cevapladı gülümseyerek. Koltuğuna yaslanıp gözerini huzurla kapattıktan sonra biz de dışarıya çıktık ve odasının kapısını örttük. Hala üstümüzdeki şaşkınlığı atamamıştık. Ama daha fazla şaşırmaya gerek yoktu. 6 gündür aç kalmamızın mükafatı olmalıydı bunlar. Bu sefer gerçekten ölene kadar bizimle kalacak bir Sreca bulduk diye düşündük.
“Bimeyn, Nadati’nin ışığını kapatınız lütfen” dedim. Kafasını sallayarak hızla fenerin en üstüne doğru koşmaya başladı Bimeyn. Çoğu fener sahibi bir Sreca ağırlamasına rağmen ışığını söndürmezdi. Srecaların sürekli yer değişmelerini bahane ederdi kimi, kimi ise en iyi enerji veren Srecayı aradığını iddia ederdi. Böylece biri gitmeden diğerini çağırabiliyorlardı. Srecalar hangi ışık yanıyorsa onlardan birini seçerlerdi ve orada konaklarlardı. Işığı sönük fenerler ise ya artık kullanılmıyordu, ya da bir Sreca ağırlıyor demekti.
Aradan geçen saatler boyunca kapasitörümüz enerjiyle doluyordu. Bize şimdiden bir gün yetecek kadar enerji depolamıştık. Daha önce bir keresinde tüm enerjimizi tükettiğimiz bir zaman olmuştu. Tüm enerji tükenince fener de sönerdi ve sizi fark edebilecek bir Sreca bulamazdınız. O gün, Nesretan’dan önceki Sreca gelmişti. Işığımızın sönmesinin hemen ardından iskeleye çıkmıştı. Ondan önceki zor günlerin umutsuzluğuyla ağırlamıştık onu. Bir iki saate kadar enerjisinin bir kısmını atıp başka, daha konforlu bir fenere gitmek isteyecektir diye düşünüyorduk.
Ama saatler geçtikçe ve o bu saatler boyunca hiçbir şeyden hayıflanmadan, aksine sürekli memnuniyetini dile getirdikçe biz de umutlanıyorduk. Aradan 10 saat geçmişti ve bize günlerce yetecek kadar enerji vermişti bile. Aradan dört saat daha geçtiğinde Bimeyn ile artık emindik. Artık karanlıkta kalmayacaktık. Fakat, kader… Tam bunları düşündüğümüz sırada denizlere dönmek istediğini söyledi. Onu tutmak için her şeyi söyledik ama dinlemedi. Gitti…
Altı günün sonunda, yine tam karanlıkta kalmak üzereyken Nesretan’ın gelmesi bir işaret olmalıydı. Ya da aynı şeyler tekrar yaşanacaktı. Bu güne kadar bizimle kalıcı olmak isteyen bir Sreca görmemiştik nasıl olsa. Ama bu son olmalıydı. Artık son olmalıydı…
Yirmi metrelik mesafeyi her saat başı yorulmadan çıkıp, bir ihtiyacı olup olmadığını sorup tekrar iniyordum. Aradan on iki saat geçmişti ve her şey gayet iyi gidiyordu. Her ziyaretimde gülümsüyor, teşekkür ediyor ve tıpkı kendisi gibi bizi de mutlu ediyordu. Taa ki, ilk sıkıntımız ortaya çıkana kadar. Nesretan’ın sürekli gülümseyen yüzü on iki saatin ardından durgunlaştı.
“Bir sorun mu var? Nedir?” diyebildim. Sıkıntısı vardı ama dile getirmekte zorlanacak kadar naifti.
“Şey… Kapasitörünüz.” Duraksadı. “Kapasitörünüze enerji aktarmakta biraz zorlanıyorum. Aslında biraz acı veriyor.” Bimeyn’e baktım. Mühendis olan oydu ama onun da ne olduğunu anlamadığı yüzünden okunuyordu.
