ilham alınan yaratık
GERMAKOÇİ
Zaman, şu dünyadaki en adil güçtür. Kimseyi es geçmez, kimseyi kayırmaz. Hafızası da bir o kadar güçlüdür. O kimseyi unutmaz. Dağlar kadar büyük bir canavarı da, yıllar yılı kalplere korku salmış bir cadıyı da unutmadı mesela. Her ne kadar Değişim’in de bunda payı varsa da, Zaman’dan ikisi de kaçamadı.
Bir zamanlar yumrukları üzerinde yürürken ağaçları titreten Germakoçi, şimdi iki oda bir salon evinde camdan dışarıyı izliyor. Sırtından vücuduna tek uzanan yeşil çimenler ve ince saplı çiçeklerden geriye kurumuş otlar ve taçyaprakları dökülmüş bitkiler kalmış. Başının tepesindeki otlarsa hepten döküldü, geriye koca bir açıklık bıraktı. Hem artık daha bir kambur. Taşlaşmış cildinde beyaz çatlaklar da var. Zaman’a kaya bile dayanmıyor.
İçeriden televizyon sesi gümbür gümbür geliyor. Cadı’nın kulakları eskisi gibi keskin değil artık, tıpkı büyüsü gibi. Onun da beline kadar gelen kara saçlarını beyazlı grili bir keşmekeş istila etmiş. Yüzündeki kırışıklıklar öyle derin ki, okyanuslardakilerden sonra keşfedilmeyi bekleyen yeni tür canlılar orada yaşıyor olabilir.
“Bu kızın ailesi manyak,” diye bağırıyor Cadı, televizyonun sesi üzerinden. Salonda açık olan evlilik programında bir alkış kopuyor, baş-göz edici (Cadı ona öyle diyor) sunucu reklam arasını müjdeliyor.
Germakoçi sert derili elini çenesinin altına almış, yoldan geçen arabaları izliyor. Yol kenarındaki tek tük ağaçlar çok canını yakıyor böyle sıkkın anlarda. Büyük şehre taşınmanın yarattığı kafa karışıklığı bunca yıla rağmen tam dinmedi. Ama yine de önceliği kendi düşüncelerine değil, karısına vermesi gerektiği biliyor. Artık az biraz insan dilinde konuşabiliyor olsa da zorlamıyor, büyük çenesini oynatıp homurdanarak soruyor karısına o beklediği soruyu.
Cadı salondan anında veriyor cevabı:
“Bildin, bildin, Ferhat ile Şirin’i diyorum. Gençler aralarında görüştü anlaştı. E halk da sevdi bu uşakları. Baş-göz edici hanım kız da kanal aracılığıyla bunlara nişan yapacak, düğün yapacak. Düşünsene be adam, 70 milyon önünde everecekler bunları. Gel gör ki kızın ailesi manyak çıktı. Çocuklar bunların yanında, Dağdelen’de oturmazsa evliliğe karşılarmış, uy! Çocuğun işi çok uzak Dağdelen’e. Nasıl gidip gelecek? Nasıl geçinecekler o vakit?”
Germakoçi derin bir iç çekip gözlerini yoldan ayırarak tekrar homurdanıyor ve karşısındaki dev saate bakıyor. Okuyamıyor yine. Geçen yıllar ona böyle yetiler katmadı. Karısına soruyor. Geç mi kaldı acaba?
“2’ye on var. Haydi yallah! Geç kalmadın ama kalacaksın böyle giderse. Çabuk git de gör şu insan yavrusunu. Bizim deli karı Rahna[1]’nın Güçleri sapıttı, biliyorsun. Ben dediğine çok güvenmedim ama sen bir bakıver.”
Tamam da, bir insan yavrusunda Güç’ü nasıl arayacak Germakoçi?
“Basit yahu, basit. Eski usül bak sen ona. Alnını onunkine dayayıp gözlerini onunkilere dik. Güç hayvansı bir içgüdü en nihayetinde. Bu hareketini tehdit olarak algılayıp kendini ortaya çıkaracaktır. Tabii eğer orada öyle bir şey varsa. Yoksa da sorun değil, uşağı al bana getir.” İçeriden çıtırdayan kemiklerin sesleri duyuldu. Cadı oturduğu yerde doğruluyordu belli ki. “Gözlerini kullanır, Görü büyüsü yaparım. İyi satar. Zamane gençleri kafayı fallarla bozdu bu ara. Piyasaya ayak uydurmak gerek.”
