Öykü

Açlık Yolu

İnsanları terden eriten kavurucu güneş, acımasızca parlıyordu. Geniş düzlükte göç eden kafile, otuz iki gündür yürümüş olmanın getirdiği yorgunluktan bitap düşmüş insanların küçük adımlarına uyuyor ve bu yüzden daha da yavaş hareket ediyorlardı. Atlara taşıyabileceklerinden iki üç katı daha ağır yükler yüklemişlerdi ve bu da bazı atların yolu tamamlayamamalarına neden olmuştu.

“Atlar dayanamıyor artık Gökalp Buyruk. Biraz dinlensek olmaz mı?” dedi kafilenin koruyucularından yorgun düşmüş bir çeri.

Gökalp, emrine verilen elli adamıyla beraber yüze yakın kişinin bulunduğu bu kafileyi korumakla görevlendirilmişti. Kafile, bir zamanlar yurtları olan yerlere uğrayan melun kıtlıktan kaçıyordu. O zamanların güçlü bir boylar birliği olan Türk İl’indendiler. Birçok boyun birleşmesiyle oluşan Türk İl’inin nüfusu beş yüz bin civarındaydı. Şimdi ise gruplar halinde; yeni ve verimli yerler arayışı içindeydiler. Belki bulacakları o verimli yerlerde yeniden eski, birlikli düzenlerine geri dönebilirlerdi. En azından böyle olmasını umuyorlardı.

Atının üzerinden kafileyi inceledi Gökalp. Çocuklar susuzluktan kavruluyorlar, açlık çeken kimi insanlar çevreden buldukları büyük kayaları midelerine bastırarak açlıklarını biraz olsun azaltmaya çalışıyorlardı. İnsanlar iyice cılızlaşmışlardı. Bayılanlar, nefesleri kesilinceye kadar öksürenler, bilinçsizce etraflarına bakanlar vardı. Daha normal olanlar ise sendeleyerek yürüyorlar ve küçük adımlar atabiliyorlardı.

“Kafileyi önümüzdeki tepenin eteklerinde durdur. Tepenin üzerine de iki gözcü yolla.” Diye emir buyurdu Gökalp, çerisinin omzuna dokunarak. Çeri saygıyla selam verdi ve kafileyi Gökalp’ın dediği yöne doğru çekti. İki çeri atlarıyla tepeye yollandılar.

Etrafta gölgelik sayılabilecek tek yer, Gökalp’ın gördüğü üzere, önlerindeki tepenin etekleriydi. Diğer her yerde cılız, sarı çalıcıklar vardı. Böyle bir yerde av olması için dua ediyordu Gökalp. Sürüsüyle koyunlar ve kuzular şimdi işlerine ne de çok yarardı. Ama hayvanlar da susuzluktan kavruluyordu ve çoğu telef oluyordu. Yine mecburen yanlarında getirdikleri, artık tükenme noktasına gelen erzaklarından yapabildikleri kadarıyla aşlar yapmaya çalışacaklardı.

İnsanlar tepenin eteklerine varır varmaz kendilerini yerlere attılar. O kadar yorgunlardı ki, aç olmalarına rağmen karınlarını doyurabilmek için kıpırdayamıyorlardı bile. Açlığı daha baskın çıkan kimisi atlarını sağıp sütlerini içmeye başlamışlardı bakır taslarıyla. Gökalp, kestane rengindeki tolgasını çıkarıp kafileye seslendi:

“Burada biraz dinlenelim. Gölgelik kalktığında akşama kadar tekrar yürüyeceğiz.” Dedi atının üzerinde. Kafileden kafasındaki kül rengi başlığıyla yüzündeki terini silen, kelleşmeye başlamış yaşlıca biri yorgun bir bağırmayla:

“Ne yiyeceğiz Buyruk? Erzak diye bir şey kalmadı. Atların sütünü de kuruttuk. Et de kalmadı. Günlerce yürüyoruz da bir tane keçiye bile rastlamadık. Ne olacak bu gidişat?” diye dert yandı.

Gökalp kafilenin derdini anlayabiliyordu. İnsanların erzakları gerçekten de tükenmeye yüz tutmuştu. Ama hepsini birleştirirlerse bu günlük belki kurtulabilirlerdi. Bir gün daha yaşayabilirlerdi.

“Bir gün daha yaşayabilirler mi?” diye düşündü içinden Gökalp. Kendini çok çaresiz hissediyordu.

“Herkes elinde avucunda ne kadar erzakı, aşı varsa buraya yığsın. Hepsini!” diye buyurdu Gökalp. “Gencer! Sen de gel hele yanıma.” Diye yeni olgunlaşmaya başlamış bir çeriyi çağırdı yanına.

“Buyur Gökalp Buyruk.” Dedi genç çocuk koşar adım gelerek. Oradaki mavi gözlü tek insan oydu. Saçları, üzerlerine bastıkları verimsiz toprakların rengindeydi.

“Sen aşı iyi hazırlarsın. Buraya getirilen erzaklardan bir şeyler yapmaya çalış bakalım. İki kişi al yanına, dağıt yemekleri sonra.” Diye belki de en zor görevlerden birini verdi Gencer’e. Gencer de ne yapsın, “Elbette, Buyruk.” Diyerek laf söyleyemedi.

Biraz buğday, ondan biraz daha fazla arpa, birkaç parça et, çok az pirinç, otuz kadar bakır tas dolusu at sütü ve on beş tas su vardı önünde Gencer’in, ama Gencer de hakiki aşçılardandı. Yüz elli kadar insanı doyurabilecek, şimdiye kadar hiç duyulmamış ve görülmemiş bir yemek yapabildi. Adı yoktu yemeğin. Böyle bir yemek de yoktu zaten. Tadı insanların pek hoşuna gitmese de, yapılacak bir şey de yoktu. Yemekti sonuçta ve insanlar biraz da olsa mutlu olmuşlardı. Ama sonraki günler ne yiyecekleri gelince akıllarına, hiçbir cevapları yoktu.

Yarısı bile doyamamış midelerle tekrar yola koyuldular. Güneş batıya doğru kayıyordu ama ufka varmasına daha çok zaman vardı. O zamana kadar yürüyeceklerdi. Eğer su kaynağı bulamazlarsa susuzlukla da başa çıkmak zorunda olacaklardı, çünkü suları tükenmişti.

Neyse ki fıçılarını dolduracak kadar su birikintisine rastladılar ve kenarında su içen beş tane cılız mı cılız koyun gördüklerindeyse neredeyse bayram ettiler.

Birkaç gün bu şekilde yürümüşlerdi. Başka hiçbir su kaynağına veya -Üç günlük ölü ve pis kokan bir keçiyi saymazsanız- hayvana rastlamadılar. Sonra yine erzak sıkıntısı başladı. İnsanlar; açlığın verdiği sinirden homurdananlar ve sinirli olsalar da homurdanmaya mecalleri olmayanlar olarak ikiye ayrılmışlardı. Yine erzaklarını birleştiriyorlardı ve Gencer de onlara artık bıktıkları, adı olmayan yemeği yapıyordu. Adı yok, olmuştu yemeğin adı. İnsanlar adı yok lafını duyduklarında tiksintiyle ekşitiyorlardı suratlarını ama yemekten başka çare de göremiyorlardı.

***

Bir akşam vaktiydi. Cırcır böceklerinin sesi doldurmuştu bozkırın karanlık havasını. Kafile uzun süredir ilk kez yemek yemişti. Yine tamamıyla doyamamışlardı ve son yemek yemelerinden bu yana sayıları yirmi kişi kadar azalmıştı. Çoğunluğu ise bebekler ve yaşlılardan oluşuyordu. Ağıt yakan ana babaların sessiz haykırışları deliyordu karanlığı.

Ve bir ozan kopuzuyla çöktü yanan ateşin yanına. Herkes sustu ve dinlemeye koyuldular yaşlı ozanı:

“Ey eski günlerin ataları,

Göçtüler birerce taze diyarlardan.

