Henüz öğlen saatinin yarattığı sıcağın etkisinden gölgelik ağaç diplerine yığılmış kedilerin, kendilerince kafalarına taktıkları garip şapkalarla güneşten korunmaya uğraşan ve esnafın dillerini anlayamadığı kalabalık turist gruplarının arasından yürümeye uğraşan otuzlarında bir kadın bir an duraksayıp cebinden çıkardığı mendille şakaklarından ağır ağır sıcak asfalta doğru kayan ter damlalarını silerek etrafına bakındı. Elinde sıkıca tuttuğu adres kağıdına bakarak düşünceli düşünceli kağıtta yazan adı aramaya koyuldu. Sıcağa aldırmadan üstüne geçirdiği siyah kumaş pantolonu ve zarif beyaz gömleğini koluna ve boynuna taktığı birkaç takıyla tamamlamıştı. Diğer elinde ise epey ağır olduğu kadının sürekli ovuşturduğu kolundan anlaşılan siyah deri bir çanta vardı.
Aranması nihayet kuytuda kalmış küçük kafenin adını görmesiyle sonlandı. Kalabalığın ve birkaç sokak satıcısının arasından pek zorla da olsa ilerlemeye koyuldu hemen. Kafenin girişine ulaşmak için birkaç ahşap basamağı tırmanması gerekti ki şansına kapıya ulaştığında hemen girişteki masalardan birine yerleşmiş bir erkek yerinden ayaklanarak kendisine kapıyı açtı. Sıcaktan olsa gerek kadın ekşi suratını tebessümle renklendirmeye çalışsa bile başarılı olamadan kuru ve samimiyetsiz bir teşekkür etti. Ayakaltında oturmayı pek sevmediğinden kapıyı açan baya inat edermişçesine arkalara doğru bir masa buldu kendine. Çantasını masada ki hafif ıslaklığa aldırmadan hemen bırakıverdi ve telefonunu çıkardı hemen. Telefonunu masanın üzerine bıraktığında beklemekten şimdiden sıkılmış olduğunu belli eden bir surat ifadesi takınarak etrafı izlemeye koyuldu.
Tıpkı girişte olduğu gibi yine ahşap kullanılmıştı içeride de. Ahşap masalar kırmızı masa örtüleriyle süslenmiş ve güneşten renkleri kaçmış olsa da bir zamanlar masa örtüleriyle aynı renk olduğunu düşündüğü kırmızı minderler sandalyelere özenle bağlanmıştı. Klimanın yarattığı uğultu epey yüksek olmasına karşın insan sesleri bunu bastırmış herkes dışarıdaki sıcağı unutup kahvelerini yudumlarken karşısındakine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya koyulmuştu bile. Kadın etrafı süzmeyi bıraktığında telefonundan çıkan sesle irkilmekten alıkoyamadı kendini. Pek uzun bir konuşma olmadı ancak birkaç dakika sonra uzun boylu ince bir adam kadının yanına yaklaşıp kendini tanıttıktan sonra hemen karşı sandalyede yerini aldı.
Tıpkı kadın gibi sıcağa aldırmadan üstüne giydiği şık takıma karşın yüzü epey çökmüştü ve masanın üzerinde kavuşturduğu elleri hafif hafif titriyordu. Birkaç bilindik konuşmadan sonra kadın içerinin serinliğinden rahatlamış olsa gerek bu kez gerçekçi bir gülümsemeyle konuşmaya başladı. “Dergimizin sürekli yazarlarından biri olmak için yaptığınız başvurunuz ilk aşamada yeterli görüldü ancak yine de size sormak istediğimiz birkaç soru var.” Kadın sözünü bitirdiğinde bir an yüzünde hala o gülümsemenin olduğunu fark edip hemen hareketlendi oturduğu yerde. Adam ellerini birbirinden ayırıp konuşmaya hazırlandığı sırada kadın beklemeden başladı tekrar konuşmaya. “Öncelikle yazdığınız hikayelerden birkaçından bahseder misiniz lütfen?”