Böylece hantal adımlarla, yumruklarına eskisinden daha çok abanarak kapıya yöneliyor Germakoçi. Kapıyı açıp büyük omuzlarını sığdırabilmek adına yan dönüp yengeç gibi yampiri yampiri yürüyerek dışarı çıkıyor ki, Cadı arkasından sesleniyor:
“Çok oylanma, he mi? 3 gibi buzdolabını getirecekler. Başlarında bir erkek dursa gerek.”
Germakoçi homurdanıyor. Bu içinde buzları tutan o kadim makine olduğunu iyi biliyor. Ancak adı ne zaman geçse çalıştıkça ısınan makinelerin nasıl olup da içinde buz tutabildiğine akıl sır erdiremiyor. Neyse ki böyle çetrefilli şeyleri düşünmek için karısı var. Ve neyse ki reklam araları bu kadar uzun da karısıyla iki çift laf edebilecek vakti oluyor.
Kapıdan güç bela çıkıp asansörü pas geçerek merdivenlere yöneliyor. Asansöre zaten sığamıyor, ama karısının dizlerindeki kireçlenmeler nedeniyle ve onu yanından ayırmaya da pek gönüllü olmayışından ötürü, asansöre bineceği zaman kocasını da oraya tıkıştırıyor. Bunun sonucu olarak asansör birkaç kez bozuldu ve apartman yönetimi uygun bir dille Germakoçi’nin bu aygıtı kullanmamasını rica etti.
Merdivenlerden inerken taş basamaklar sarsılıyor. Dağ adamı göğüs geçiriyor. Eve yeni bir şu buzlu makineden alındı ve bu da demek oluyor ki eve insanlar doluşacak. Şu kapitalizm garip şey (bu kelimeyi karısının sesiyle canlandırıyor aklında. Onun için zihninde seslendirmesi bile zor bir kelime. O yüzden bunu düşüneceği zaman hemen karısının sesini getiriyor aklına). Dağlardan inip de şehre geldiler geleli ne kimse onlardan kaçtı, ne biri kapı dışarı etti. Elleri sıkılıyor, evlerine hizmet sağlanıyor. Cadı’nın dediğine göre bunu sağlayan paraymış. Halbuki dağ hayatında öyle miydi? Ona yakalanmamak için gruplar hâlinde giden köylüler ya da Cadı’ya muhtaç olduğu kadar nefret de dolu olan saldırganlardan burada hiç iz yok. Efendimler var, hanımefendiler var. Kapitalizmmiş hepsinin cevabı. Germakoçi onu bir tür, şehre has bir Güç olarak algılıyor. Köy yerlerinde etkisini kaybeden cinsten olsa gerek.
Birkaç kat inip de Rahna’nın evine bir kat kala bu işten hepten bıkıyor. Eskiden öyle miydi halbuki? Bir cadıdan diğerine gitmek için iki dağı aşmak, arada avcılardan kaçınmak gerekirdi. Sonra HES geldi, ne köy kaldı, ne yeşil. Titrettiği ağaçlar köklerinden temellice söküldü, etraf kurudu. Dost mu düşman mı olduğu belli olmayan köylülerin de belleri büküldü, onların da. Tası tarağı toplayıp buralara geldiler de ne oldu sanki? Bazen şu görüntülü zımbırtının ekranında HES’e karşı direnen köylüleri görüyor. Göğsü kabarıyor. İyi-kötü günleri olduğu bu insanları böyle anlarda iyi anıyor. Ama Cadı hemen kanalı değiştiriyor. Germakoçi içten içe biliyor, onun da canı yanıyor. İzleyerek yarasını dağlamak istemiyor.
Yapacak bir şey yok, ağaçlar devrildi, sular çekildi. İnsanlar yerlerinden edildi. Karısı da dev kocasını koluna takıp buralara geldi ve artık iki cadı evi arasındaki yollar birkaç adıma indirgendi. Germakoçi bunları düşüne düşüne Rahna’nın kapısına vardı bu arada. Kapıyla yüz yüzeyken el mahkum çalıyor. Bir kapıyla inatlaşılamayacağını iyi biliyor. Onun ayarsız gücüyle kapı menteşelerinden oynayıveriyor. Neyse ki tam sökülmedi.