Semada bıraktılar yitikleri alelade,

Kodular bir başımıza bizi bitap uruklarla.”

Yaşlı ozan kopuzun teline her vurduğunda geçmişe duyulan özlemleri artıyordu insanların kalplerinde. Ne güzeldi eski günler. Bereket vardı topraklarda. Canlıydı hayvanlar, etliydi. Her gün bir neden bulunur, şölenler verilirdi. Sevinçler ve acılar paylaşılırdı. Uruklar arasında büyük bir dayanışma vardı. Şimdiyse kasvet kavurmuştu her bir yanı ve yarın ne olacağı belli değildi. Kıtlık gelmiş, o eski günlerin güzelliği kaybolmuştu.

Ozan şarkısını bitirdi. Ateş söndürüldü ve kurulu çadırlara yerleşti insanlar. Gökalp, dışarıda bir kayalığın üzerine oturmuş, düşünüyordu. Bu kadar insanı batıya doğru yönlendiriyordu ama orada ne vardı? Gerçekten verimli yerler bulabilecekler miydi? Batıya giden ikinci kafile bu kafileydi. İlk giden kafile, yaklaşık iki yıl önce göçmüştü. Onlar yola çıktıklarında daha kalabalıklardı. En azından beş yüz kişi vardı kafilede ve onları iki yüz kadar korucu koruyordu. Yağmurlu, verimli yerler arıyorlardı. Hayvanların susuzluktan, otsuzluktan ölmediği yerler… Yeşillik yerler bulabilmiş olabilirlerdi. Onlara yetişebilirlerse hiçbir sorunları kalmazdı. Hem zaten önceden giden kafile kendi uruklarının komşularıydı. İçlerinden çoğunu tanıyorlardı. Gökalp ise en çok, yıllardır göremediği Günçiçek’i tanıyordu. Çocukluktan beri tanıyordu onu. Gün gelip ikisi de serpildikten sonra birbirlerine olan sevgileri sevdaya dönüşmüştü. Fakat iki yıl önce, ne kadar diretse de karşı koyamamıştı Günçiçek’in bulunduğu kafilenin göç etme kararına. Sonunda ayrı düşmüşlerdi birbirlerinden. Gökalp’ın yola çıkarken umduğu ilk şey, bu kafileyi bulabilmek ve Günçiçek’ine bir an önce kavuşmaktı. Onun siyah, mis gibi kokan dalgalı saçlarını okşamak ve güzel burnuna bir öpücük kondurmak için her şeyini verebilirdi.

Gökalp ayrıca arkalarından gelen başka kafileler de olmuş mudur diye düşünüyordu. Eğer varsa öyle bir şey belki de kendilerine yetişebilirlerdi günler sonra. Ama öyle olsa bile arayı açmış olmalılardı ve tekrar düşününce yetişmeleri ne kadar iyi olurdu bilmiyordu. Çünkü zaten açlık vardı kafilede ve yeni insanların katılması birçok karmaşaya neden olabilirdi.

Sonraki birkaç gün, neredeyse hiçbir şey yemediler. Sinirler daha da gerilmişti. En küçük bir tartışmanın yaratacağı kıvılcım, anında bir yangına dönüşebilirdi. İnsanlar aç karınlarla daha da vahşileşebiliyorlardı. Ayrıca kavurucu güneş, sıcaklığını düşürmesi gerekirken, sanki inatla, daha da yükseltiyor, toprak bile buram buram tütüyordu. Su olmadığı için yıkanamayan insanlar günden güne daha da çok kokuyorlardı. Hastalıklar özellikle çocukları ve yaşlıları çok etkiliyordu. Yakında kafilede hiç çocuk kalmayacak gibi gözüküyordu.

Şu ana kadar yola çıktıkları yerden daha iyi bir yerle hiç karşılaşmamışlardı. Neredeyse kırk gün olmuştu yola çıkalı. Birkaç yerde kurumaya yüz tutmuş göletler bulabilmişlerdi. Onlarla da çanaklarını ancak doldurabiliyorlardı. Şöyle içine girip yıkanabilecekleri bir su kaynağının olmasını öyle çok isterlerdi ki…

Göçün zor olacağını biliyorlardı ama bu kadar ölümcül olacağını düşünememişlerdi. Yurtlarında kalmanın daha iyi olabileceğini söyleyenler de çıkmıştı şimdi:

“Ne diye göçtük eski yurdumuzdan. En azından kuvvetimiz şimdi yerinde olurdu. Oturup kuraklığın geçmesini beklesek ne çıkardı sanki.” Demişti kafilenin ortanca yaşlardaki, Kabşut isimli cılız, kel, çirkin suratlı bir er kişi.

Güneş doğarken yola çıkmış olan kafile gün batımında obalarını kurmuşlardı ve sadece atlarının sütünü içerek bu akşamı geçiştiriyorlardı. Atı olmayanlara da, sütü biraz daha fazla olanlar sütlerinden veriyorlardı ama bunu gönüllü yaptıkları pek söylenemezdi. O kadar açlardı ki, Adı yok’u bile özlemişlerdi şimdi.

Kabşut’un sözlerini işiten birkaç kişiden onaylayan sesler yükseldi.

“Doğru söylüyon Kabşut.”

“Hakkın var Kabşut.”

“Uyduk Apa Çabuş’a, geldik buralara kadar. Ne bir iz var eski göçenlerden, ne de otlaklı topraklar.”

“Üç gün daha sabredecek takatim kalmadı bundan gayrı. Uymayaydık keşke Apa Çabuş’a.”

Çabuş, kafilenin başıydı. Kafiledeki en yaşlı er o idi. Beyaz, keçeleşmiş saçları ve sakalları birbirine karışmıştı. Gri gözleri, yılların ona bahşettiği bütün deneyimleri dışarı vurmanın yorgunluğunu taşıyordu. Kırışmış yüzünün kimi yerlerinde siyah ve kabarık benekler meydana gelmişti. Kafile içindeki herkesin saygı duyduğu bir zat idi. Sözlerine değer verilir, yılların onda oluşturduğu tecrübelere danışılırdı. Şimdi ise, verdiği karar sorgulanıyordu.

Kırk gün kadar önce, mensup olduğu bodunda bir görüş ayrılığı oluşmuştu. Çabuş, yıllardır kuraklığın kol gezdiği bu yurttan göçmenin vaktinin geldiğini söylüyordu. Fakat bodunun Çabuş’tan sonraki ileri gelen zatı buna karşıydı. Idıkut, batıya yapılacak bir göçün, bodun için ölümler doğuracağını, bu yüzden de ana yurtlarında kalıp kuraklığın geçmesini beklemeleri gerektiğini düşünüyordu. Çabuş’tan daha genç, ama yine de bodundaki diğer kişilerden yaşlı idi. Onun da saçları kırlaşmıştı. Başının kimi yerleri açılmıştı. Çabuş’tan daha dinç duruyordu. Bir gün, aralarında büyük bir münakaşa cereyan etti. Çabuş, etrafında göç için yüz elliye yakın kişi toplamıştı. Altmış kadar çerinin, başlarında Gökalp Buyruk’la beraber, kendilerini koruyacağını söylüyordu. Eğer devam etseydi, bodunun neredeyse tamamını da toplayabilirdi. Fakat Idıkut, göz göre göre bodunun ölmesine müsaade etmek istemiyordu. Herkesin gözü önünde Çabuş’un karşısına geçip: “Bu insanları ölüme götürüyorsun!” diye bağırmıştı.

Çabuş sükûnetle, “Yıllardır, bitsin bu kuraklık diye bekledik. Beklerken zaten ölüyoruz. Eğer daha fazla beklersek, hiçbir şey yapmadan hepimiz açlıktan öleceğiz. Ben Başbuğa gittim. Onun rızasını aldım. Bizim için Gökalp kumandasında bir birlik de verdi. Hem zaten ilk kez biz göçmüyoruz ki. Bizden önce de gidenler oldu. Onların iyi yerler…”

“Onlar iyi yer falan bulamadılar. Gittiklerinden bu yana hiçbir haber gelmedi onlardan. Şimdiye kadar hepsi gitmiştir atalar diyarına.” Diyerek lafını kesti Idıkut.