“Hemen ilgileneceğiz” dedim ve kapısını tekrar kapattım. Bunca zaman kimse kapasitörümüzden şikayet etmemişti ama düşündüğümüzde çok eski bir hurdadan ibaret olduğunu hatırladık. Şikayeti normaldi. Kapasitörün değişmesi gerekiyordu artık. Ancak bunu nasıl yapacağımızı bilmiyorduk.
Normalde tüm eksiklerimizi Sudbina adasından karşılardık ancak uzun zamandır bozuk olan teleferik yüzünden artık oraya uğrayamıyorduk. Fenerimizin bu kadar eski görünmesinin nedeni de adaya gidip eksikleri alamadığımız ve bakımını tam olarak yapamadığımızdandı. Haliyle yeni bir kapasitör almak da bizim için zordu.
Yine de umudumuz bitmemişti. Bimeyn o an için bize en mantıklı gelen fikrini söyledi.
“Üstünde çalıştığım kapasitörü bitirdim. Onu denesek mi?” El yapımı bir kapasitör ne kadar güvenilir olabilirdi ki? Ama o an için başka çaremiz de yoktu. Hiç olmazsa denemeye değerdi.
“Tamam” diyebildim o an. Nesretan’a durumu anlattığımızda anlayışla karşıladı. Kapasitörü kullanmamıza müsaade etti, hatta onu kurmamız için bize yardım bile etti. Tabi her zamanki gibi boş umutlarımız kapasitörün çalışmaması ile sönüp gitti. Bir an için çalışır gibi olduysa da sonrasında tamamen durmasıyla daha fazla bu kapasitöre bel bağlamamamız için yeterli sebep oldu.
“Üzülmeyin, siz yine de deneyin” dedi Nesretan. Başka bir Sreca olsa bu kadar anlayışlı davranmaz, şimdiden denizlere açılıp başka bir fener aramaya başlardı. Bu şekilde ılımlı yaklaşımı bile bizi sevindirmeye yetti. Ama bu sevinç saatler geçtikçe azalmaya başladı.
Nesretan her acı çekişinde haykırıyor ve her seferinde daha sinirli bir hal almaya başlıyordu. O naif canlı git gide bize öfke duymaya başladı. O an daha fazla oturup düşünmek yerine bir şeyler yapmamız gerektiğini anladık. Bir şekilde adaya gitmeliydik ve yeni bir kapasitör almalıydık. Tabi tek sorun bunu nasıl yapacağımızı bilmememiz idi.
Genelde fener sahipleri birbirlerine bazen destek çıkarlardı. İhtiyaçlarını giderirler, kendi teleferiklerini kullanmalarına izin verirler veya enerji bile verirlerdi. Bizim etrafımız bu konuda pek iyi değildi aslında. Teleferiğini kullanmak istediklerimiz hep bir bahaneyle bizi reddetti. Teleferiğin harcadığı elektriği dahi ödemeye hazırdık üstelik. Ama şans işte, bir türlü yüzümüze gülen birini bulamadık.
Daha sonra bunu kendi başımıza halletmemiz gerektiğini anladık. Çalışmayan teleferiğimizi onarmak veya sandal ile adaya gitmek seçeneklerimiz arasındaydı. Sandal fikri, adanın çevresindeki sivri kayalıklar nedeniyle kulağa pek hoş gelmiyordu. Bu yüzden teleferiği tamir etmeye başladık. Birkaç saat uğraşının ardından sonuç alamayınca Nesretan’ın öfkesi iyice artmıştı. Artık acı çekmek istemiyordu ki bunu zaten normal yollarla enerji vererek çekiyordu. Bu durumda fener kullanmanın ne anlamı vardı diye düşündüğüne emindik. Haklıydı…
Seçeneklerimizi gözden geçirdik. Bizim tanıdığımız fener sahipleri yardım etmiyordu ama Nesretan’ın tanıdığı diğer Srecalardan yardım alabilirdik belki. Belki onlar bazı fener sahiplerini ikna edebilirdi. Çok geçmeden Nesretan’a konuyu ona açtık.
Yanına gittiğimizde o gülümsemesi tamamen kaybolmuştu. Biraz üzgün, biraz kızgın, biraz da kararsızdı bakışları.