Kadının soruyu sormasıyla birlikte adam masanın üzerinde dururken dikkat çekmemesi için sakladığı titreyen elleriyle saçlarını düzelterek etrafına bakındı. Sandalyesini hafifçe geriye itti ve yalnızca kendi duyacağı bir şekilde sanki konuşmaya başlayacakmış gibi boğazını temizledi. Birkaç dakika boyunca bu şekilde devam eden sessizliğin ardından kadının gittikçe solan bakışlarına aldırmadan kafenin hafifçe sallanan lambalarına çevirdi gözünü. Saati tam on dört sıfır sekizi gösteriyordu. Dışarıdaki bağırışlar ve konuşmalar içeridekilerden birkaç saniye sonra kesildi ve yerini büyük bir uğultuya bıraktı. Kafenin lambaları artık bariz bir şekilde sağa sola hareket ediyor, içlerine kimsenin yüzüne bakmadığı birkaç tozlu kitap konmuş kütüphane yerinden oynuyordu. Sesi henüz duyulmamış adam büyük masanın altına atarak kendini bağırdı hemen. “DEPREM!” Zaten saatinin *tık sesi tekrar duyulamadan güneş ışınları adeta dünyadan çekildi, hayatın üzerine yüklediği yüklerin yanında bir de kirişlerin ve beton yığınının ağırlığı bindi, ilk birkaç dakika boyunca duyulan bağırışlarsa tamamen kayboldu. Adam vücudunun her noktasının ağırlık altında ezildiğini,ve titreyen ellerinin hissizleşerek ve kırmızı bir sıvıyla kaplanarak kayboluşunu zifiri siyahın içinde gördü adeta. Zaten her hareketinde daha da hissizleşen vücudu da pek fazla dayanamayıp kendini çaresizce ölümü bekleyişin de verdiği huzursuzlukla birlikte çaresizce bıraktı ve dünyadaki tüm duyular o an kayboldu. Ona birkaç yıl gibi gelen karanlık bekleyişin ardından gözlerini hafif hafif aralamaya başladığında ilk hissettiği burnunu yakan çürük et kokusuydu. Etrafta son duyduğundan çok daha yüksek ve telaşlı bir gürültü hakimdi. Yalnızca ince bir perdeyle ayrılan yatakların bazılarına iki yaralı yan yana yatırılmış, bazılarınınsa üstü beyaz bir örtüyle örtülmüştü. Hemen yan yatağında ise üzeri yine beyaz örtüyle örtülmüş bir kadın ve hemen onun koynunda bir bebeği andıran küçük bir beden. Ceset kokusu diğer duyularını da iyi açmış olsa gerek yan taraftaki yatağın başında beleyen üç adamdan birisi helak olmuş yaşlı kadını kaldırıp dışarı çıkardığında acı gerçeği onlardan dinledi. Meğer bir kadın ve onun sekiz aylık bebeğiymiş hemen yanındakiler. Bebek enkazdan çıktığında tanınmayacak halde olduğundan sardıkları beyaz kumaşın içerisinde gördüğünde yaşlı kadın daha da kötüleşmesin diye pamukla sarıp bebek şekli vermişler yavrucağıza. Ve daha nice acı hikayenin arasında kalan adam kendi kendine sorup dururken bambaşka bir yerden gelmiş gibi duran sarışın bir hemşire adama yaklaştı. Kadının ne dediğini başta pek anlayamasa da biraz kulak kesildiğinde anlamsız gelen kelimeleri duyunca bu kadıncağızında aklını yitirdiğini düşündü önce. Ancak kadın inatla ve gittikçe şiddetlenerek aynı cümleyi tekrarlıyordu.
“Beyefendi iyi misiniz? Masanın altında ne yapıyorsunuz?” Adam sözleri idrak etmeye uğraşırken koridordan duyulan ağıtlar sustu ve adamın kulağında bir ses çınladı.
*tık.