Çabuş sükûnetini bozmamıştı. Baştan aşağı Idıkut’u süzdü. Sonra “Hiçbir şey yapmadan korkak gibi burada ölmeyi bekleyemem. Şimdiye kadar boş umutlarla bekledik. Sayımızın ne kadar azaldığını görmüyor musun?” diye sordu. Idıkut direniyordu. “Ben sizinle hiçbir yere gelmiyorum. Aklı olan varsa, gitmez bu adamla. Sayımız daha da hızlı azalmaya başlayacak göçerken. Günlerce yürüyeceksiniz. Su bulamayacaksınız. Hayvanlarınız sonunda dayanamayıp birerce ölecekler. Hiç yapmayacağınız şeyler yapmaya başlayacaksınız. Kafileniz içinde ayrılıklar çıkacak. Kavgalar olacak. Düzen bozulacak. Gitmeyin kişiler. Açlıktan ölmezseniz, susuzluktan öleceksiniz.” Diyerek gidecek olanlardan da elliye yakın kişiyi kendi tarafına çekti.

Sonunda yüz kişi Çabuş’un, bir o kadar kişi de Idıkut’un yanındaydı. Çabuş son kez Idıkut’un yanındakilere baktı. “Kök Tengri sizleri ve bizleri kollasın.” Diye dua etti ve Gökalp’la beraber gitti.

Bu olanlara bakınca, kafilede hatırı sayılır miktardaki kişiler Idıkut’a hak vermeye başlamışlardı. Çabuş’un yaşlandığını ve aklının yıllara esir düştüğünü söyleyenler oluyordu. Çabuş ise, belki de kafiledeki bütün kişilerin hayatlarında ilk kez gördükleri bir ifadeye bürünmüştü. Kızgındı ve yorgun gözlerinde belki de yıllardır ilk kez hiddetin parıltıları vardı. Kendinden beklenmeyecek bir dinçlikle Kabşut’un yanına vardı.

“Madem mızmızlanacaktın, ne diye geldin benle Kabşut? Kalsaydın ya Idıkut’un yanında. Belki biz gidince yıllardır gitmeyen kuraklık giderdi eski yurttan. Madem şüphelerin vardı, kalsaydın eski yurtta!” dedi günlerce biriktirdiği öfkesiyle.

Kabşut kendisini paylayan Çabuş’a doğru yürümeye başlamıştı. Açlıktan ve susuzluktan dudakları morarmış bir şekilde, “Günlerdir yürüyoruz. Bu mudur bize layık gördüğün son! Bu mudur kuraklıktan kaçma dediğin şey! Idıkut’un dedikleri birer birer çıkıyor. Neredeyse atlarımızı kesip yiyeceğiz açlıktan. Hoş, birkaç at gitti bu yüzden öte tarafa!” diye bağırdı. Etrafına bakıyor, çevresinden güç almaya çalışıyordu. Birkaç kişi Kabşut’un arkasına geçmişti bile. Meydan okur bir ifadeyle yüzlerini germişler, Kabşut’un kırışıklardan geçilmeyen yüzüne bakıyorlardı.

Çabuş bir an duraladı. Önce Kabşut’a baktı gözleri, sonra yavaşça arkasındakileri süzdü. Yüzüne acılı bir gülümseme yerleşmişti şimdi. Ağır adımlarıyla karşısındaki isyankâr kişiye gidiyordu. Kabşut, ifadesiz durmaya çalışıyordu ama merak ve şaşkınlık ele geçirmişti yüzünü. Çabuş yeteri kadar yaklaştığında okkalı sillesini indirdi Kabşut’un suratının tam ortasına. Böyle bir tokadı beklemeyen Kabşut iki adam boyu geriye savrulup sıcaktan buharlaşan toprağa kapaklandı. Arkasındaki kişiler de şimdi biraz korkuya kapılmışlardı. Ne de olsa eski topraktı Çabuş. Gençliğinde öldürdüğü Çinli sayısının haddi hesabı yoktu ve bütün düşmanları onun namını bilir, onu görünce kaçacak delik ararlardı. Tek başına bir bölük Çinliyi dize getirdiği söylenirdi.

“Size kaynayan kazanlarda yahniler, patlayana kadar içebileceğiniz kımızlar ya da rahatça yatabileceğiniz güzel döşekler sunmamı mı bekliyorsunuz? Bu yola çıkarken biz, kenetlenip tek vücut olmuştuk ve karşımıza çıkacak zorlukları kabullenmiştik.

Siz gençler, umudunuzu kaybetmiş olabilirsiniz ama ben kaybetmedim. Gökalp ve onun her biri bir birinden cesur yiğitleri var başımızda bizi koruyan. Gencer’in yemekleri pek hoşunuza gitmese de, onun yemekleri var bizi doyuran. Bana saygınız kalmadıysa, bari bu insanların çabalarına saygı gösterin de, sıkın dişinizi. Öleceksek de verdiğimiz sözlerden dönmeden ölelim.”

Çabuş’un sözleri Kabşut’un başını öne eğdirdi. “Bu tokadı onlara yaptığın saygısızlıktan ötürü attım.” dedi. Orada ayakta kalmış, olanlara bakan kafilenin diğer sakinlerine döndü Çabuş ve kendinden emin bir sesle seslendi. “Sayımız zaten çok azaldı. Kendi içimizde de kavga edersek halimiz yamandır. Hepimiz atalara yakaralım da, kızgınlığının olmadığı yerleri tez zamanda çıkarsın karşımıza. Haydi, şimdi yatsın herkes. Kuvvet toplayalım.” Dedi hafif gülen bir suratla. İnsanlar çadırlarına giderlerken de Kabşut’a göz ucuyla baktı ve ona bir şey demeden kendi çadırına doğru seyretti.

Takip eden günlerde kimseden şikâyet sesleri yükselmedi. Çabuş’un konuşması işe yaramıştı ve bu da onun ne kadar iyi bir lider olduğunun göstergesi idi. Her ne kadar açlıkları tam anlamıyla dinmese de, Çabuş’un sözlerinin etkisiyle moral bulan kafile, bunu bir süre dert etmedi. Şimdi sayıları yarı yarıya düşmüştü. Elli kişi kadardılar ve ufak bir tartışmanın yaratacağı kargaşanın getireceği sonuçları düşündükleri için dikkatli davranmaya çalışıyorlardı. Fakat zaman içinde bu da zorlaşmıştı çünkü aç midelerden dolayı artık her şeyi sorun edebilecek insanlar olmaları kaçınılmaz oluyordu. Keşke bir şey olsa da, aç karınlarımız doysa, ya da en azından yağmur yağsa, diye düşünüyorlardı. Tepelerindeki güneş batarken, o gece, belki de düşündükleri şeyleri onlara verecek bir gece olacağından haberdar olmadan çekilmişlerdi çadırlarına.

***

O akşam, tepeden aşağı atlarını koşturan iki çerisini gördü Gökalp. Gözcülerdi bunlar. Bir anda ayağa fırladı ve gelecek haberlerin merakıyla onlara koşar adımlarla yaklaştı.

Atların üstündeki iki çeri de hem şaşkın, hem sevinçli görünüyorlardı. Kısa bir vuruşma olmuştu anlaşılan. Kollarında bir miktar kan vardı. İri yarı olan, atını dizginleyerek,

“Tepenin diğer eteğinde başka bir kafile var Buyruk. Ateşleri hala yanıyordu. Gözcüleriyle karşılaştık ve ataların yardımıyla yolladık onları göklere.” Dedi. Gökalp, hangi boydan olduğunu merak ediyordu bu kafilenin. Ama eğer gözcüler savaştılarsa birbirleriyle, muhtemelen vuruşma çıkacaktı.