Kapıyı açan, omzunda örümcek ağını andıran türden ince yün salkımlarından yapılmış şalıyla Cadı Rahna’nın ta kendisi. Hiçbir zaman kendi eşi kadar güçlü olmamış orta kıvam bir cadı. İstenmeyen hamileliklerin, biraz şansın, erkek çocuk için de hep kullanılan ama hiçbir işe yaramayan üfürüklerin erbabı. O kadar. Burnunun ucundaki gözlüklerine rağmen gözlerini kısarak bakıyor ona. Ama başını çok kaldırmıyor. Muhtemelen kireçli kemikleri boynunu o derece yukarı kaldırmasına izin vermiyor.
“Gir, gir,” diyor yana çekilerek, “Bizimki de içeride oynuyor.”
Cadı Rahna yaşlılıkla birlikte yoldan çıkan Güçlerini bir kenara bırakıp kendini çocuk bakımına verdi. O da karısı gibi piyasayı iyi analiz ediyor. Baktı ki çalışan anneler var bu şehirde, çocukları bırakacak yerleri de yok, ufaklıkları eve doluşturup doluşturup para kazanmaya başladı. Kapitalizm. Germakoçi ağır adımlarla salona geçerken eşinin sesiyle bunu düşünüyor. Artık bunun şehir büyüsü olduğundan tamamen emin.
Rahna’nın salonunda da aynı evlilik programını görmek Germakoçi’yi şaşırtmıyor. Onu şaşırtan şey orta sehpanın üzerindeki kolalı dantelin üstüne saçılmış oyuncaklar ve sehpanın kenarına tutunup zar zor ayakta duran insan yavrusu. Bir an ürküp geri adım atıyor. Bu sırada ev sahibesi arkasından çıkıp gülümseyerek televizyon karşısındaki rahat koltuğuna kuruluyor. Reklam arası bitmiş, program tüm hızıyla sürüyor. Rahna, eline örgüsünü alıp ne parmaklarına, ne de bebekle Germakoçi’ye bakarak ekrana kilitleniyor. Sırtındaki örümcek ağına benzer yepyeni bir ağ örmeye başlıyor.
“Bir şeye ihtiyaç olursa ben buradayım.” diyor bir kez. Sonra da dağ adamının çok iyi bildiği o kadim sessizliğe bürünüyor. Bazen görüntülü zımbırtının cadı büyüsünden de büyük bir Güç olduğundan şüpheleniyor Germakoçi. Karısı öyle olmadığına dair onu temin etti, ama bunu söylerken yüzü yerine ekrana bakıyor olması kafasını karıştırmıştı.
Germakoçi sokaklarda ya da köy zamanlarında çok insan yavrusu gördü, ama hiçbiri ona bu kadar yakın değildi. Kolalı dantelin canına okuyarak onu kırış kırış eden, oyuncaklarını sehpanın üzerinde hunharca savuran bu fazla küçük boyutlu insan dağ adamını dehşete düşürüyor. Nasıl bu kadar küçük olabiliyor? Nasıl o lastik bacaklar üstünde durabiliyor? Tamam, pek de başarılı değil, ama illa ki dengesini sağlıyor. Ve nasıl…
Bebek insan birdenbire onun varlığının farkına vardı (ya da farkına varmaya karar verdi) ve başını olabildiğince arkaya atıp karşısındaki dev adama baktı.
Canavar!, diyor ansızın. Ama sesinde hiç korku yok. Arkasını dönüp kaçmaya çalışmıyor, ya da eline geçeni kafasına fırlatmıyor. Yavru, açık biçimde insan dilini konuşmuyor ve daha da önemlisi, Germakoçi onu net biçimde anlıyor. İyice ürken dağ adamı koca çenesini ileri çıkartıp ellerini yüzüne siper ediyor.
Cadı Rahna olduğu yerde kıkırdayarak çocuğa hitaben konuşuyor:
“Dede mi geldi Efsun? Hanimiş dede?” Sonra yine ekrana doğru kayıp gidiyor.