“Şey…” diyerek başlayabildim sözüme. Srecalardan böyle bir şey istemek doğru olur mu emin değildik. “Kapasitör çalışmıyor biliyorsunuz. Teleferiğimiz de bozuk olduğundan Sudbina adasına gitmekte zorluk çekiyoruz. Başka teleferik de kullanamıyoruz. Bizi pek sevmiyorlar bu çevrede işin aslı. O yüzden, acaba sizin tanıdığınız Srecalar aracılığıyla bir teleferik kullanabilir miyiz?” Bunu sorarken o kadar çaresiz ve güçsüz hissetmiştim ki anlatamam. Ama içimde bir umut vardı. En kötü anda bile bize gülümseyen Nesretan bize yine yardım ederdi diye düşünüyordum. Fakat düşünceler yine hayal kırıklığına dönüşmekte vakit kaybetmedi.
“Ne yani?” dedi hışımla. Sinirleri iyice yükselmişti. “Bir de benden mi yardım dileniyorsunuz.” Şimdiye kadarki en kaba halini takınmıştı. “Ben buraya acı çekmemek için geliyorum, siz de bunun sayesinde hayatta kalıyorsunuz. Ben kendi görevimi yaptım, siz kendinizinkini yapacaksınız.” Sertti konuşması. Bir yandan haklıydı elbette. Daha doğrusu Bimeyn ona hak veriyordu. Ama ben bir türlü konduramıyordum. Evet, diğer fenerler gibi değildik ama Nadati’yi sevdiğini söylemişti. Diğer fenerler gibi ışığımızı açık tutmadık üstelik. Veya onu esir etmedik. Veya onun yanına bir başkasını koymadık… Bu kadarcık yardımı hak etmiştik diye düşünüyordum.
Bunlar elbette yaşanmadığı sürece önemsizdi Nesratan’ın gözünde. Sadece kusurlar ön plana çıkardı. Ve Nesretan daha fazla kusurumuza dayanamadı. Bu isteğimiz son damla oldu onun için.
“Ben böyle devam edemem” dedi… Ve o da arkasına bakmadan gitti. Tam bir gün kalmıştı Nadati’de. Kapasitörü değiştiremediğimiz için gitme diyemedik üstelik. Onun acı çekmesini de istemiyorduk. Bütün o “ölene kadar kalır mı” düşüncelerimiz de onunla gitti.
Bir süre ne yapacağımızı bilemedik. Nadati’yi tekrar açsak mı emin değildik, nasıl olsa arızalı kapasitörümüze bu kadar dayanabilecek başka biri daha olmayacaktı. Nasıl hayatta kalacağız endişesiyle boğuşmaya başladık. Arızalı bir kapasitör, çalışmayan bir teleferik, birkaç gün yetecek kadar enerjimizden başka bir şeyimiz yoktu. Nesretan gibi birisi bile gittiyse başka bir Sreca’nın gelmesi imkansız gibi geliyordu bize.
Başka bir fener bizim durumumuzda olsa büyük ihtimalle bir Sreca’yı zorla yakalayıp esir ederdi. İnsanlar yaşamak için başkalarının canlarını hiçe sayan yaratıklardı. Ama biz böyle olamadık. Yokluk içindeki hayatımız empati yeteneğimizi güçlendirmişti sanırım. Ya da ne bileyim, diğerlerinin dediği gibi aptaldık sadece.
Tek umudumuz hala Nesretan idi. Bir şekilde kapasitörü tamir edip onu buraya çağırmalıydık. Başka bir Sreca tekrar gelmezdi çünkü. İşin aslı başkasını da istemiyorduk. Çaresizce neler yapabileceğimizi düşünüyorduk ki gitmesinden on iki saat sonra Bimeyn elinde siyah yağmurluk ile göründü kapıda.
“Bunu almayı unutmuş dedi.” Bana verdi. Ondan kalan son iz de buydu. Belki bilerek bırakmıştır diye düşündüm. Belki tekrar döneceğinin işaretiydi bu. Bize eksiklerinizi tamamlayın demenin bir yoluydu belki de. Bekliyorum demenin işaretiydi… Ya da sadece unuttuğu bir yağmurluğun umuduydu bendeki.
