Keşif Güncesi: 21 Temmuz 2152
Bu gün; yedi bilim insanı, teknisyenler ve çalışanlarla beraber kırk iki kişiden oluşan kafilemizle, kıtanın diğer ucunaulaşmayı başardık. Kıyı şeridi boyunca yapmış olduğumuz kamplar ve nihayetinde toplamış olduğumuz veriler bizi daha zorlu bir yolculuğa çıkmaya mecbur bırakmıştı. Sinan hâlâ durgun…Bu keşif gezisi onun için başka bir anlam ifade ediyor. Biliyorum, o bana anlatmasa da…
1
Sinan, önündeki monitöre bakıyor, kalemiyle elindeki not defterini karalıyordu. Alfa ekibinin tespit ettiği ses dalgaları tekrar ortaya çıkmıştı. Bu, bir ay içinde duyulan dördüncü sinyaldi. Bunda bir tuhaflık var… Kalemin tepesini dişlerinin arasına götürdü. Bir yandan düşünüyor, bir yandan da kalemi çiğniyordu. Aklına gelen bir düşünce onu çadırdan çıkmak için dürtükledi. Hızlı adımlarla kendi çadırına doğru ilerlemeye başladı. Kafasındaki düşünceleri toparlamaya çalışırken ayakları onu kendiliğinden gideceği yöne götürüyordu. Neden sinyaller her geçen gün daha da sıklaşıyor? Gerçekten de sinyalin kaynağına yaklaşıyor muyuz?
On yıl kadar önce bir denizaltı tarafından Pasifik Okyanusunun dibinde garip bir sinyal tespit edildi. Sinyal on saniye kadar duyulmuş ve bir anda ortadan kaybolmuştu. Televizyon ve gazeteler bunun bir savaş makinesi olabileceğine dair yalan yanlış haberler yapmaya başladı. Medya işin gizemli tarafını o kadar sevdi ki bazı programlarda bu ‘Gizemli Ses’ in kaynağının uzaylılar olabileceği bile konuşulmuştu. Sonra son baharda dökülen yapraklar misali bu ‘Gizemli Ses’ gizemini yitirdi ve solup gitti… Ta ki, dört yıl sonra 2146 yılının Aralık ayında Hint okyanusunda tekrar duyuluncaya kadar.
Dünya genelinde basın, bu ‘Gizemli Ses’ i tekrar gündemine aldı. Ancak bu kez yeteri kadar ilgi görmeyince üzerinde fazla durulmadı ve öncekinden çok daha hızlı bir şekilde unutulup gitti. Hiç kimsenin umurunda değildi. Bir kişi hariç…
Sinan, bu ses ilk ortaya çıktığında bir Zoolog olarak hemen araştırmaya başladı. Sesin kaynağının bir hayvana, hatta bir balinaya ait olabileceğini düşünmüştü. Son balinanın 2058 yılında ölmesi de göz önüne alınınca böyle bir olayın gerçekleşme ihtimali bile onu heyecanlandırmaya yetmişti. Türü tamamen tükenmiş olan bir canlının varlığını kanıtlamak.
Sinan günlerce süren araştırmalarında elle tutulur bir şey bulamadı. 2058 yılından 2146 yılına kadar yaşanmış tek bir balina vakası bile yoktu. Soylarının tükenmiş olmasına rağmen yeni keşfedilen bu ‘Gizemli Ses’ in onlarla arasında hem bir benzerlik hem de bir ayrım vardı. Bilindiği kadarıyla balinalar 15 ila 25 Hertz frekansında ses çıkarıyorlardı. Bunu Sinan da biliyordu ancak bu keşfedilen ve bir anda ortadan kaybolan ve kaynağının balina olduğunu düşündüğü ses 52 Hertz frekansındaydı. Bu açıdan bakınca bir balina olması hayli zordu. Ancak çıkardığı melodi tıpkı bir balinaya ait gibiydi… Bir mavi balina… Sesin duyulduğu iki kaynaktan da bunu doğrulayınca ortak bir araştırma ekibinin kurulması için çalışmalarına başladı. Dört yıl içinde ses iki kez daha duyulmuştu. Bu sefer tek bir noktadan gelmişti. Antarktika Okyanusu…