Germakoçi çocuğun kız mı, yoksa erkek mi olduğundan emin değil. Cinsiyet saptaması konusunda hayli başarısız ve isimler de ona bir ipucu veren şeyler değiller. Gözleri koca koca açılmış, böylece taşlaşmış yüzündeki beyaz çatlaklar daha uzamış biçimde kilitlenip kalıyor. Çocuğu bacaklarından tutup yerden yere vurarak kendini korumakla kaçıp eve gitmek arasında kalıyor. Derken yanaklarını tokatlayıp kendine geliyor ve çocuğu tek hareketle lastiğimsi bacaklarından kavrayıp tepetaklak çeviriyor. Yüz hizasına getirerek öfkeli olduğunu umduğu bir surat ifadesi takınıyor.
Dilimi nasıl konuşuyorsun! diye gürlüyor. Ya da, homurdanıyor.
Çocuk başta birden havaya kalktığı için heyecanlansa da bundan oldukça eğlenmiş biçimde gülüyor. Tek bacağı Germakoçi’nin koca elinden kurtulup serbest kalıyor. O da ayağını sallayarak Germakoçi’nin ağzına sokmaya çalışıyor. Sonuç başarısız.
Bilmem. Ama sen de konuşuyorsun? Sen bebek canavar mısın yoksa?
Dağ adamı çocuğu tek bacağından sarsıyor.
Benim dilimi bileni ne gördüm, ne de duydum. Nasıl anlıyorsun beni?
Peki ya sen?
Sorusuna soruyla cevap verilince kilitlenmek gibi bir kusuru olan Germakoçi, donup kalıyor. Verecek cevabı yok. Önce cevap mı talep etmeli, yoksa gelen soruya mı cevap vermeli, bir türlü karar veremiyor. Hangisi önce gelmeli? Ne demeli? Kafası hepten allak bullak olunca çocuğu düzeltip yere koyuyor. Poposu üstüne düşen bebek sehpanın kenarından destek alarak yeniden ayağa kalkıyor. Gözlerini sakınmadan Germakoçi’ninkilerin içine odaklıyor. Sonra ansızın kollarını havaya kaldırıyor.
Beni kucağına al!
Hayır! Dev canavar kapıya doğru geriliyor iyice. Böyle buyurgan sözleri sadece karısından duymaya alışkın. Peki ya bu aşırı kısa insan bu gücü nereden buluyor?
Al dedim! Bebeğin kararlı gözleri Germakoçi’yi bırakmıyor. Yine yukarı çıkmak istiyorum. Uçtu uçtu oynayalım.Bebeğin gözleri hinlikle kısılıyor. Almazsan ağlarım!
Germakoçi artık iyiden iyiye kaçmayı kafasına koydu. Yoksa bu insancığın kafasını mı kırmalı? Ama o zaman gözleri de dağılabilir ve Cadı çok kızar. Hem kaçarsa da kızmaz mı? Kızar, kızar.
Yumrukları üzerine iyice eğiliyor. Uçtu uçtu derken ufaklığın ne demek istediğini tam anlamadı. Acaba çocuk camdan fırlatılmak mı istiyor? Kuşlar hep gökyüzünde uçtuğuna göre çocuk evin içinde uçamaz. Kafasını kaldırıp saate bakıyor. Elbette saati okuyamıyor, ama bu ona acele etmesi gerektiğini hatırlatıyor. Çocuğu camdan uçurmakla falan vakit kaybedemez. Hem buzları tutan ama onları eritmeyen makineyi getiren insanlara da yetişmesi gerek. Hayat çok hızlı akıyor.
Dertleri bu kadarla da sınırlı değil üstelik. Burada kaldığı süre boyunca bu insan yavrusu ona aklını kaçırtabilir. Daha şimdiden sorduğu sorularla başına ağrılar soktu bile. Hem ne demişti? Yukarı çıkmak istiyordu, değil mi?
Gel buraya yavru insan, deyip çocuğu belinden kavradığı gibi yüzünün hizasına getiriyor. Şimdi seninle bir oyun oynayacağız. Ben senin gözlerinin içine bakacağım, sen de benimkilerin.
Ben o oyunu bilmiyorum.
Biliyorsun, ama şu an hatırlamıyorsun. Başlayınca sen de hatırlayacaksın.