Bimeyn bendeki üzüntüyü gördükten sonra yağmurluğu göstererek “denize at” dese de yapamadım. Kayıp eşyaların olduğu dolabın en başına koydum yağmurluğu. Belki bir gün gelir, belki bir gün geri almak ister diye.
Aradan geçen on iki saatin ardından depodaki enerji de iyice azaldı. Zaman aleyhimize işliyordu. Hala oturuyor, neler yapabileceğimizi düşünüyorduk. Ta ki Bimeyn “Tekne” diyene kadar.
“Tekne mi?” diye karşılık verebildim sadece.
“Ne kadar uğraşsak da teleferik ile adaya çıkamıyoruz. Başkaları da yardımcı olmuyor. Tek çaremiz tekne. Hiç olmazsa denememiz lazım” dedi. O sırada fenerin tepesindeki balkonda, korkuluklara yaslanmıştık. Bulutlar kızıla çalan gökyüzünü yavaşça kapatıyorlardı. Güneş bile bizi terk ediyordu.
“Tamam” dedim. Bir süre bunu kim yapmalı tartışmasının ardından Bimeyn bu işi üstlenmeye karar verdi. Analitik düşünmesi sorunlardan daha iyi kurtulmasına neden oluyordu. Gittiği yerde ise bir sürü sorun çıkacağına emindik.
Bimeyn’in tekneyle açılmasından sonra tek başıma kaldım. Nesretan’ı nasıl geri çağırabiliriz diye düşündüm. Bir sürü Sreca vardı belki ama Nesretan’ın ilk zamanlardaki bize olan yaklaşımı gibisi olmayacaktı. Eğer onu memnun edebilirsek gerçekten ölene kadar kalabilirdi. Diğer Srecalar onun gibi olamazdı asla. O yaklaşımı, o iyimserliği sürekli hale getirebildiğimiz sürece ölene kadar sorunsuz yaşayabilirdik. Ama kapasitörsüz çok zordu.
Aradan geçen birkaç saat sonra Bimeyn geri geldi. Eli boştu. Uğraştım dedi. Üstü başı yırtıklar içindeydi. Kayalıklara tırmanmayı bile denemiş ama nafile. Teleferik olmadan çok zor idi.
“Belki tekrar denemeliyim” dedi bir süre dinlendikten sonra. Neyi kastettiğini biliyordum. Yine de konuşmasına devam etmesi için yüzüne baktım. “Belki başka bir kapasitör yapabilirim. Elimde malzemeler var. Tamam, belki süper bir şey olmaz ama daha düzgün çalışan, bize az elektrik kazandırsa bile Srecalara acı vermeyen bir tane yapabilirim belki.”
Olmaz diyemedim. Yapabilecek başka bir şey yoktu nasıl olsa. Sadece tamam dercesine kafamı salladım.
Bimeyn tüm imkanlarını kullanarak bir kapasitör yapmaya başladı. Durmadan onun üzerinde çalışıyor, en iyi işini elindeki tüm imkansızlıklara rağmen çıkarmaya çalışıyordu. Üstelik fena da gitmiyordu. Eski telsizden bir frekans yakalamış ve kapasitör yapımında yardım eden biriyle bile görüşüyordu. Mükemmel değildi yaptığı kapasitör, sürekli bir sorun çıkarıyor ama bir şekilde çözüyordu çıkan sorunu. Yine de iş görebilirdi. Bize bir umut veriyordu hiç olmazsa.
Aradan iki gün daha geçti ve ben daha fazla dayanamayıp Nadati’nin en üstüne çıktım. Kapasitörün bitmesine az kalmıştı nasıl olsa. Bittikten sonra işe yarayıp yaramayacağını bilmiyordum ama bir umut vardı içimde. İşe yararsa Nesretan’ı çağırabilirdik artık. Kapasitörün bitmesini bekleyemeden onu bulmak için içimdeki heyecana yenik düştüm.