Sinan kafasındaki düşüncelerle birlikte çadırına girdi. İçeride onunla birlikte kalan takım arkadaşları bulunuyordu. Ayla her zamanki gibi yatağında uzanmış keşif güncesini yazıyordu. Mark ve Stan boş zamanlarında yaptıkları gibi –kendilerine boş zaman yaratmak konusunda uzman sayılırlar- masada oturmuş kâğıt ve pullarla oynanan ve rakibini blöf ile kandırıp üstünlük sağlamayı amaçlayan skram adında tuhaf bir oyun oynuyorlardı. Mark ve StanAvusturalya kolonisinden gelmişlerdi. Sinan her zaman bu insanların anlaşılmayan bir tarafı olduğunu düşünüyordu. 3. Dünya Savaşı bitip de savaşın kendilerine ne yaptığını fark eden insanoğlu, tek bir çatı altında toplanmaya karar vermişti. Böylece tek ve ortak bir yönetimin altında; sınırlar ortadan kaldırılacak, her türlü milliyetçilik ağır şekilde cezalandırılacaktı. Tüm dünya halkları ortak bir lisan çevresinde toplanacak ancak etnik kökenini oluşturan kendi lisanını konuşmak isteyenlere de karşı çıkılmayacaktı. Sınırlar ortadan kaldırıldı. Ülkeler şehirlere, kıtalar kolonilere dönüştü. Ülkelerin bayrakları resmi olarak yok sayılmasa da önemini yitirdi. Her ülke, kendi bayrağını belirlenen ortak ‘Dünya Halkı’ bayrağının tam ortasına gelecek şekilde yerleştirdi. Böylece yeni bir dünya düzeni kuran insanoğlu kendine ve gezegenine bir şans daha tanımış oldu. Tek vatan: Dünya, Tek halk: İnsanlık… Ancak bu yeni düzen, eski yıkıntıların arasından çıksa da verilen zarar geri getirilemezdi. Ölen insanlar, kültürler, nesli tükenen hayvanlar ve bitkiler… Avusturalya kolonisi bu oluşumu hayli zor kabullendi ve en son katılan onlar oldu. Sinan bu yüzden bu insanları biraz garip bulurdu…
Genç adam aklını kurcalayan bu düşünceleri eliyle havayı iter gibi yapıp uzaklaştırdı ve telsizin başına oturdu. Kıyıda bulunan Alfa ekibinin frekansına geçip çağrısına cevap bekledi:
“Burası kör şahin… Beni duyan var mı?”
Ayla dikkatini düşünceli bir şekilde telsizin başında duran Sinan’a çevirmişti. Mark, dönüp Ayla’ya baktı. Kızıl saçları omuzlarına dökülen ve elmacık kemikleri belirgin, uzun yüzlü bu güzel kadına karşı Sinan’ın nasıl kayıtsız kalabildiğine hayret ediyordu. Mark başıyla Stan’e kızı işaret etti. Stan önce kıza sonrada onun baktığı yöne, telsizin başındaki Sinan’a baktı. Mark eğilip kısık sesle Stan’e bir şeyler söyledi ve ikisi birden kıkırdamaya başladı. Ayla elindeki günceyi kapatıp yastığının altına koydu ve kalkıp Sinan’a doğru yürümeye başladı. O yürürken kıkırdamaya devam eden Mark ve Stan’e aldırış etmemeye alışmış olsa da, arkasından geçerken Mark’ın başına hafif bir fiske atmadan duramadı. Mark yüzünü ekşitip başını ovaladı ve ikili bu kez yüksek bir kahkaha attı.
“Burası kör şahin, cevap ver Jakhal!”
“Kıyı solucanı dinlemede kör şahin. Senin araştırma laboratuvarında olman gerekmez miydi?”
Aksanına bakılırsa konuşan Dany’di. Dany, Güney Amerika kolonisindendi ve bu insanlar ortak lisanı ilginç bir aksanla konuşuyorlardı. Asya, Sinan’ın yanındaki boş sandalyeye oturup konuşmayı dinlemeye başladı.
“Selâm Dany, Jakhal oralarda mı?” Telsizden birkaç saniye cevap gelmedi. Sinan dönüp Ayla’ya bakınca kadının sorgulayan gözlerini gördü ve eliyle beklemesini söyledi. Telsizden tınısı kulaklarda kalan genç bir adamın sesi duyuldu:
“Neden her defasında buna şaşırmadığımı kendime sorup duruyorum? Hatta inanır mısın, günlük rutinlerim arasına girmeyi bile başardın Sinan. Uyan, kahve iç, Sinan’la konuş, yemek ye, tuvalete git, Sinan’la konuş, işini yap, yemek ye, bir dakika bir şey unuttum! A elbette Sinan’la konuş. Yakında seksten sonra orgazm sigarası içmek yerine seninle konuşmaya başlarsam hiç şaşırmayacağımı!”