“Neredenmiş bu insanlar? Hangi uruktan?” diye sordu Gökalp. Kardeşlerine saldırmak istemiyordu ama buna mecbur kalabilirlerdi.

“Bilmiyorum Gökalp Buyruk. Tamgalarını daha önce hiç görmemiştim. Gözcülerine nereden geldiklerini, nereye gittiklerini, kimlerden olduklarını sordum ama anlamadığım bir dilde bir şeyler söylüyorlardı bana. Anlaşamadık. Öylece baktık birbirimize.” Dedi diğer zayıf olan çeri.

Anlam veremiyordu Gökalp. Acaba batıda da kıtlık vardı da oradaki başka boylar da doğuya mı göç ediyorlardı? Böyle düşününce Gökalp, bir an karamsarlığa kapıldı. Boşuna gidiyorlardı demek ki batıya.

“Bizim boylarımızdan değiller. Aynı dili konuşmuyoruz. Bunlar ne ki böyle? Tamgalarında ne vardı?” diye sordu.

“İki tane, büyük siyah çekiç vardı Buyruk. Kırmızı bir bayrak ve içinde çapraz şekilde siyah çekiçler… Ne ola ki bu boylar anlamış değilim ben de.” Dedi iri yarı olan.

“Sayıları ne kadar? Kapışabilir miyiz?” diye sordu temkinli bir şekilde.

“Kapışırız Buyruk. Bizimle aynı sayıdalar ama kötü vuruşuyorlar. Yolladıkları gözcüleri hemen hallettik. Hepsi savaşçı olsa da ataların yardım etmesine gerek olmadan bile alt ederiz bunları.”

Çerinin gözlerinde uzun süredir vuruşamamanın verdiği açlık vardı. Nihayet savaşacağı, kılıcının susuzluğunu gidereceği için mutlu olmuştu. Diğer çeri de aynı şekilde heyecanlıydı.

Ama Gökalp temkinli olmak istiyordu. Eğer karşılarında az sayıda savaşçı ve çok sayıda silahsız insan varsa bu savaşı yapmak onlara hiç yakışmazdı. Silahsıza kılıç kaldırmak mertliğe yakışmazdı.

Gökalp zayıf olan çeriye bakarak: “Üzerine hafif bir kılıç al Korkut. Vücudun onların gece karanlığında görebileceğinden daha zayıftır. Cesaretinin aksine vücudunun zayıf olması ne güzel bir kazanç bizim için. Aynı zamanda çok da hızlısın. Onların haberi olmadan yanlarına kadar varabilirsin. Ne kadar askerleri var öğrenebilir misin aslanım?”

Korkut cesaretinin övülmesinden hoşnut olmuştu. Bunu yapabileceğini düşünüyordu ama tehlikeli olduğunu da inkâr etmiyordu. Atından indi. Sağ elini yumruk yapıp kalbinin üzerine koyarak:

“Sen emret, hepsinin üzerine tek başıma dalayım Gökalp Buyruk.” Dedi. Gökalp iki elini de çerinin zayıflığına nazaran biraz daha geniş olan omuzlarına koyarak, “İyi haberlerle gel aslanım.” Dedi güven verici bir sesle. Korkut, Gökalp’ı saygıyla selamlayarak tepeye tırmanmaya başladı.

Günler sonra belki de ilk kez savaşacaklardı. Gökalp de bunu istiyordu. Ne de olsa bir savaşçıydı. Ayrıca bu kafilenin erzaklarını ele geçirmek de onlara yarayacaktı. Ne olursa olsun kendi adamlarının çıkarını düşünmeliydi ve eğer bu kafilenin asker bakımından az olduğunu öğrenirse, yine de askerleriyle aralarına girip erzak almaya niyetliydi. Sadece savaş olmayacaktı ve yollarına devam edeceklerdi. Tek sorun, dillerini bilmiyordu.

Korkut, tepe aşağı kayarak ilerliyordu. Bir kayanın arkasına saklanıyor, sonra terslik olmadığını anladığında da kayanın arkasından çıkıp kaymaya devam ediyordu. Düzlüğe ulaştığında kendini kapatacak kadar büyüklükte olan bir kayanın ardından obaya baktı. Elli kadar yurt, gece karanlığında belli belirsiz gözüküyordu. Herkes uyumuştu ve Korkut’un işi kolay gibi görünüyordu. Yurtların arasında gezinen nöbetçilere görünmeden sızabilirdi obaya. Kendisine en yakın yerde bulunan iki nöbetçiye baktı. Ellerinde hafif kılıçlar vardı. Dikkatlerini başka bir yere çekebilirse, belki de ikisini de ses çıkarmadan halledebilirdi. Etrafına bakındı. Avucunu kaplayacak kadar büyük bir taş aldı. Siper aldığı kayaya vurdu taşı. Tok bir TAK sesi çıktı. Sonra iki askere baktı. Siluetlerinden kendine gelen bir asker olduğunu gördü. Diğeri hala orada bekliyordu. Kayanın yanında saklandı Korkut. Kendi ebatlarındaki asker geldiğinde çabuk davrandı ve askerin ağzını sıkıca kapatıp boynunu sıkmaya başladı. Sessiz bir arbededen sonra yabancı savaşçı bacaklarıyla son kez havaya tekmeler savurdu. Sonra cesedi kayanın arkasında bırakan Korkut, diğer askerin hala orada beklediğini görünce aynı planı tekrar uygulamayı düşündü. Ama asker obaya doğru dönüp aceleyle yürümeye başlamıştı. Korkut ne yapacağını bilemedi. Bir an boş olan oba girişinden girmeyi düşündü ama diğer asker anında yanında beş savaşçıyla daha belirip kayalığın oraya doğru gelmeye başlayınca aklına gelen ilk şeyi yaptı.

Savaşçılar kayaya doğru yaklaştıkları sırada karşılarında kendileri gibi giyinmiş olan Korkut’u buldular. Gözlerinde endişe olan Korkut, onlara elleriyle bir şey olmadığını gösteren hareketler yaptı. Mümkün olduğunca konuşmamaya çalışıyordu. Askerlerden iri cüsseli olanı, anlamadığı bir dilde bir şeyler sordu O’na. Korkut bunun bir soru olduğunu sadece kendine bakan şaşkın gözlerden anlayabildi. Yalnızca belli belirsiz sesler çıkarıp eliyle tehlike yok işareti yapmaya çalışıyordu. Şaşkınlıkla Korkut’a bakan gözler birbirlerine bakıp gülmeye başlamıştı şimdi. O da onlarla beraber gülmeye çalışmıştı. Ama suratı telaş ve korkunun aynı anda yaşandığı bir haldeyken gülmeye çalıştığı için dünya üzerinde belki de hiç görülmemiş bir hale bürünmüştü.

Obanın içine girdi Korkut. Başındaki gümüşi sivri başlık ve yüzünü gözlerine kadar örten kara peçesi sayesinde tanınmıyordu. Etrafı kolaçan eden Korkut, obanın her bir deliğine bakabiliyordu artık. Kimse ondan kuşkulanmıyordu. Sadece tek bir kişi öldürerek iyi bir iş çıkarmıştı ama kimseyi öldürmeyerek yapmam daha az tehlikeliydi diyordu kendi kendine. Neredeyse bütün yurtların içine diğer askerlere belli etmeden bakıyordu. Askerlerin sayısı hakkında kafasında bir şeyler şekilleniyordu nihayet.