Etrafı gözetlememizi sağlayan manzara dürbünü ile etrafa bakmaya başladım. Birçok fener sahibi bu dürbünleri Sreca aramak için kullanırdı. Buldukları Sreca’nın üzerine ışıklarını tutar ve onun başka ışık görmeden sadece kendilerine gelmelerini sağlarlardı. Bu genelde etik bir davranış değildi, her Sreca kendi kararını vermeliydi. Ama hayatta kalma isteği etiklik düşüncesini bir kenara atıyordu.
Uzun süredir kullanmadığım dürbünü sadece Nesretan’ı bulmak için kullandım. Daha önce de sadece manzara seyretmeme yaramıştı üstelik. Bütün fenerleri tek tek aradım belki de. En sonunda bir tanesinden çıkarken gördüm. Belli ki o fenerde de yapamamıştı. Dürbünle takip ettim uzun süre. Belki bizi kontrol etmek için döner diye beklerken, o bir kaç fener ötemizdeki yere usulca gitti. Hareketleri rahattı. Onu karşılayan fener sahibini tanıdığı ifadesinden belliydi. Daha önce gittiği bir fenere dönmüştü.
O an için umutlarım iyice bitti. Daha önce tanıdığı bir fenere gitmesi, son seçimini yaptığı anlamına geliyordu. Denediği fenerler arasından en iyisini seçmiş anlamına geliyordu. Bize bir daha dönme ihtimali olmadığını anlamıştım.
Bimeyn’i çağırıp olanları gösterdim. İşine bir süre ara verip benimle dertleşti.
“Böylesi daha iyi belki de” dedi. “Sonuçta güvendiği biridir ki tekrar ona gitmiş. Hiç olmazsa acı çekmeyeceğini biliyoruz.” Tüm söylediklerine hak veriyordum.
“Biliyorum” dedim durgunlukla. “Mutlu olduğunu bilmek güzel.” Bimeyn’e döndüm. Derin bir nefesin ardından devam edebildim. “Hatırlıyor musun, ilk geldiğinde adının anlamının ateş olduğunu söylemişti. Dün araştırdım eski kitapları. Nesretan’ın anlamı aslında mutsuzluk demekmiş. Bize bunu söylemek istemedi. Onun gibi mutlu birinin nasıl olur da adı mutsuzluk olur diye düşündüm bir süre. Sonra anladım ki, adının hakkını verip de gidiyormuş meğer. O mutlu mudur bilmem. Ama adının hakkını verdiği kesin. Belki de bu yüzden gerçek anlamını söylemedi bize. Biliyordu bütün olacakları. Belki de mutsuz ettiği fenerlerden biriyizdir sadece, ne dersin?”
Bimeyn elini omzuma koyduğunda her ne kadar gülümsemeye çalışsa da yüzündeki hüznü gizleyemiyordu. Böyle anlarda hep mantıklı şeyler söyler, beni biraz olsun rahatlatmaya çalışırdı ama bu sefer diyecek bir şey bulamadı.
O, gidişini kabullense de ben razı olamadım bir türlü. Bimeyn’in dediklerine katılıyordum. Orada mutlu olması gerçekten güzeldi. Ama tek bir şeyden emin olmak istediğim için, elimde olmadan yaptım sonraki yaptıklarımı. Bimeyn bu yaptıklarıma bile karışmadı. Sadece bodruma inip yarım kalan kapasitörünü yapmaya devam etti.
Feneri açtım ve ışığı sadece onun olduğu yere yönelttim. Aslında Nadati’yi fark etmez diye düşünüyordum. Umutsuzdum. Ama o balkona ilk çıktığında eliyle yüzünü siper edip bana baktı. Fakat öyle bir nefretle baktı ki tüm çektirdiğimiz acıların hepsini bir seferde yaşatmıştı bana. Gözlerinde nefret vardı. Bizi düşman gibi görüyordu. Emin olmak istediğim şeyden emindim artık. İlk geldiği zamanki söylediklerinin hiçbiri içinde kalmamıştı. Yine de tek bir şey diyebildim. Haklıydı…
Bimeyn hala bir umut ile kapasitörü bitirmekle uğraşıyordu. Bir şey diyemedim. Nesretan gideli üç gün olmuştu ve son enerjimizi de onun dikkatini çekmek için harcamıştım. Yani, artık kapasitörü bitirse bile bir işimize yaramayacaktı. Başka bir Srecanın dikkatini çekebilecek kadar bile enerjimiz kalmamıştı. Yine de bitirmesi için izin verdim. Nasıl olsa çalışıp çalışmayacağını bilmiyoruz. Hiç olmazsa Bimeyn, benim gibi umudunu yitirmesin istedim.