Ayla ve Sinan, telsizin başındaki adamın sözlerine gülmeden edemedi. Jakhal, Afrika kolonisinden gelmekteydi. Rahat bir karakter yapısı vardı… Fazla rahat…
“Biraz abartıyorsun bence Jakhal.”
“Hiç de bile! Bence artık ee siz Türkler nasıl diyordunuz? ‘Adını koyalım.’ Benden hoşlandığını itiraf et ve ikimiz de rahatlayalım. Ne dersin?”
“Jakhal seni hayal kırıklığına uğratmak istemezdim ama tipim değilsin.”
“Yaradana şükür ki değilim!” İki taraf da karşılıklı gülüştüler. Jakhal ve Sinan uzun yıllardır, farklı kıtalarda olsalar da birçok işte birlikte çalışmışlardı. Sinan telsize yaklaştı:
“Jakhal, bana kıtaya geldiğimiz andan itibaren duyduğunuz ilk sesin tarihini ve saatini söyler misin?”
“Bir saniye bekle lütfen…” Sinan beklemeye başladı. Ayla, bu notların zaten kendilerinde var olduğunu bildiğinden, yan taraftaki dosya dolabına doğru gitti ve elinde bir dosya ile geldi. Sayfayı açtı ve verileri Sinan’a gösterdi. Sinan Ayla’ya baktı.
“Bu verilerin bizde de olduğunu biliyorum. Ama aradığım başka bir şey.” Bunu söyledikten sonra çantasından bir defter çıkardı ve üzerinde garip çizgilerin gezindiği ve belli yerlerinde rakamların yazılı olduğu bir sayfayı açtı. Ayla sayfaya göz gezdirdi. Yazılı olan rakamlardan biri bir tarihi simgeliyordu: 1989. Ayla kaşlarını çattı. Telsizden tekrar cevap geldi:
“ Kıtaya ilk geliş tarihimiz: 12 Şubat 2151. Bundan iki hafta sonra, tam olarak 26 Şubat gece 03.17 de ilk sinyali duyduk.” Sinan tarih ve saati defterindeki şemada uygun yerlere yazdı. Sonra telsize tekrar yöneldi.
“Hangi sonda?”
“45-KH.12BJ0.”
“Peki, ikinci sinyali tam olarak ne zaman yakaladık?”
“Ne yapmaya çalıştığını açıklayacak mısın Sinan? Bu veriler zaten sende de yok mu?” Jakhal’ın sesi biraz sitem doluydu. Sinan’la konuşmayı seviyordu ancak bu iş ona angarya gibi geliyordu.
“Lütfen Jakhal sadece söyle olur mu?”
“Pekâlâ. Nasıl istersen. İkinci sinyali 15 Mart Saat 08.54’te yakaladık. Sonda kodu: 45GY.23AD8” Sinan defterinin üzerine rakamları karalamaya başladı. Böylece kıtaya adım attıkları ilk andan, kıtanın diğer ucuna gelene kadar ki süre içinde kaydedilen tüm sinyalleri dinledi ve defterine not etti.
“Tamamdır Jakhal. Teşekkür ederim.”
“Önemli değil. Ama rica ediyorum, akşam yemeğinden sonra görüşmeyelim. Seni kırmak istemem ama güzel bir kadınla randevum var.” Sinan gülümsedi.
“Bunu bana yaptığın için seni asla affetmeyeceğim Jakhal! Görüşürüz.” Sinan telsizi kapattı ve sandalyesine yaslandır. Ayla’nın varlığını unutmuş gibiydi.
“Bana da anlatacak mısın?” Sinan düşüncelerinden sıyrıldı. Genç kadına baktı. Büyüleyici bir güzelliği vardı.
“Önemli bir şey değil,” dedi ve defterini almak için atıldı ancak Ayla son anda defteri alıp ayağa kalktı.
“Demek önemli değil. Peki, bana söyler misin? Bu tarih ne anlama geliyor? D.Ö. 1989” Ayla cevap bekleyen gözlerini Sinan’a dikti. Mark ve Stan, tüm olanlar boyunca oyunlarına devam etmişlerdi ama şimdi onlar da dikkatlerini ikiliye çevirdiler. Özellikle de Ayla’nın belirttiği tarihi duyunca. ‘Devrimden Önce 1989.’Üçüncü Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve insan uygarlığının tek çatı altında birleştiği 2054 tarihi yeni bir milat olarak kabul edilmişti. İnsanların kendilerine karşı yaptığı bir devrim… Bu tarihten öncesi ve sonrası; Devrimden Önce ya da Devrimden Sonra olarak adlandırılıyordu.