Çocuk yine bir şey diyecek oluyor, ama Germakoçi hemen eliyle ağzını kapatıyor. Ellerinin titrediğini fark ediyor bir yandan. Bir soruyu daha kaldıramaz. Kontrolünü kaybedip her şeyi mahvedebilir. O nedenle koca eli çocuğun ağzından çok vücudunun yarısını kapatırken bir süre durup derin nefesler alıyor. Sonra elini çektiğinde çocuğun büyümüş gözlerle ona baktığını fark edince hızla konuşuyor:
Şi-şimdi ben kafandan içeri gireceğim.
Orada bir kapı mı var?
Çocuk alnını yokluyor. Germakoçi bir an gerçekten de orada bir kapı olup olmadığını merak ediyor, ama bunun üzerinde düşünmesi kendi sağlığı için hiç iyi değil. O nedenle işleri kolaylaştırmak için taşlaşmış alnını hızla çocuğun alnına yapıştırıveriyor.
Tak!
Ne oluyorsa tam da o anda olmaya başlıyor. Germakoçi panikle, işini bitirip gitmenin arzusuyla her şeyi hızlıdan aldığı için bebeğe adeta kafa attı. Ancak bebeğin alnı yarılıp da kan akana kadarki sürede, gözleri birleşip birbirlerinden başka şey görmeyen canavar ve bebek arasında Güç’ün kuracağı türden bir bağ oluşuyor.
Germakoçi, o milisaniyelik anda şekilden şekle girmeye başlıyor. Bedeni ezilip büzülüyor, bacakları küçülüp inceliyor ve kendini adeta karikatürize bir at şeklinde buluyor. Tam da el koordinasyonunu tam sağlayamayan yaşlarda bir çocuğun çizeceği türden, çarpık ve bazı açılardan kabusumsu bir at. Sırtında tüylerle kaplı, çıplak bedeni boya kalemleriyle çiziktirilmiş bebek insan var. Onu ölesiye koşturuyor. Germakoçi de kan ter içinde kalana dek koşuyor ve koşuyor. Ancak bir an sonra tekrar bedeni şekil değiştiriyor. O çığlıklar atar ve sesini kendi bile duyamazken bu defa bebek insan omzunda beliriyor. Onu oradan atmaya çalışsa da düşmüyor kerata. Derken bebek işaret parmağını kararlılıkla uzatıp bir komut veriyor. O anda etraflarında düzinelerce oyuncak beliriyor. Hepsinde aynı kararlı surat var. Az sonra düşman da beliriyor ufukta. Yeşil sebzeler neredeyse Germakoçi’nin boyutlarına denk gelmiş, ellerinde kaşık ve çatallarla oyuncaklar ordusuna doğru salyalar akıtarak koşuyorlar. Ama bununla da bitmiyor Germakoçi’nin çilesi. Yine bedenine zulmedilerek şekil değiştirmeye zorlanıyor. Bu defa cildi dövülüyor ve inceltiliyor. Bebek ise vücudunun içine yerleşiyor. Üstelik sesi de kendi kontrolünden çıkmış hâlde yavru insanla temasa geçiyor:
“Kaptan Efsun, tanımlayamadığımız bir cisim yaklaşıyor.”
“Süper ötesi-ultra-mikrodalga-fırtınalı-ekşili bombaları serbest bırakın!”
Böylece bitiyor bu korkunç an. Çünkü o milisaniyenin sonuna gelindi ve alındaki yaradan akan kan çocuğun yüzüne değdi. Germakoçi en başta bir hata yaparak bilmeden kendini kurtardı aslında. Çocuğa adeta kafa atarak her yaştan ufaklığın en büyük korkusu olan kanı serbest bırakmıştı.
Kanın yüzüne değmesiyle haykırarak ağlamaya başlayan Efsun, Germakoçi’nin elleri arasında kendini düşürecek denli büyük bir güçle kıvranıyor. Germakoçi ise üstü başı kan olmuş bebeği Rahna’nın kucağına atarak, uluya uluya merdivenlere koşuyor. Açık sokak kapısından Efsun’un apartmanı ayağa kaldıran ağlaması duyulurken Germakoçi de ona eşlik edercesine uluyor. Rahna Germakoçi’nin ardından öfkeyle bağırıyor:
“Ben anasına ne diyeceğim şimdi!”