Sonunda diğer yurtlardan daha ihtişamlı, daha korunaklı bir yurt bulmuştu. Muhtemelen bizim Buyruk gibi komutandır buradaki adam da diye düşündü Korkut. Zira kesin öyle olmalıydı çünkü yurdun dışında bekleyen iki tane iri asker vardı ve silahları da gayet ağır duruyordu. Kocaman topuzları bellerinde asılı, ağır kılıçları kınlarında hazır, bekliyorlardı. Göğüslerinde, kalın zırhlarının olduğu yerde, sanki oraya yapıştırılmış gibi iki tane büyük çekiç çapraz olarak duruyordu. Kafalarında o kadar korkutucu bir başlık vardı ki, Korkut bir an iliklerinde bir soğukluk hissetti. Sadece gözleri belli olan bu askerlerin diğerlerinden çok daha üstün oldukları aşikârdı. Onlarla asla kapışamayacağını düşününce kendine kızdı. Korku denen şeye asla yenilemezdi. Ve yenilmeyecekti. Fakat bu adamlarla kapışacak kadar da kendini riske atmazdı. Bu çadırın yerini aklına kazıdı. Etrafta bu çeşit askerlerden başka var mı diye araştırmak istiyordu.

Şimdiye kadarki hesaplarına göre, kendilerinden sayıca üstün olmayan bir ordu bulunuyordu önlerinde. Fakat asker olmayan insanların sayısı iki yüzü buluyordu. Her bir yurda bakamamıştı ama genelde içeride dört veya beş kadar insan olurdu ve elliye yakın da yurt vardı.

Korkut, o iki devasa asker dışında başka bir devasa asker göremedi. Buradaki işi bitmişti. Geri dönüp bu bilgileri Gökalp’a ulaştırması gerekiyordu.

Obaya girişin olduğu yere gitmeye koyuldu. Arada sırada karşısına birkaç tane devriye asker çıkıyordu. Onlara kafasını eğip selam veriyor ve hızlıca yürümeye devam ediyordu. Mümkün olduğunca az ses çıkarıp, mümkün olduğunca hızlı olmalıydı. Sonunda girişe ulaştı ve orada bekleyen diğer askerin yanından usulca geçti. Asker ona şüpheli bir şekilde bir şeyler söyledi. Korkut dönüp ona işemesi gerektiğini gösteren bir hareket yaptı. Daha inandırıcı olması için de yerinde zıplıyordu. Asker ona tekrar bir şeyler söyledi ama gözlerindeki şüphenin biraz olsun silindiğini görünce, üzerindeki elbiseyi borçlu olduğu cesedin yanına gitti Korkut. Kayanın tam arkasına geçtiğinde afallamıştı. Ceset orada yoktu. Birden etrafına deli gibi göz attı. Ama cesetten hiçbir iz bulamamıştı.

Bir anda dışarıdan telaşlı ayak sesleri duydu. Bağırarak bir şeyler söyleniyordu. Sesler kendisine doğru yaklaşınca artık zaman kalmadığını anladı ve can havliyle tepeye tırmanmaya koyuldu. Daha üç adım atabilmişti ki, kendisini yakalayan bir el fark etti sırtında. Bir anda eli kılıcına gitti Korkut’un. Hışımla dönerek kendine uzanan o kolu omuz başından tek hamlede kopardı. Kopan koldan fışkıran kanlar Korkut’un peçesini kırmızıya boyamıştı. Acı içinde haykıran askerin ardındaki yirmiye yakın askeri gören Korkut, biraz daha tırmanmaya çalıştı tepeyi ama askerler koşarak ona doğru geliyorlardı ve kaçması imkânsızdı Korkut’un.

Korkut durunca, peşindeki askerler de durdu. Savaşa hazır bir şekilde ona bakıyorlardı. Korkut peçesini yüzünden sıyırdı. Korkutucu kara gözlerini düşmanın üzerinde gezdirdi. İçini onlara karşı hiddetle doldurdu. Böyle bir anda yapılacak şey çok basitti. Onlara böyle öğretilmişti çünkü.

Eğer köşeye sıkıştıysanız, savaşmaktan başka çareniz yoktur. Asla teslim olmayın. Esaret günahtır. Böyle bir durumda tek amacınız, düşman komutanının yerini bulup onu ele geçirmektir. Bunu yaparken önünüze her ne çıkarsa çıksın öldürmekten kaçınmayın. Ya komutanı ele geçirin, ya da bu uğurda ölün!

İşte aynen böyle bir andı. Komutanın çadırının olduğu yeri biliyordu. Önünde bekleyen o iri yarı iki savaşçıyı da… Ama ne olursa olsun o komutanı bulup kurtuluşunu sağlamaya çalışacaktı. Ya da küçükken onlara öğrettikleri gibi, bu uğurda ölecekti.

Korkut, dehşet saçan bir kükremeyle geldi düşmanın üzerine. O kadar hızlı koşuyordu ki, askerler ne olduğunu anlayamadan varmıştı Korkut onların yanına. Önüne gelen bütün vücutları biçiyordu Korkut. Sağından ve solundan Korkut’un vücudunun her hangi bir yerine sokulmaya çalışan kılıçlardan da sıyrılmaya çalışıyordu. Şimdiden beş altı tane çizik oluşmuştu vücudunda. Neredeyse altı yedi kişiyi atalarının huzuruna yollamıştı ama devamı gelecek gibi durmuyordu. Çok fazla darbe alıyordu ve yorulmaya da başlamıştı. Tüm gücünü tekrar toplayıp askerleri yarmaya çalıştı. Kılıcını deliler gibi savuruyordu. Önüne çıkan askerler birer birer düşüyorlardı. Fakat Korkut’a ne zarar veriyorsa önündekiler değil, ardında bıraktıkları ya da yanlarından saldıranlar veriyordu.

Bir darbe yedi omzuna. Arkasından vurmaya çalışan askerden sıyrılmak isterken, sağ omzundan girmişti kılıç ve ön taraftan çıkmıştı. Acı içinde dizlerinin üstüne çöken Korkut, sonunun geldiğini anlamıştı. Yine de, kalan son gücüyle, sol elini kullanıp omzuna saplanan kılıcı kavrayan eli tutup kılıcı çıkardı. Ayaklarıyla arkasındaki askerin kafasını yakaladı ve önüne serdi onu. Kılıcıyla boğazını kestikten sonra yara almayan tek koluyla savaşmaya devam ediyordu ama…

Geceyi bir anlığına gündüze çeviren bir şimşek çaktı. Korkutun yüreğini de köpürttü bu şimşek. Gökten yağmur damlaları önce tek düze, sonra ardı arkası kesilmez bir şekilde düşerken verimsiz topraklara, artık sayıları elliye dayanmış askerlerin gözlerinde büyük bir korku gördü Korkut. Yavaşça geri gitmeye başladılar. Ne olduğunu anlamayan Korkut’un da gözlerinde şaşkınlık vardı şimdi. Şimşek tekrar çaktığında devasa bir insan selinin hareket ettiğini anladı. Ama bu ses, savaştığı askerlerden gelmiyordu. Tepeye baktığında kendine doğru gelen iki yüz civarında atlı olduğunu gördü. Tekrar şimşek çaktığında, tepenin zirvesinde, atının üzerinde, ordusuyla beraber dörtnala gelen, sivri tolgasıyla Gökalp’ı gördü.

***

Korkut kafilenin arasına yollandıktan bir süre sonra Gökalp’ın askerlerinden biri, bu sefer doğudan yüz elli kadar atlının geldiğini haber getirmişti. Gelenlerin Türk olduğunu öğrendiğinde Gökalp’ın içi hem rahatlamış, hem de kaygılanmıştı. Asker sayılarının artması korunmaları açısından çok iyiydi. Fakat beslenecek boğaz sayısı da artacaktı ve açlıktan her gün ölen insanların bolluğunda bu askerleri doyurmak çok daha zorlaşacaktı. Tabi eğer bu askerler başka bir amaç için oraya gelmiyorlarsa…

Gökalp, gelen birliği karşılamak için ayaklandı. Kendisine gelen birliği görüyordu. Düzlüğe yayılmış bir şekilde ortalama bir hızda geliyorlardı. Çadırlarından insanlar çıkıyorlar, şaşkın bakışlarla gelenlere bakıyorlardı. Kimisi korkmaya başlamıştı. Gökalp yürürken insanlara “Onlar bizden. Merak etmeyin.” Diyerek gönüllerini ferahlatmaya çalışıyordu.