Sinan, Ayla’nın elinde tuttuğu defterine baktı. Sonra da yenilgiyi kabullenmiş bir edayla sandalyesine oturdu. Ayla da onunla aynı şeyi yaptı. Sinan derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı:
“Pekâlâ…”
ARA
Kazı alanı boylu boyunca branda ile çevrelenmişti. Kazma ve küreğin değdiği her yerde kalıntılar peyda oluyordu. Sinan, kazı alanındaki keşmekeşin içinde koşturuyor dedesini bulmaya çalışıyordu. Sonunda yaşlı adamı bir çukurun içinde buldu. Diz çökmüş bir halde eliyle çenesini sıvazlayarak, neredeyse yarısı ortaya çıkarılmış, büyükçe bir hayvanın kemikleri başındaydı. Adamın saçları beyaz ve dalgalıydı. Tek tük birkaç siyah tel görünüyordu ama onlarda istilacılara karşı direnen devrimciler gibiydi. Zaman onları da yok edecekti. Sinan yaşlı adamın yanına yaklaştı. Babası öleli üç yıldan fazla oluyordu. Bütün bu zaman içinde dedesiyle yaşamıştı. Dedesi her zaman neşeli ve keyifliydi. En azından Sinan’a karşı hep öyleydi. Ancak babasının ölümü hem Sinan’ı hem de dedesini çok etkilemişti. Dedesi artık o eski neşeli tavırlarını çok az sergiliyordu.Babasının ölümü ile sanki dedesinden de bir parça ölüp gitmiş gibiydi. Sinan için bu bazen dayanılmaz olabiliyordu. Sığınabileceği tek liman dedesiydi ve artık o da sağlam duramıyordu. Babası ve dedesi arasındaki gerilimi hiçbir zaman anlayamamıştı. Hatta babası, dedesiyle zaman geçirdiğinde Sinan’a karşı garip bir kızgınlık sergiliyordu. Küçük yaşlarda bu durumu anlamakta zorluk çekiyordu. Ama şimdi biliyordu ki ikisinin arasında bir şeyler yaşanmıştı.
Torununu fark eden adam gözünün ucu ile ona baktı. Sonra derin bir nefes çekip ayağa kalktı.
“Evlat, söyle bakalım bu kemikler hangi hayvana ait?” Sinan önce dedesine sonra da kemiklere baktı. Dedesi onun bir arkeolog olmasını çok istemişti. Neredeyse bütün çocukluğunu dedesinin yanında kazı alanlarında geçmişti. Ancak Sinan’ın ilgisini ölü şeylerden ziyade canlı olanlar çekiyordu. On üç yaşındayken, dedesi eline fırça verip bulunan kemiklerin üzerini nazikçe temizlemesini istemişti. Birkaç dakika sonra adam Sinan’ın yanına geldiğinde onu, sağda solda topladığı böcekleri incelerken bulmuştu. On sekiz yaşına geldiğinde dedesine hayvan bilimci olacağını söylemişti. Her ne kadar dedesi buna içerlemiş de olsa çocuğa bir şey demedi. Aradan bir yıl geçmişti ve yaşlı adam bunu kabullenmiş görünüyordu. Bulunan kemikler hakkında Sinan’ın fikir yürütmesini istiyor onu cesaretlendiriyordu.
“Bir fikrin vardır sanırım?” Sinan düşüncelerinden kurtuldu ve birkaç adım atarak kemiklere yaklaştı.
“Bu bir fil.” Adam duyduğu cevaptan pek tatmin olmamış gibi görünüyor sanki daha fazla bilgi ister gibi Sinan’a bakıyordu.
“Yavru bir fil,” Yaşlı adam memnun bir şekilde başını salladı. Sinan hayvanı biraz daha inceledi. Öleli ne kadar olmuştu?Yüz yıl mı? Yüz elli mi?Dikkatini bir şey çekti. Hayvanın sağ ön ayağındaki kemikler kırıktı ve metale benzeyen bir nesne kemiklerin içine girmişti. Sinan biraz daha dikkatli bakınca bunun insanlar tarafından yapılmış bir tuzak olduğunu anlamıştı. Bir çeşit ayı kapanıydı. Hayvan bu kapana basmış, kapanın iki yanağı hızlıca kapanmış ve hayvanın ayağını dişleriyle parçalamıştı. 2048 yılında nesli tükenmekle karşı karşıya gelen bu hayvanları avlamak büyük bir suç haline gelmişti. Ama insanlar ne yaparsa yapsın fillerin nesli tükendi. Yaşayan son fil 2095 yılında öldü. Bu hayvan son üyelerden biri olmalıydı. En kesin çözümü karbon testi verirdi. Bunu dedesi ona anlatmıştı.