Merdivenleri döve döve çıkıp da kendini evine attığında evlilik programı reklam arasına girmiş. Germakoçi karısıyla paylaştığı odasına geçip kollarını kırdığı dizlerine sararak yuvarlak, sabit bir kaya pozisyonunu alıyor.
“Leyla var ya Leyla, talibi çok diye iyice şımardı vallahi. Şu eli yüzü düzgün, ciddi düşünen son talibini resmen mecnun etti!”
Ama içeriden o alışıldık homurtu gelmiyor. Bunun üzerine Cadı biraz bekliyor, ama bakıyor ki hâlen cevap yok, tekrar sesleniyor:
“Eee, bizim velette Güç var mıymış?”
Germakoçi acıyla homurdanıyor karısına ve kendi ilkel dilinde cevap veriyor:
“Ne Güç’ü kadın, ne Güç’ü! Çocukta hayal gücü var!”
—
[1] Lazca örümcek.
- Şehir Dağları Aşındırır - 15 Haziran 2016
- Bay Kuş - 15 Temmuz 2015
- İsyan - 15 Temmuz 2011
- El - 13 Eylül 2010
- Dört Mevsimin Hanımları - 9 Nisan 2010
Başlıktaki kelime oyunu çok tatlı olmuş, okuyunca anlaşılıyor. 🙂
Tatlı bir bakış açısı bulmuşsun her zamanki gibi. İçinde az biraz sosyal konumlara göndermeler olan, kendi kültürümüzü birden fazla yönüyle yansıtan ve hem mitolojiyi hem de fantastiği sırıtmadan içinde harmanlayabilen bir hikâyeydi, ki bunların hepsini bir arada böylesine organik şekilde bir arada bulundurabilmek büyük maharet. Cadıların evlilik programı izlemeleri, Germakoçi’nin pek de zeki olmayışı, asansöre binmesine izin verilmeyişi gibi ayrıntılar çok doğal olmuş özellikle. Tekrar okudum, tekrar beğendim.
Ellere kollara sağlık.
Bir dağ adamının şehir hayatına adaptasyon güçlüğünü absürd öğelerle gayet keyifli bir öyküye dönüştürmüşsünüz. Çizim de çok hoştu bu arada. Germakoçi’nin sıkıntısı yüzünden belli oluyor 🙂
Bazı imla hataları var tabi fakat bana gelene kadar birçok imla polisi bunları fark edecektir. Direkt kurguyu yorumluyorum.
Germakoçi’yi emekli bir dağ adamı olarak görmek oldukça güzeldi. Bir canavardan ziyade dede olmuş, huysuz bir adamı okudum sanki. Kendi yaşlılığımı buldum resmen. Fazlasıyla sevimli bir canavar… Tabi kafa atmasaymış daha sevimli kalabilirmiş.
Toplumun kanayan yarası olan evlilik programlerına ve HES’lere göndermelerin, elinden örgüsü düşmeyen teyzeye örümcek benzetmesi her şey yerli yerinde.
Çizim de bu sevimliliği destekler nitelikte olmuş gerçekten. Elinize sağlık…
Yazar öyküde mesaj verme gayesi gütmüş ve bu amacını kalemiyle açık açık dile getirmiş. Sonuçta samimiyetten yoksun bir hikaye çıkmış ortaya. Yazım hataları ve akıcılığı olumsuz etkileyen ifadeler önemsenmeyecek düzeyde idi. Kurgu, üslup yerindeydi. Öykü, yazarın yazma konusunda tecrübeli olduğunu söylüyor.
Çok az yazıyorsun Hazal abla bence bu mizahi fantastik öykülerini daha çok yazmalısın ki bizler de daha çok gülelim.
Germakoçiyi ve Lazca “Cadı” demek olan Rahna’yı ilk defa bu hikayeden duyup, öğrendim. Araştırmayı düşünüyorum. Bu arada Germakoçi çizimi için de Mustafa Ahmet beyin eline sağlık.