Gözlerini açıp hafifçe hareket etmeye çalıştığında kafasını sert ahşap masaya vurdu ve afalladı önce. Sonrasında pek sevdiği taze kahve ve çiçek kokuları geldi burnuna ceset kokuları yerine. Kafasındaki acı birkaç saniye sonra kaybolduğunda saatine eğildi. On dört sıfır dokuz.
Az evvel buluştuğu kadın şaşkınlık ve çaresizlik içerisinde masanın altına doğru eğilmiş onu seyrediyordu. Adamında biraz olsun kendini toparladığını görünce yine aynı aceleci tavırla kalkmasını beklemeden sorusunu yineledi. Ancak bu kez adam hafifçe kızarmış gözlerini kadına çevirerek kendinden emin bir şekilde yüksek bir sesle karşılık verdi. “Siz delirdiniz mi? Çabuk saklanın! Deprem oluyor çabuk!” Kadın çaresizce adamın yanından biraz uzaklaşarak bulundukları kafenin çalışanlarına giderek yardım istedi. Oturan insanlar epey alışkınlardı sanki bu duruma. Soğukkanlılıkla müdahele ettiler hemen. Pek ilgili olmasa bile merakına yenik düşüp adam hakkındaki soru işaretlerini gidermek için sorduğu ilk kişiden epey doyurucu bir yanıt buldu. Adamın ailesini depremde yitirmiş bir yazar olduğunu, burada pek çok editör ile görüşüp çok daha ağır vakalar yaşadığını öğrendi. Ve umursamazca çıkışa yöneldi hemen. Ahşap merdivenlerin son basamağına kadar hala bağıran adamın “Deprem oluyor!” çığlıklarını dinledi ve sonrasında herkes gibi acıları ve yitenleri unutup umursamazca yoluna devam etti.
kaleminize sağlık Emre.
Öyküyü yoldayken ve incelemek için çok uygunsuz bir ortamda, şimdiden bambaşka bir zamanda okumuştum. Notlarım geçmişe ait, kabataslak ve açıkçası biraz kabaca. Hepsi için özür dilerim. Bol bol düşe sarınalım.
“kendilerince kafalarına taktıkları garip şapkalarla güneşten korunmaya uğraşan ve esnafın dillerini anlayamadığı kalabalık turist gruplarının arasından” “kendilerince” kelimesi birazcık yanlış bir yerde durduğu için gözlerim yüklemi de beklediğimden bambaşka bir yerde buluverdi. Cümlede onun dışında herhangi bir sorun olmasa bile okumayı azıcık zorlaştırdı. “güneşten kendilerince korunmaya[…]” şeklinde devam etseydi galiba daha hoşuma gidecekti. Dil bilgisi anlamında bağlaç virgül ile “ve” bağlacı arasında bir fark olduğunu sanmıyorum ama cümledeki o “ve”nin anlamayı her nedense birazcık zorlaştırdığını da eklemeliyim. Elbette, ilk bakışta bile neyden bahsedildiği apaçık ortada ama zihni birazcık yorabilir bence kimilerinde.
Benzer bir sebeple, “bir kadın bir” bölümünde de “kadın” dan sonra virgül eklemen anlatımı daha da pak kılar bence.
Bunun dışında, günlük güneşlik bir yeri betimlemenin en sade ve temiz yollarından birisi… Hoş bir giriş olmuş:)
“bakındı. Elinde sıkıca tuttuğu adres kağıdına bakarak ” hımm. Bu bölümde de küçücük bir rahatsızlık hissettiğimi söylemeliyim. Hem kelime tekrarı var gibi geliyor hem de anlatımda küçücük bir sıkıntı… Etrafa bakınışından daha sonra veya etrafa bakışlarının arasında kağıda baktığını daha açık a belirtecek şekilde kurulsaydı keşke bu ifadeler…
“Çantasını masada ki hafif” basit bir yazım hatası olmalı, dert değil. “-ki” burada bağlaç olmadığı için bitişik yazılmalı ilişkili olduğu kelimeye.