“Öleli yaklaşık yüz belki de yüz elli yıl olmuş. Muhtemelen nesilleri tükenmeden çok önce ölmüştür. Burada,” diyerek kırık ayağını dedesine gösterdi. “Bir tuzağa yakalanmış. Ayağı kırılmış ve muhtemelen yırtıcı bir hayvanın yemeği olmuş,” dedi kemiklerin üzerindeki diş izlerini göstererek.
Dedesine dönüp baktığında, yaşlı adamı gülümserken buldu. Adam başıyla ona işaret etti ve ikili çadıra doğru yürümeye başladı.
“Senden çok iyi bir arkeolog olurdu, biliyorsun değil mi?” diyerek elini torununu omuzuna attı. Sinan dedesinin bu tatlı sert sataşmalarına alışmış olsa da yaşlı adamın bunu daha ne kadar sürdüreceğini merak ediyordu.
“Dede ben kararımı verdim biliyorsun. Beni caydırmaya çalışmaktan vazgeç artık!” Yaşlı adam ellerini cebine koydu ve gülümseyerek kazı alanında gözlerinin gezdirdi.
“Denemeye değer!” İkisi birden gülerek çadıra doğru yürümeye devam ettiler. Sinan biraz ileride, bir adamın ahşaptan oyma küçük bir ağacı tek eliyle havada tutup daire çizerek yürüdüğünü gördü. Adam sağ eliyle ağacı havada tutuyor, onu merkez alarak daire çiziyor bir yandan da ilahi ya da duaya benzer bir şeyler mırıldanıyordu. Sinan dedesine döndü:
“Şu adam, ne yapıyor?”
“A, Shria mı? Hiçbir şey, sadece dua ediyor.” Onu izlemek için biraz ilerideki taburelere oturdular. Adam, adımlarını yavaşça atıyor her adım bir ahenk oluşturuyordu. Sanki yürümüyor da havada süzülüyor gibi görünüyordu. Yavaş, zarif, dikkatli. Tıpkı bir ağacın köklerini toprağa salması gibiydi.
“Ağaca mı dua ediyor,” dedi Sinan ilgiyle adamı izlerken.
“Ağaç mı? Yo ağaca değil. Gaju’ya dua ediyor. Bu gün cumartesi ve onlar için kutsal bir gün.” Adam torununun dikkatini çekebilmiş olduğu için kendisiyle neredeyse gurur duyuyordu. Sinan neredeyse tüm çocukluğunu dedesiyle kazı alanlarında geçirmişti. Bunun en büyük sebebi ise dedesinin ona eski halklarla ilgili anlattığı hikâyelerdi.
“Gaju ne?” diye sordu Sinan, merakını gizlemiyordu.
“Eskiden, çok ama çok eskiden, Afrika kıtasının kabilelerle dolu olduğu zamanlardan bahsediyorum, bir inançları varmış. Dünya üzerindeki her canlının bir Gaju’su olduğuna inanırlarmış. Ya da daha sade bir söylemle, her canlının bir ruhu olduğuna…”
Sinan duydukları yüzünden hayal kırıklığına uğradığını gösterircesine, dudaklarını büzüp bakışlarını yere devirdi.
“Bu pek de bilinmeyen bir şey değil dede. Herkesin, her şeyin ruhu var. Bunu ben de biliyorum.”
“Aha, sanırım beni yanlış anladın evladım. Gaju; her canlıda bulunan ruhu temsil etmez. Her canlının bağlı olduğu ruhu temsil eder.” Sinan dedesinin sözlerinden bir anlam çıkarmaya çalışırken, yaşlı adam konuşmaya devam etti:
“Shria’nın elinde tuttuğu şey sıradan bir ağacı temsil etmiyor. O, Gaju, yani ağaçların Gaju’su. Dünya üzerindeki her şeyin bir Gaju’su vardır evlat. Ağaçların, çiçeklerin, suyun, toprağın, maymunların, sincapların, karıncaların, insanların… Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Her şey yaşam enerjisini bağlı oldukları Gaju’dan alıyorlar.” Sinan duyduklarını anlamaya çalışıyor ancak bir türlü toparlayamıyordu. Her şeyin bir Gaju’su mu vardı…
Shria, duasını bitirdi. Ağacı ellerinde tutarak yürümeye başladı. Bunu görünce Sinan ve dedesi de kendi çadırlarına doğru yürümeye devam ettiler.
“Peki ya filler?”