Şehir Dağları Aşındırır sözcük oyunu güzeldi. Klasik bir köyden şehire inip de betonun içinde sıkıntı çeken köylü hikayesi burada şehire gelen Germakoçi olup fantastik kılıfa uydurulmuş ve oldukça da başarılı olmuş. Okuması keyifli ve başladın mı hemen bitiriveriyorsun 🙂 Tekrar ellerine sağlık umarım ilerleyen zamanlar da daha çok yazarsın
Kitap incelemelerinizden, diksiyonunuza hayran kalmıştım. Sizin adınızı görünce, son haliniz diye öykünüzü ilk olarak okudum. Fakat anlatımda, hayal dünyasından gerçekliğe geçtiğiniz için biraz yadırgadım.
Aradan üç hafta geçti. Seçkinin adı nedeniyle (Türk mitolojisinin unutulmaya yüz tutmuş yaratıkları) yaptığınız işin, bir konuya farklı pencerelerden bakarak, onu daha kullanılabilir, tüketilebilir, ve nihayetinde çeşitlendirilebilir (Sıra ters gözükebilir) hale getirdiğinizi düşünmeye başladım.
Gördüğünüz gibi, bu konuda kendime de ders çıkarmaya çalıştım. Üç hafta önce, masalsallığı tahttan indirip yere serdiğinizi düşünürken, şimdi ona farklı bir mekana uyması için biçim verdiğinizi düşünüyorum.
Üslubunuza ise diyecek lafım yok. Diksiyonunuz gibi harika.
Elinize sağlık.
Merhabalar,
Gercekten kendini okutan ve keyifli bir öyküydü. Ozellikle cadilarin evlilik programlarina olan bagliligi oldukca gülümsetti. HES konusuna deginmek de ilginc olmus.
Sonuc olarak ortaya samimi bir oyku cikmis. Kaleminize saglik.
Sevgiler,
Nihayet, yazımından çook uzun zaman sonra da olsa, okumak istediğim öyküyü okuyabildim 🙂
Şehir Dağları Aşındırır isminin ne gibi bir anlama geleceğini düşünmüştüm ama böylesi bir karşılık beklememiştim açıkçası. Germakoçi’nin pencereden bakıp, derin derin iç çekerken “dile getiremediği” karmaşılıklıktaki bir düşüncesi gibi… Güzel 🙂
Anlatılan şeylerin sıralanışını ve sunuluşunuysa ayrıca beğendim. Her şey yerli yerine oturuyor gibi. Arada bazı ifadelerde minik anlama sıkıntıları yaşamadım değil. Not olarak okumadığım için doğrudan örnek gösteremeyeceğim ama sanırım Germakoçi’nin karısıyla yaptığı ilk konuşması buna dahil. Sanırım yazarın özellikle tercih ettiği bir yöntemdi?
Bu konuda yazının geneline yayılmış minik bir sıkıntımı da fark ettim. Şimdiki zamanı, genel anlatım dili olarak belirlemişken, uzak geçmişten bahsedilen yerlerde “-dili geçmiş zaman” yerine “-miş”li olan yazılsaymış her seferinde, benim için daha kolay olurmuş anlaması. Çünkü, nadiren yazılmış olsa da, “-di”nin geçtiği kısımları hikaye anlatımında genelde tercih edilen tonda okuyorum ve anlam karmaşasına düşüyorum yarım saniye de olsa.
Bir de, giriş paragrafındaki anlatımı, öykünün kalanından bir şekilde ayırmanı dilerdim. Sanırım Germakoçi’nin zihninden görüyoruz o kısmı ama, ikinci paragrafa geçince insan ne okuduğunu şaşırabiliyor. Anlatımda zaman geçişi olayı…
Diğer yandan, yazının tamamına yayılan o yaşlanma ve kayıp gitmeyi tam anlayamama durumunu harika yansıtmışsın 🙂 “Toplumsal mesaj” kısmı gözüme fazlaca batmadı aslında ama bazıları için sorun olabileceğini tahmin ediyorum. Eğer yerin olsaydı “anlatmak yerine göstermek” yöntemini kullanacağını tahmin ediyorum. Öykü boyunca karakterin yaşayabildiği yegane gelişim, hissettiği korku ve anlayamama oldu çünkü.
İmla hataları ve bazı minik “başka türlü yazılsaydı daha iyi olurdu” sorunları dışında, sözcüklerine laf edecek değilim.
Çok beğendim ve beğendiğime de hiç şaşırmadım 😀 Keşke zamanında okuyabilseydim.