Nihayet askerler gelmişlerdi ve Buyruk’ları Gökalp’a hiç de yabancı gelmiyordu. Biraz daha yaklaştıklarında Gökalp gelen kişinin kim olduğunu anlamıştı.

“Eralp!” diye bağırdı gülümseyerek.

Tolgası aynen Gökalp’ınki gibi kestane renginde ve sivriydi. Gözleri de gece karasıydı. Gökalp’a fazlasıyla benziyordu. Sadece ses tonu biraz daha kalıncaydı ve boyu bir karış kadar daha uzuncaydı. Atından indiğinde tolgasını çıkardı ve gülümseyen bir suratla Gökalp’a “Kardeşim.” Diyerek sarıldı.

İki kardeşin kucaklaşmasından sonra diğer askerler de atlarından indiler. Çok fazla at olduğu için atları bağlayacak yer yoktu ama buna gerek de yoktu çünkü her at, sahibine o kadar bağlıydı ki, o git demeden bir yere gitmezlerdi. At eğitme konusunda çok iyiydi Türkler.

Gökalp diğer askerlerin çokluğuna baktı ve Eralp’ın kulağına fısıltıyla:

“Çok fazla adam getirmişsin.” Dedi.

Eralp, Gökalp’a ciddiyetle: “Başbuğ’un görevi için buradayız. Günlerdir sizi takip ediyorduk.” Dedi. Gökalp şaşırmıştı. “Bizi geri mi çağırıyor yoksa?” diye sordu.

“Eğer geri gelirseniz buna itirazı olmaz. Senin komutandaki birliklerin seni ne kadar sevdiklerini biliyor. Çerilerin de ihtiyacı olan böyle bir komutandır şu sıralar.” Dedi Eralp hafifçe gülümseyerek.

Gökalp göz ucuyla Eralp’ın askerlerine baktı. Hepsi de aç görünüyordu. Ama dimdik, hiç aç değillermiş gibiydiler. Eralp’a bakarak, “Peki neden gönderdi seni?” diye sorusunu tazeledi.

“Sizi sadece uyarmak istiyor.” Dedi Eralp, Gökalp’ın omzuna dokunarak. Sanki onu bir şeye ikna etmeye hazırlanıyor gibiydi. “Batıdan on binlerce askerin yolda olduklarını, büyük bir göçün doğuya doğru aktığını öğrendik. Tam olarak batı değil. Biraz daha kuzeyinden geliyorlar. Siz de batıya gidiyorsunuz. Haliyle bu askerlere esir düşebilirsiniz.”

“Peki, siz ne yapacaksınız? Madem on binlerce asker geliyor, biz bu kadar adamla ne yapabiliriz?” Dedi Gökalp. Gözlerinde kuşku vardı. Eralp’ın yalan söylediğini düşünüyordu.

Eralp sakince, “onlarla başa çıkamayız kardeşim. Batıda da bir şey yok. Oralar da aynı. İnat etme de geri gelin bizimle. Sen söylersen hepsi uyar sana. Hadi kardeşim.” Dedi.

Şimdi anlaşılmıştı Eralp’ın neden geldiği. Kardeşine düşkün bir insandı Eralp. Ve eğer Gökalp, başbuğu tanıyorsa, sadece bir avuç insanı kurtarmak için yüz elli adam yollamazdı çok uzaklara. Sadece bir iki tane haberci yollardı onları uyarmak için, o kadar.

“Başını derde sokacaksın Eralp. Başbuğun emri dışında hareket ediyorsun. Ölüm varsa bunun sonunda, yiğitçe ölürüz.” Dedi Gökalp. Sanki Eralp az önce ona hiçbir şey söylememiş, on binlerce insanın kendilerine doğru geldiğini duymamıştı.

“Günçiçek, değil mi?” dedi kafasını aşağı yukarı sallayarak Eralp. Biliyordu kardeşinin ne kadar âşık olduğunu.

Gökalp sadece kardeşine bakmakla yetinmişti. Eralp ise yere devirdi bakışlarını. “Bütün bu insanlar, seni takip ediyorlar. Sana güveniyorlar. Sana inanıyorlar. Onlara yüklediğin sondan haberleri yok. Neden bu kötülüğü yapıyorsun onlara? Neden onları da sürükledin peşinde?”

Gökalp kaşlarını çatmış, karşısında duran ağabeyine bakıyordu. Bunları, yüz elli tane askeri ölüme getiren kişi mi söylüyordu?

“Yıllardır batıya gitmek isteyip durdum. En az bin kere yalvarmışımdır başbuğa beni batıya yollaması için. Tek başıma…” Diye ekledi sonuna. “Ama her defasında beni başka bir işe yolladı başbuğ. Sonunda Çabuş yanıma gelip batıya göç etmek istediğini, yolda onları koruyacak kişilere ihtiyaçları olduğunu söylediğinde hemen başbuğa gidip bu konuyu konuştum. Haddim olmayarak çok ısrar ettim başbuğa. Fakat başbuğ beni anlayabiliyordu. Sonunda gitmeme müsaade etti. Yanıma elli kişi almamı da söyledi. Böyle bir fırsatı sonunda yakalamışken vazgeçmemi mi bekliyordun benden?” diye çıkıştı Eralp’a. Eralp, şimdi kardeşinin gözlerinin içine bakıyordu. Suratında, yolundan asla dönmeyecek bir ifade vardı Gökalp’ın. Israr etmenin bir anlamı olmadığını anlayan Eralp, “O zaman benim de gitmemi bekleme kardeşim. Madem sen bu uğurdu korkusuzca gidebiliyorsun, ben de senin arkandayım. Hiçbir yere gitmiyorum.” Dedi gururla. Gökalp ağabeyine yumuşamış gözlerle baktı. Bir anda birbirlerine sarıldı iki kardeş. “Hoş geldin kardeşim.” Dedi Gökalp duygulu bir sesle.

***

“Şimdi Korkut obanın içinde. Ne kadar kişi olduklarını öğrenecek.”

“Ama ya başaramazsa… Ya öldürülürse…”

“Tepeye birkaç gözcü yolladım. Korkut’u takip ediyorlar. Bir şey olursa bize haber verecekler. Biz de ona göre hareket edeceğiz.”

“Eğer bir şey olursa, çerilerimle her türlü desteği sağlarız Gökalp. Kuşkun olmasın.”

“Sağ ol ağabey.”

İki kardeş konuşurlarken, Korkut’un başı dertteydi. Gözcüler yanlarına hızlıca geldiler ve durumu anlattılar. Gökalp bir anda yerinden zıpladı ve “Herkes atlarına binsin!” diye emir buyurdu. Obanın içi bir anda atlarına koşan askerlerle ve çadırlarından çıkan şaşkın insanlarla dolmuştu.

“Herkes atlara! Haydi! Çabuk olun!” diye bağırıyordu kendi askerlerine Eralp. Şimdi obadan iki yüze yakın atlı tepeye doğru sürüyorlardı. Yirmi kadar askerini her ihtimale karşı obada bırakmıştı Eralp. Ummadıkları bir saldırı olursa diye…

Askerler hiza alıp tepeye vardıklarında, tepenin eteklerindeki kargaşayı fark etmişlerdi. Aşağıdaki ateşlerden, Korkut’un yirmiye yakın kişinin arasına daldığını görebiliyorlardı.

Gökalp, düşmana korku salan, askerlerini cesaretle dolduran bakışlarla, “Haydi aslanlarım! Kurtaralım kardeşimizi!” diye kükredi. Atını şahlandırmıştı ve kaderin harika bir tesadüfüyle tam o anda çakan şimşek, sözlerini büyülemişti adeta. Bütün askerler yayından fırlamış ok gibi fırladılar saflarından. Tepenin aşağısındaki askerleri büyük bir korku sarmıştı şimdi. Hepsi, kurtların saldırısına uğramış koyunlar gibi dört bir yana kaçışıyorlardı. Obalarından hiçbir şeylerini alamadan gidiyorlardı kuzey batıya, geldikleri yere doğru.