“Ne olmuş onlara?” Yaşlı adam Sinan’ın neyi kastettiğini anlamamıştı.
“Fillerin nesli tükendi öyle değil mi? Yani yaşayan tek bir fil bile yoksa onların Gaju’suna ne oldu?” Yaşlı adam kaşlarını çattı. Bu soru daha önce onun aklına neden gelmemişti?
“Bilmem. Sanırım o da yok oluyordur… Onların inancına göre Gaju’lar ruhlar alemiyle, dünya arasındaki dengenin merkezindelermiş. Efsaneye göre eğer bir insan bir Gaju’ile karşılaşırsa, Gaju o insanın dileğini yerine getirirmiş. Tabii buna layıksa…”
“Sen bir Gaju ile karşılaşmadın sanırım?” Yaşlı adam torununa baktı.
“Şey gerçek olmadıklarını bildiğimden, karşılaşmamış olmam gayet normal bence.” Adam muzipçe gülerek Sinan’ın başını okşadı. Gün yavaş yavaş yerini akşama bırakıyor güneş ufukta son dansını kızıl renkler eşliğinde sergiliyordu.
“Ne dilerdin?” diye sordu Sinan dedesine.
“Efendim?”
“Eğer bir Gaju’yla karşılaşsaydın –tabi eğer gerçeklerse- ne dilerdin?” Yaşlı adam durdu. Bir an için ciddi ciddi torununun sorusunu düşündü. Ne dilerdim? Adamın yüzündeki renk soldu. Bakışları canlılığını yitirdi. Gözlerindeki anlam yerini acıya ve kedere bıraktı. Sinan bu bakışı biliyordu. İçinden kendi kendine küfretti. Neden sormuştu ki? Yaptığı şeyi düşününce kendine kızmadan edemedi…
“Dede,” yaşlı adam birden irkilerek daldığı düşüncelerden çıktı. Sinan karşısında durmuş gülümsüyordu. “Hadi çadıra dönelim, karnım acıktı…” Yaşlı adam zoraki bir gülümsemeyle torunun yanağını okşadı ve çadırlarına doğru yürüdüler…
Keşif Güncesi: 22Ağustos 2152
Sinan’ın anlattıkları hâlâ kafamı kurcalıyor. 52 Hertz… Sanırım bununla ilgili ben de bir araştırma yapsam iyi olacak. Sinan kaynağın bir balinaya ait olduğundan hayli emin konuşuyor. Benimse şüphelerim var…
2
Kamp alanı bu gün bayram yeri gibiydi. Şarkılar söyleniyor, şampanyalar patlatılıyor, kamp ateşi etrafında danslar ediliyor, herkes birbirini tebrik ediyordu. Yıllardır gizemini koruyan bu sinyalin kaynağı sonunda tespit edilmişti. Tek engel oraya ulaşmaktı. Sinan’ın yapmış olduğu hesaplamalar onları kıyı şeridi boyunca bir süre daha ilerletmiş, yolculuk bir koya ulaştıklarında son bulmuştu. Buraya bir sonda yerleştiren ekip sinyali beklemeye başlamıştı. Sinan, sinyalin sondayı yerleştirdikten iki gün sonra 20 Ağustos cumartesi günü duyulacağını söylemişti. Bunu biliyordu. Daha önceki tarihleri tekrar incelediğinde sinyalin sadece cumartesi günleri duyulduğunu anlamıştı. Ki tüm bu olanlar iki gün önceydi. Sinan haklı çıkmıştı. Gece 01.25’te sinyali yakalamışlardı. Bu kez hiç olmadığı kadar uzun ve güçlüydü. Sanki kaynak onları selamlar gibiydi. Sinan burada jeologların yer altı yapılarını incelemelerini istemişti. Buldukları şeyi görünce bütün ekip şaşkınlığa uğramıştı. Kıtanın altı tünellerle doluydu. Bu tüneller örümcek ağı gibi dolanıyor ve kıtanın merkezinde buluşuyorlardı. Ne kadar derine gidebileceklerini tam olarak kestirememişlerdi. Hesaplamalar doğruysa on sekiz saatlik bir yolculuk onları bekliyordu ki bu da çok riskliydi. Oraya bir denizaltı ile gidilebilirdi ancak tünellerin genişliğinin ne kadar olduğu ya da ne derece daralıp genişlediği ile ilgili kesin bilgilerden yoksunlardı. Bunun için daha fazla zamana ihtiyaçları vardı. Ama Sinan kendinden emin görünüyordu. O tüneller bir balinanın sığacağı genişlikte olmalı…
1“Orada. Bundan eminim,” dedi Sinan, buzların üzerine otururken. Dalgalar kıyıya vuruyor, yıldızlar göz kırpıyor, kamp ateşi çatırdıyordu. Hava soğuktu ancak Sinan üşümüyordu. Aksine heyecanı onu sıcak tutmaya yetiyordu. Ayla adama baktı. Keskin yüz hatları düşünceli duruşuyla birleşince ona bambaşka bir hava katıyordu.