Bir şansım daha olsaydı eğer, kollarım kopsa bile, yere düşüp ölsem bile teleferiğin iplerine tutunup kilometrelerce adaya doğru sürünürdüm. Böyle öleceğime hiç olmazsa denemiş olurdum. Ama artık bir önemi yok. Ne ada umurumda, ne enerjimizin bitmesi, ne de bir başka Sreca bulmak. Bu eski fener ne yaparsam yapayım eski kalacak nasıl olsa.
Nadati’nin ışığı sönerken güneşin de son ışıkları veda ediyordu gökyüzünden. Hava kapalıydı. Etrafta dönen binlerce fenerin ışığı ve önlerinden süzülüp giden yağmur damlalarının parlamaları vardı sadece. Nadati’yi bir daha yakacak kadar enerjimiz yoktu artık. O an manzaraya baktım. Sönük fenerlerin, içlerinde Sreca olduğu için sönük olduklarını hatırladım daha sonra. Yani sönmüş ışıklar mutluydular. Belki mutluluk sadece fenerin sönmesiydi… Belki… Belki biz de böyle mutlu olurduk…
Çok güzel, fantastik bir öyküydü okuduğum. Yaşam ve ölümü simgeliyor sanki burada deniz feneri. Işığın sönmesi ve mutluluk… Sonra ışığın yanması ama mutsuzluk, aç gözlülük, hileler hurdalar… Hayat gibi işte, iyisiyle kötüsüyle yaşam ışık veren deniz feneri; fener ışık vermiyorsa artık bitmiştir hesabı, mutludur, ölüdür çünkü. Çok sevdim ben bu öyküyü, üzerine kafa yordurtan bir öykü bu. Fantastik öykü yarışmalarına katılabilirdiniz bu öyküyle. Öyküdeki felsefeyi sevdim, evet biraz belki mavilikten ötürü Avatar’ı çağrıştırdı öykü ama ben buradaki hayal gücünü, başarılı mekan tasvirlerini, karakterlerin güzel çizilmiş olmasını sevdim.
Kaleminize kuvvet.
Güzel yorumunuz için çok teşekkürler. Beğenmenize sevindim 🙂
Öyküde yazım yanlışlarından, uyumsuzluklardan kaçınılsa imiş, öykü tekrarlayan ifade ve anlamlardan, klişelerden arındırılsa imiş çok güzel bir öykü olabilirmiş. Öykünün başından itibaren okuyucu tek bir duygunun etkisi altına giriyor, öykünün sonlarına doğru bu duygu tavan yapıyor. Bu sebeple bence oldukça başarılı bir öykü olmuş. Yazarın deneyimi öyküde kendini belli ediyor.
Her ne kadar aceleye geldiği için hatalar var demek istesem de bu bahaneye pek sarılmayacağım. Sonuç olarak uzun süre kontrol etsem bile yazım hataları dışında bu halinden pek değişmeyeceğini de biliyorum 😀 En nihayetince acemi olarak yazarlıkla uğraşan, yazmayı sevdiği için yazan edebiyat severleriz. Yorumunuz, beğeniniz ve değindiğiniz eksiklerim için çok teşekkür ederim.
Öyküyü çok sevdim. Üslup vb. şeylere takılmadan merak içinde okudum. Öyküdeki farklı hava insanı kendine çekiyor. Ellerinize sağlık.
Yorumunuz ve beğeninizi dile getirdiğiniz için çok teşekkür ederim 🙂