“Birkaç bilindik konuşmadan sonra kadın içerinin serinliğinden rahatlamış olsa gerek bu kez gerçekçi bir gülümsemeyle konuşmaya başladı.” “Kadın” ile başlayan kelimenin ardına ve “gerek”kelimesinin ardına virgül koyulması gerektiğini düşünüyorum. Onlar ara cümleye ait olması gereken kelimeler gibi görünüyor bana.
“görüldü ancak yine de size” söyleyeceğim şeyin doğruluğundan pek emin değilim ama “ancak” ve “yine de” eş olmasa bile yakın anlamlı oldukları için cümle içinde böylesi bir birliktelikle kullanılamazlar. Yine de, konuşma dilinde bu kural geçerli olmayabiliyor galiba.
“ezildiğini,ve titreyen” minik bir virgül sonrası boşluk eksikliği:) bu paragrafı dikkatlice okumamı engelleyecek bir şeyler olmakta şu anda. Bu yüzden, sözlerimde yanılıyor olma ihtimalim çok fazla ama… Galiba paragraf başı yapılması gereken birkaç yer atlanmış bu sözün olduğu kısımlarda. Bu anlatım tekniği olarak “hızlılık ve anlık olaylar” betimlemesini kuvvetlendirebilir elbette ama öyküyü hissetmekte sorlandığım için sanırım, bende pek de öyle bir etkide bulunamadı.
“olsa gerek yan taraftaki” paragraf boyunca devam eden kesintisizliğin etkisiyle olabilir ama… Bence “gerek”ten sonra kesinlikle bir virgül olmalıydı burada.
Öyküyü şu an bitirdim ve görüyorum ki o uzun paragraf az çok doğru tahmin ettiğim işlev için yerleştirilmişti. Sanırım. Yine de, daha erken bir yerde ayrılabilirdi belki de(elbette, bu sefer de özel bir paragraf olduğunun dikkat çekmeme ihtimali var. Belki, başka bir şey denenebilir. Bu noktalarda yazara karışmayı asla istemem)
Dil kurallarıyla ve yazımla ilgili belirttiğim yerler dışında birkaç noktada da küçük hatalar görmüştüm. En azından, hata olduğunu düşündüğüm şeyler…
Karakterlerin hiç birisiyle bağ kuramadım. Öykünün “vurucu noktası” olduğuna inandığım yazarın sıkıntısı konusunun en çok vurması gerektiği yerde de. Sanırım biraz daha empati ve vurucu-çekici anlatımlarla, öykü az daha uzatılarak elden geçirilmeli.
Elbette, tüm bunlar benim bir okur olarak estetik tercihlerimle ilgili. Karmaşamdan dolayı göremediğim pek fazla şey vardır, yanlış algıladıklarımsa daha fazladır.
Güzel fikirler ve biraz daha tecrübeyle çok hoş öyküler okuyabileceğime inanıyorum senden:) yorumum biraz kaba oldu galiba, bunun için özür dilerim. Şu anda birazcık gerginim ve sözlerimi pek kontrol edemedim.
Öncelikle değerli ve ayrıntılı incelemeniz için teşekkürler. Laflarınızın hiçbirini kaba bulmadığımı belirtmek istiyorum önce. Ve bu hikayeyi yollarken bundan çok daha uzun bir hata yorumlamasıyla karşılaşacağımı düşünüyordum. Bunun sebebi bu hikayenin yazılış döneminden kaynaklanan çocuksu bir istek diyelim. Uzun zamandır hikayecilik namına bir şeyler karalanmamış, uzun zamandır bir şeyler okunmamış bir dönemin sonunda birkaç saat içerisinde bu eksiklikle yazılmış ve üstünde nedense çok az durarak göndermiş bulunduğum bir hikaye. Bu seçki de veyahut bir sonrakinde okumalarına ve yazı yazmalarına kavuşmuş biri olarak bu “çocuksu” olarak nitelendirdiğim sorunu çözerek yeni bir hikayemde aynı kibar yorumlarınızı dinlemeyi çok isterim.