“Sanırım bunu görebilmek için biraz daha beklememiz gerekecek. Ama ben hâlâ bunun o balina olduğunu sanmıyorum.52 Hertz.” dedi Ayla adama bakmadan. Sinan bir şey söylemedi. İçten içe yanılmış olma ihtimali Sinan’ı yeterince korkutuyordu zaten. Ama yanılmış olamazdı. Sıradan bir balina olamaz…
Sinan, Ayla ve diğer iki ekip arkadaşına düşüncelerini açıkça anlatmıştı. D.Ö. 1989 yılında Pasifik okyanusunda bir ses kaydedilmişti. Bilim insanları sesin kaynağını bulmaya çalışmışlardı. Onu görmemişlerdi fakat bu sesi sık sık kaydetmişlerdi. Ses bir mavi balinaya aitti. Ancak diğer balinaların çıkardığı ses frekansından çok daha yüksek; 52 Hz frekansında ses çıkarıyordu. Hatta o yıllarda bu balinaya 52 Mavi ya da Dünya’nın en yalnız balinası demişlerdi. Sinan, o kayıtlarla kendi kayıtlarını karşılaştırmıştı. Bu sinyalin kaynağı, hâlâ tek başına okyanusta dolanan 52 Mavi’ye aitti. Neslinin tükendiğini düşündükleri balinaların son üyesi belki de hâlâ yaşıyordu.
“Neden cumartesi?” Sinan, kaşlarını çatıp kadına döndü.
“Ne?”
“Sinyalleri neden sadece cumartesi günleri duyuyoruz?”
“Bilmiyorum. Gerçekten,” dedi adam. Başını yıldızlara doğru kaldırdı. Söylesem de inanmazsın ki…
“Her neyse,” dedi Ayla ve ayağa kalktı. “Mark ve Stan bizi bekliyor. Bu akşam onlarla skram oynayacağımıza söz verdik. Unutmadığını varsayıyorum.”
“Aslına bakarsan unutmuştum,” dedi Sinan, kabahat işlemiş küçük bir çocuğun ifadesiyle. Kadın, Sinan’a gülümsedi sonra da kamp alanına doğru yürümeye başladı. Sinan, yıldızlara baktı. Sonunda onu bulduğunu biliyordu. Biraz daha sabretmek zorundaydı. Birkaç gün sonra her şey netleşince, tünellerde yolculuk yapmaya başlayabileceklerdi. Ayağa kalktı ve çadıra doğru yürümek için arkasını döndü. Duyduğu bir ses onu olduğu yere mıhladı. Arkasına baktı. Deniz durağanlaşmış çarşaf gibi olmuştu. Yaklaşık yüz metre ileride, bir kıpırtı görmüş gibi oldu.
“Bu da ne bö…”
O daha lafını bile bitiremeden, deniz kabarmaya başlamıştı. Sanki koca bir balon denizin içinden yüzeye doğru çıkıyor, tepe yükseldikçe sular yanlara dökülüyordu. Sonra onu gördü, devasa yaratık gözlerini dikmiş Sinan’a bakıyordu. Gövdesinin yarısı dışarıdaydı ama buna rağmen bir buz dağını andırıyordu. Mavi bir buz dağını…
“52 Mavi…” dedi Sinan, hayat durdu. Burunlarına çektiği hava dondu kaldı. Eğlenen eden kalabalık kıpırtısız heykellere döndü. Ateş dans etmeyi bıraktı. Odunlardan yükselen kıvılcımlar havada asılı kaldı.
“Beni arıyordun?” dedi kafasının içinden bir ses. Aslında ses falan duymadı ama cümle tam olarak kafasında belirdi.
“Beni arıyordun insan?”
“Evet… Ben…” Sinan konuşmuyordu. Sadece düşünceler kendiliğinden oluşuyordu. “Sen o sun değil mi?”
“O derken neyi kastettiğini anlamadım insan.”
“Sen sıradan bir balina değilsin. Sen Gaju’sun… Tüm balinaların ruhu!”
“Dünyada balina kalmadı insan. Unuttun mu? Hepsini yok ettiniz, tıpkı diğer her şeyi yok ettiğiniz gibi. Nasıl bir lanettir ki, her şeyi yok etmenize rağmen kendiniz sağ kalabiliyorsunuz. Sağ kalıyor ve bununla yaşayabiliyorsunuz!”