Obanın içine giren atlılar, kaçamayanları ele geçirmişlerdi. Silahsız olduklarından, onlara dokunulmamıştı. Yağan yağmurla beraber obanın içlerine kadar girmişlerdi Gökalp’ın askerleri. Kaçamayan askerleri kana susamış bir canavar gibi katlediyorlardı. Eralp’ın askerleri değil de, Gökalp’ın askerleri günlerdir vuruşamamanın verdiği kan açlığıyla düşmanları öldürmüyorlar, adeta yok ediyorlardı. Son askeri de parçalara ayırdıktan sonra, artık oba, içindekilerle beraber onlarındı.

Gökalp, Eralp ile birlikte çadırlarının önünde, dizlerinin üstüne çökmüş insanların arasından atıyla yavaşça geçerken askerlerine, “Korkut’tan haber var mı? Burada mı?” diye sordu. Yüzleri gözleri kanla kaplı olan askerlerden ses çıkmamıştı. Ya kimse görmemişti düşman öldürmenin verdiği zevkten dolayı, ya da belki de Korkut’un öldüğünü söylemeye kimsenin dili varmıyordu. Gökalp askerlerine tek tek bakıyor, iyi bir şeyler söylemelerini umuyordu. O sırada düşmanın komutanının bulunduğu büyük çadıra gelmişlerdi. Diğer çadırlardan çok daha ihtişamlı olan çadıra…

Gökalp atından indi. Çadırın önünde yatan, diğer askerlere hiç benzemeyen devasa askerlerin cesetlerine baktı. Cesaretleri de diğer askerlerden farklıydı belli ki, çünkü ölen tek düşman askerleri, önünde yatan bu iki muazzam askerdi. Gökalp, içinde o askerlere karşı derin bir saygı duydu. Düşmanın olacaksa, böyle bir düşman olmalıydı.

Çadırdan içeri girdiğinde Gökalp, gözlerine inanamamıştı. Günçiçek oradaydı. Kahverengi ve rahat görünen büyükçe bir döşeğin önünde durmuş titriyordu ve ellerindeki kanı yüzüne bulaştırıyordu. Meşaleyle aydınlatılmış odada çehresi hafif kızıl görünüyordu. İfadesiz bir suratı vardı. Yağmurdan ıslanmış Gökalp’ı gördüğünde birden ağlamaya başladı. Gökalp ne diyeceğini bilememişti. Sevinmeli miydi, üzülmeli miydi? Günçiçek’e doğru yaklaştığında yerde yüz üstü yatmış iki kişi gördü. Birini tanımıyordu. Komutan olmalıydı. Giysisi harika görünüyordu. En azından kanla bulanmadan önce kesin harikaydı diye düşünmüştü Gökalp. Boğazı kesilmişti belli ki çünkü hala boğazından dışarıya kanlar boşalmaya devam ediyordu. Gökalp adamın yanına gidip onu biraz ileriye itti. Ve altında kalan Korkut’un cansız gözlerini fark etti. Yüzünde gururlu bir gülümseme kalmıştı Korkut’un ve silinmiyordu bu gülümseme. Sanki bir anda ayağa kalkacak, sağ elini yumruk yapıp kalbine götürerek “Sen iste uğrunda öleyim Gökalp Buyruk!” diyecekti. Gökalp yaşlı gözlerle Korkut’un birçok darbe almış yüzünü kollarının arasına aldı. “Seni ölüme gönderdim. Hem de hiç yoktan bir sebeple. Atalar beni böyle mi cezalandırıyorlar?” Dedi belli belirsiz bir sesle. Korkut’un açık kalan gözlerini iki parmağıyla kapattı. Şimdi sadece gülümsemesi kalmıştı yüzünde Korkut’un.

Günçiçek’e döndü Gökalp. Hala ağlıyordu kadın. Elinde de küçük bir bıçak vardı. Ucundan tepesine kadar kana bulanmıştı. Ayağa kalkıp kadının yanına vardı Gökalp. Yaşlı gözlerle onu sardı. Kadın, elindeki bıçağı yere düşürmüştü ve daha da fazla ağlayarak o da adama sarılmıştı. Günçiçek, hıçkırıkları arasından olayı anlatmaya çalışıyordu.

“Çok… Geç… Kaldım…” dedi. Gökalp daha da sardı onu. Günçiçek zor bir hal, devam etti. “Adam buraya geldiğinde senden olduğunu anlamıştım. Dışarıdaki… Dışarıdaki kargaşa duyuluyordu ve içeri dalmıştı bir anda. Ben… Ben… Ne olduğunu anlayamadan kocam… Kocam olacak bu herif… Bu herif kılıcını çekti…”

Gökalp bir anda kendini geri çekti kadından. Sadece elleriyle omuzlarını tutuyordu Günçiçek’in. İnanmaz bir ifadeyle kadının gözlerine baktı. Günçiçek yaşlı gözlerle açıklamaya çalıştı. Ama Gökalp sadece “Zorla… İstemedim… Öldürdüler” gibisinden belli belirsiz şeyler duyuyordu. Kadını bıraktı. Gözleri şimdi boşluğa bakıyordu Gökalp’ın. Yavaşça geri çekildi. Çekilirken bir kez daha Korkut’un daha da soğumuş gülümsemesine baktı. Sonra, Günçiçek’in hıçkırıklarla yalvarmalarını duymadan bir hışımla çıktı çadırdan.

Yağmurun şiddeti daha da artmıştı dışarıda. Sanki gök delinmişti. Sanki Tanrı, Gökalp’a verdiği cezanın yeterli olduğunu düşünmüştü de böyle bir iyilik yapıyordu şimdi! Gökalp, askerlerinin ona ne dediklerini, tepeden aşağıya inen kafilesinden çıkan sevinç çığlıklarını duymuyordu. Bu böyle bitmemeliydi. Günçiçek’ten duyduğu sözlerin hüznü o kadar yoğundu ki, yağmurun getirdiği sevinçten nasibini alamıyordu Gökalp.

Obanın dışında, yüksekçe bir tümseğe çıkmıştı şimdi Gökalp. Günçiçek’in dediklerini düşünüyordu. Orada yatan düşmanı, Korkut’u ölümüne kavuşturan düşmanı, onun sevdiği kadının kocası olmuştu öyle mi! Kafasını kaldırıp göğe baktı Gökalp. Birden ayağa kalktı ve haykırmaya başladı.

“Teşekkürler Tanrım! Sana sonsuz şükranlarımı sunuyorum! Böyle bir iyilik yaptığın için bana… Bize… ÇOK TEŞEKKÜRLER!”

Çıldırmış gibiydi Gökalp. Bunu hazmedemiyordu. Soluk soluğa kalmıştı. Soluklarının arasından, “Hiçbir zaman tam olarak istediklerimizi vermeyeceksin değil mi!” diye ateş püskürdü göklere. Yağmur daha da şiddetleniyordu. Sanki Tanrı, dalga geçiyordu Gökalp’la. Gökalp hiç bir şey demedi daha fazla. Diyemedi. Yere çökmüş, gözyaşlarının akmasını dindirmeye çalışıyordu. Ellerini gözleriyle kapattığında, yanına yaklaşan yavaş ayak sesleri duydu. Kafasını kaldırdığında Günçiçek’i gördü. Başını giysisinin başlığıyla kapatmıştı. Gözleri şişmişti ağlamaktan. Gökalp sakinliğini korumaya çalışarak sadece “Git buradan.” Dedi. Hala oturuyordu ve başını arkasına çevirmişti. Günçiçek gitmedi. Bir adım daha yaklaştı Gökalp’a. “O adam zorla evlenmek istedi benimle. Köyümüze gelip herkesi…”

Ama Gökalp dinlemedi. Ayağa kalkıp, hiçbir şey duymamış gibi, Günçiçek’in gözlerine bakmadan yanından geçip gitti. Kadının gözleri boş boş, Gökalp’ın kalktığı kayalığa takılmıştı. Ne söylerse söylesin, Gökalp onu dinlemeyecekti.