Sinan afallamıştı. Ne söyleyeceğini bilemiyordu.
“Şimdi ne istiyorsun onu söyle insan!”
“Ben… Ben bir şey istemiyorum.”
Yaratık sustu. Bir süre ikisi de konuşmadı. Sinan kalbinin atışlarından başka ses duymuyordu. Bir Gaju buldum ve hiçbir şey istemiyor muyum?
Yaratık, Sinan’ın aklını okumuş gibi tekrar konuştu.
“Bir Gaju ile karşılaştın ve bir dileğin bile yok mu insan? Sen bilirsin!”
“Bekle!” Sinan, bunu bağırarak söylemişti. Heyecanını dizginleyemiyordu. Kelimeler ağzından çıkmamıştı ama tüm bedeni bu kelimeyle titremişti.
“Ruhlar âlemi ile bu âlem arasında dengeyi koruduğunuz söyleniyor. Doğru mu?”
“Öyle sayılır insan. Ne istiyorsun?”
“İki kayıp ruhu bulmanı istiyorum… Onları diğer âlemde bir araya getirmeni istiyorum. Bunu yapabilir misin?”
“Neden ayrı olduklarını düşünüyorsun?”
“Çünkü bu dünyada bir araya gelmeyi beceremediler. İkisi de bunun pişmanlığı ile öldü. Acı çekmelerini istemiyorum…”
“Öyle olsun insan.” Yaratık gözlerini kapattı. Ve suyun derinliklerine doğru batmaya başladı.
İleride, az önce yaratığın olduğu yerde, soluk bir siluet duruyordu. Sinan bakışlarını şekle dikti. Şekil duman gibi havada salınıyor, sağa sola yalpalıyordu. Bir süre sonra netleşmeye başladı. Babası ve dedesi… İki adam sıkı sıkıya birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. İkisi de mutluydu. Sinan gördüğü manzara karşısında ne yapacağını bilemedi. Dedesi bir an durdu ve bakışlarını Sinan’a çevirdi. Yaşlı adamın minneti gözlerinden okunuyordu. Sinan gülümsedi. Gözlerinden dökülen yaşlar dünyanın en güzel şeyleriydi artık. İki adam geldikleri gibi, solup gittiler. Onlar gözden kaybolunca, hayat varlığını sürdürmeye devam etti.
“Sinan!” Adam duyduğu sesle irkildi ve arkasına baktı. Ayla hâlâ oradaydı. Sadece birkaç adım atmıştı. Kadın Sinan’ın ağladığını görünce hemen yanına geldi.
“İyi misin?” Sinan bakışlarını denize çevirdi. Dudakları istemsizce yanlara doğru gerildi ve gülmeye başladı. Ayla olup biteni anlamaya çalışıyor, adam müthiş bir keyifle kahkahalar atıyordu. Sinan kadını kucakladı ve dönmeye başladılar. Ayla istemsizce Sinan’ın enerjisine ayak uyduruyordu. Yıldızların altında iki genç kahkahalarla dönüp duruyorlardı…
Dünyanın en yalnız balinasına…
Selam Ufuk. Özledim ben de buraları.
Öyküyü beğenmene sevindim. Hem yazım hem de öykünün kendisi seninde belirttiğin gibi aceleye geldi biraz.
Ama katılmam gerekiyordu artık, e bir zahmet ama artık
Bir Gaju ile karşılaşırsan -ki inanıyorum, her insanın bir Gaju’su oluyor hayatta- neden olmasın
Merhaba Umut,
Tekrardan hoş geldin.
İçeriği dolu, gayet akıcı, çok da güzel yazılmış bir öykü. Ara kısmını tamamlayıcı olarak güzel kaynatmışsın araya ve metin içerisinde geçen bilgilendirici bölümler de gayet iyi yerleştirilmiş. Finaldeki
Dünyanın en yalnız balinasına,
sözü çok güzeldi, içtendi. Baba ve dedenin öyküsü birazcık yarım ama bence tam kararında verilmiş, daha fazlasına gerek yoktu, öykü vermesini gerekeni verip çekiliyor.Seni daha fazla buralarda görme dileğiyle.
Esinler ile.
Selam Osman
Teşekkür ederim vaktine ve yorumlarına. Baba ve dedenin öyküsü dediğin gibi kararında bence de. Çok detaya girmek başka bir şeye çevirecekti öyküyü Umuyorum ki buralarda olacağım Görüşürüz