Gökalp, kardeşinin yanına gitmişti. Eralp, Korkut’u askerleriyle beraber taşıyor, onu gömmeye hazırlanıyordu. Korkut’un atı, eşyaları da onunla beraber gömülecekti. Askerlerinden biri atı dizginlemeye çalışıyor, diğerleri de Korkut’un eşyalarını taşıyorlardı.

Gökalp, Korkut’u taşıdıkları sonradan yapma sedirin bir ucundan tutuyordu şimdi. Arada bir gözleri Korkut’un gülümsemesine takılıyordu. “İyi iş çıkardın asker.” Diyordu içinden.

Obanın dışına, yeni açan akşam çiçeklerinin bittiği bir düzlüğe gömdüler Korkut’u atıyla beraber. Herkes gittikten sonra sadece Eralp ve Gökalp kalmıştı mezarın yanında. Eralp elini teselli edercesine Gökalp’ın omzuna atarak, “Sen, doğru olduğunu düşündüğün şeyi yaptın.” Dedi. Gökalp mezara bakarak, “Ama doğru değildi.” Dedi.

“Buraya birilerinin gelip ne olduğuna bakmaları gerekiyordu. Düşman kaç kişi, ne kadar insan var, bunları bilmen gerekiyordu. Ben olsaydım inan bana ben de böyle bir göreve gönderirdim yapabileceğini düşündüğüm bir kişiyi. Gece olduğu için ne kadar kişi olduklarını tam olarak seçmek mümkün değil çünkü.” Dedi. Gökalp bir şey demedi. Hala mezara bakıyordu. Eralp daha da sıktı Gökalp’ın omzunu. “Korkut huzurlu. Hiç merak etme. Seni çok severdi ve senin ona biçtiğin görevi yerine getirmenin verdiği mutluluk vardı yüzünde..” Dedi.

Gökalp arkasına döndü. Eralp’ın omzunu tutan kolunu o da kardeşçe tuttu ve otağına doğru gitti.

***

Sonraki iki gün, burayı köyleri olarak gördü Gökalp’ın kafilesi. Çabuş’a olan kötümser bakışlar da kalkmıştı şimdi. Herkes mutluydu. Susuzlukları ve açlıkları ortadan kalkmıştı. Artık Adı yok’u yemelerine gerek yoktu. Arada bir Gencer “Gerçekten özlemiyor musunuz Adı Yok’u. Bence çok güzeldi.” Diye dalga geçiyor, kafileden “Sen ye onu.” Diye sesler yükseliyordu. Herkesin yüzünde gülümseme vardı. Eski günlerin bir yansıması vardı artık kafilede. Bundan sonra burada yaşabilirlerdi. Çabuş’a olan güven artmıştı ve Çabuş da bu durumdan gayet hoşnut, neşeyle dolaşıyordu.

Bu iki gün, kafilenin yola çıktıklarından beri geçirdikleri en mutlu günlerdi. Köylerinin yakınlarında kurumuş bir göl vardı ve yağmur sayesinde göl dolmuş, hayvanlar da buraya akın etmişti. Yemek ve su konusunda hiçbir sıkıntıları kalmamıştı artık. Hayatlarını burada devam ettirmemek için hiçbir sebep göremiyorlardı. Tek gerçek bir sebep vardı. Tek tehlikeli sebep… Eralp ve Gökalp’ın iki gün boyunca konuştukları bir sebep…

Kuzey batıdan kendilerine doğru gelen on binler… Eğer o kadar fazla iseler, gelmeleri uzun zaman alır diye düşünüyordu Gökalp. Bu uzun zaman içinde başbuğa haber verilir, büyük bir ordu yardıma gelebilirdi. Sonuçta başbuğun kaldığı yer de kuraktı ve bu topraklar onların yeni yurtları olabilirdi. Başbuğ durumu yerinde ölçüp biçerse, kesinlikle büyük bir ordu yollardı buraya. Sonra da kendisi buraya gelir ve artık ülkeyi buradan yönetebilirdi. Geride hiçbir şeylerini bırakmadan ülkeyi terk edebilirlerdi.

Eralp ise Gökalp’ı düzgün düşünememekle suçluyordu. Başbuğun tası tarağı toplayıp eski yurtlarını Çin dingillerine bırakacağını hiç mi hiç sanmıyordu. “Eğer yağmur buralara ulaştıysa, yavaş yavaş bizim yurdumuza da gelir.” Diyordu Eralp. Gökalp ise ne yapacağını gerçekten bilemiyordu. İki seçeneği vardı. Kalmalıydı ya da gitmeliydi. Eğer kalırsa, insanlar bir zaman daha mutlu olacaklardı. Fakat o devasa ordu buraya gelirse, kaçmak için geç kalacaklardı ve askerleri her ne kadar çok iyi eğitimli olsa da, böylesi bir orduya karşı kazanamayacaklardı. Eğer giderse, insanları yine kırk günlük, çok ama çok zorlu bir yolculuğa çıkarmış olacaktı. Ve belki de bu süre içinde hepsi açlıktan ölecekti.

Ama ya Eralp’ın dediği gibi kuraklık kendi yurtlarında da kalktıysa… Ya şu anda geldikleri yerdeki insanlar yağmurun getirdiği sevinçle eğleniyorlarsa… Geride kalanlar Idıkut’u tam bir lider gibi kucakladılarsa…

Üçüncü bir yol arıyordu Gökalp. Ama bulamıyordu. İnsanlarda uzun bir yolculuğu kaldıracak takat göremiyordu. Eralp’a döndü. “Burada kalıyoruz. Ben burada kalıyorum. Başbuğa durumu bildirmek için bir haberci ulaştıracağım. Kesinlikle gelecektir. Biliyorum.”

Eralp, Gökalp’ın nasıl olup da bu kadar emin konuşabildiğini anlamıyordu. “Nereden biliyorsun? O kadar adamını, sonucu belli olmayan bir savaşa yollayacağını nereden biliyorsun?” diye sordu şaşkınlıkla.

“Biliyorum.” Diye tekrar etti Gökalp. Eralp’ın şaşkın bakışları silinmeyince de ekledi.

“Bana can borcu var.”

Devam edecek…


Sezer Tiryaki | etmeseh

Açlık Yolu” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar,

    Beğenerek okuduğum, eski çağlardan kalma, hoş ve akıcı dille yazılmış bir öyküydü. Bir internet öyküsü için uzunluğu her ne kadar çoğu okuyucu için göz korkutucu olsa da, bunu es geçip ilk cümlelere göz atan biri kısa sürede sona gelecektir eminim.

    Özellikle o zamanların dili, göçebelik, tasvirler çok hoşuma gitti. Sona yaklaştığımda öykünün nasıl nihayete ereceğini iyice merak ediyorken “Devam edecek” kısmı beni sevindirdi, zira cevaplanmamış sorular kısa bir geçiştirmeyle okuyucuya naklettirilseydi öyküye nazaran zayıf kalabilirdi.

    Bir sonraki devam öyküsünü de merakla okuyacağım. Kaleminize sağlık…

  2. Baştan sona okuduğunuz için çok teşekkürler. Seçkiye ilk kez hikaye yollamıştım ve yorum gelir mi, beğenilir mi diye çok kaygılıydım. Beğendiğinize sevindim gerçekten. Aslında daha da yazmak isterdim ama artık bir yerde dur demeliydim çünkü uzamıştı hikaye ve insanlar okumaya yanaşmazlar diye bıraktım. Devamı gelecek tabi ki. Yorumunuz için çok teşekkürler tekrardan.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *