6,5 yaşımdayım. Oturduğumuz apartmanın bahçesindeki arkadaşlarım ve mahalle bakkalının çevresindeki çocuklar hariç hiçbir kalabalık topluluğa girmemiştim; ta ki ilkokula başladığım güne kadar. Okul, ağabeyim de olduğundan, bana yabancı bir yer olarak görünmüyordu. Bir yere gittiğinde bir tanıdık bulmanın gereksiz özgüveni bana da bulaşmıştı. İlkokula başlarken herkesten ve her şeyden koruyan ağabeyim 4. sınıftaydı. Bir nevi özel korumam gibi mahallede yaptığı gibi görevine devam edecekti. Her şey bir çocuk için normal görünüyordu; bir gün okula kayıt olacağım konuşulmaya başlayana dek. Ben ciddiye almadım; okul dediğin nedir ki? Benim için okul demek, ağabeyimin ben onu görmeden evden ayrılması ve uyandığımda onun eşyalarını istediğim gibi karıştırmama imkan sağlayan bir yerdi. Kötü tarafı ise ağabeyim okula gittiğinden dolayı eskisi kadar beraber oynayamıyorduk ama bu duruma zaten alışmıştım. Zamanımı televizyon karşısında, sol tarafıma yatarak geçirme ve istediğim kadar oyun oynama özgürlüğü halen benim elimdeydi. Takvim yapraklarını yırtmıyorsam da günler geçmişti. Artık okul denen yere kayıt olacaktım. Gerekli evraklar hakkında hiçbir fikrim yoktu ve benim yerime onlarla ilgilenen birileri varken bu durum, umurumda da değildi. Babamın benim için biriktirdiğini söylediği birkaç kağıt parçasına kesinlikle dokunmamam gerektiği özellikle tembihlenmişti. O kağıt parçalarına ne kadar çabalasam da ulaşamamıştım. Eğer ulaşabilseydim onları yok ederek kaydımın yapılmasına engel olabilirdim.
Kayıt günü özgüvenimin en yüksek seviyesindeydim; sıradaydık. Hiç bana göre değildi kuyrukta beklemek. Her an koridorda ileri geri koşabilecek enerjimi dizginlemeye çalışıyordum. Sonunda sıra bana, yani bize gelmişti. Babamla memur arasında ufak bir konuşma geçiyordu tabii ki benden bahsediyorlardı. Yanımda başkalarının benim hayatım hakkında konuşmasından hiç ama hiç hoşlanmıyordum. Kayıt odasında evrakların arasında hiçbir şeyle ilgilenmiyordum, bu benim doğal bir savunma aracımdı. Kaydımı yapan memurun okul numaramı yazabiliyor mu diye kalemi elime vermesiyle başladı kâbus. Ben o güne kadar elime geçen her çeşit kalem ile gazetelere karalamalar ve gördüğüm her fotoğrafta, bıyığı olmayanlara bıyık, sakalı olmayana sakal yapar ve en güzeli de kaşlarını birleştirirdim. “Yazmak? Yazmak mı?! Onu burada öğrenmeyecek miydik?” dedim içimden. “Ayrıca yazmak? Ama ben okula gidip ağabeyimi görüp çıkacaktım sadece. Ne yazması?!” gibi düşünceler içimden geçerken babamın dizinde, bu süre içinde memurun işlemleri bitirdiğini anladım ve okul numaramı öğrenmiş oldum “Numaran 1212.” dedi memur. Bir kağıt parçasına yazıp babama verdi. Memur onu dinlemediğim için benim zor anladığımı mı düşündü de mi verdi bu numarayı bilmiyorum, ben olsam şimdi 1111 isterdim ya da 1234, 1919, 1923. En sevdiğim sayılardı bunlar. Ama artık çok geçti, şimdi bir numaram vardı. Bir sicilim başlamıştı benim de, dosyalarım-evraklarım ve ben de oyuncaklarım arasından koparılıp bu eğitim çarkının ağır dişlilerinin arasında ezilmeye başlayacaktım, bilmiyordum.
Yaz tatili olduğunu sonradan öğrendiğim günler gelip geçti. Zaman kavramının, buçuklu yaşlardan ayrılıp gayet resmi bir hal almaya ve benim bayram harçlıkları için hesapladığım üç günlük zaman diliminden çok daha fazlası olduğunu kavradım. Ayrıca bu zaman diliminin kişilere ve durumlara göre farkı olduğunu, dil çıkartıp fotoğraf çektirmiş bir bilim adamından öğrenecektim. Bu, bilime birazcık olsun yakın olmamı sağlayacak bir durumdu.
Okulun ilk günü annemim hazırladığı (borcumuz vardı ve annem sürekli çalışıyordu), babamın giydirdiği siyah önlüğümü ve önlüğümün beyaz yakasını hatırlıyorum. Bir de ne olur ne olmaz diye, annemin karşı çıkmasına rağmen, okul çantama koyduğum birkaç oyuncağımı. Üç sokak ilerideki okul o kadar uzak geliyordu ki yürüyüşümüzün hemen bitmesini istiyordum. Okul kapısında başlamıştı benzerlikleri fark etmem. Herkes neden benim giydiğim gibi siyah önlük giyip beyaz yaka takıyordu? Bunu sadece benim fark etmem dışında hayatımda ilk defa bu kadar büyük bir kalabalığın arasına karışacaktım. Kalabalık karşısında korkumu hiç belli etmek istemedim fakat çok gergindim, alnım sürekli terliyordu. Babamın, çatlaklar yüzünden sertleşmiş pürüzlü eliyle elimi okşamasıyla sakinliğe erişiyordum. Babamın elini bırakmıyordum. Herkes annesiyle okula gelirken ben babamla gelmiştim; bu durumun diğer kadın velilerin dikkatini çektiğini düşünüyordum. Çünkü annem çalışıyordu ve eve gelince yorgun değilse eğer, okuldaki her şeyi ve diğer çocukları anlatacaktım.
Kalabalık arasından okulun bahçesinde herkesi görebileceğimiz bir duvar kenarına yaklaştık. Ben de artık bir üyesi olduğum kalabalığa istemsizce ayak uydurmaya başlamıştım. Tüpçü kamyonundaki melodiye benzeyen zilin çalmasıyla büyük bir kalabalık halinde kapılardan bir sürü siyah önlüklü ve beyaz yakalı öğrencinin, bazıları koşarak, bazıları yavaş yavaş, çıktıklarını gördüm. Diğer gariplikler gibi bu acayip durum da bana zamanla normal gelecekti. Babama, “Baba bak… Pandalara benzemiyor mu öğrencilerin kıyafetleri?” dedim. Babam güldü onun da benim gibi düşündüğün sanıyordum. Cevap vermedi. Ama bence gerçekten tombul öğrencilerin daha çok benzediğin düşünüyordum. Siyah önlük ve beyaz yakaları ile okuldaki bütün öğrenciler benim gözümde birer panda gibi giyinmişti.
Uzun bir süre kim olduğunu göremediğim cızırtılı sesli biri megafondan bağırarak “1. sınıflar sol tarafa yaklaşsın!” dedi. Ben de babama baktım; beni bu kalabalıktan kurtarıp belki parka götürür diye düşünüyordum fakat tam tersini yaptı. Boyları benimle hemen hemen aynı olan, ilk defa gördüğüm bir sürü siyah önlüklü çocuğun yanına gelmiştim. Bazılarının yanlarında çantaları da vardı ve bu durum beni güldürüyordu. Sanki 3 yaşlarından beri okuyup yazıyorlar(!). Benim gözümde çanta, babamın kocaman sırtında kaybolan bir eşyadan farkı yoktu. “Benim gibi birkaç kişi daha çantasına oyuncak koymuştur umarım” dedim yoksa babamın beni almasına kadar vakit nasıl geçecekti?
Bir kalabalık halinde sınıfın koridoruna girdik. Babam benimle beraber sınıfa girmek istediyse de ben hiç ağlamadığımdan dolayı -diğerleri ağlıyordu- ve onun işleri vardır diye daha ileri gelmemesini söyledim. Kapıya yaklaşınca tokalaşıp vedalaştık. Sadece beni çıkışta alması konusunda anlaştık, bu iyi olurdu. Zaten yürüyerek geldiğimiz için en azından çantamı tekrar taşıyabilirdi. Kapıdan geçip hemen sıraların en arkasına giderken önce gözüme öndeki büyük masa ilişti fakat çok göz önünde olduğu için vazgeçtim. Hemen solda cam kenarındaki en arka sıraya yaklaştım. Gözden uzak ama herkese de hakim olmak istiyordum. Canım sıkıldığında pencereden dışarıya da bakabilirdim. Tek başıma oturacağımı düşünürken yanıma sarı renk saçları olan bir çocuk oturtuldu. Hiç konuşmuyordu. Benim için bu garip bir durumdu ve ben de konuşmamayı bir süre denedim. Sonra dayanamayıp “Naber lan?” dedim; demez olaydım. Hemen, adının sonradan Sevgi olduğunu öğrendiğimiz öğretmenimize şikayet etti. O şikayet etmeye çalışırken ben “Sus lan! Sus lan!” diyordum. Bu benim o günkü son konuşmam oldu.
Teneffüste hemen abimi aramak için dışarı attım kendimi ama kalabalık içinde göremedim ve diğer binaya gidip aramak işime gelmedi. Bahçede dolaşırken o tombul pandalardan birine rastladım. Benim gibi yalnız geziyordu. Yaklaştım, aklıma gelen bir hikayeyi anlatım, güldü. Hoşuma gitti. Sonra zil çaldı ismini soramadan aceleyle sınıfına girdi. Ben sınıfa en son girenlerdendim. Çıktığı sınıfını bulamayanlarla dalga geçerek oyalanıyordum. Diğer tenefüste ise o tombul pandayı bulamamıştım. Sonra da aramayı bıraktım zaten. Okulun ilk gününün bittiğini öğrenip kapıdan aceleyle çıktım. Zaten kayda değer bir ders yapmamıştık. Çantayı boşuna getirdiğimi o gün anladım ve diğer bütün eğitim hayatım boyunca okula sadece kendimi götürmeye o gün karar verdim.
Okuldan ağır adımlarla çıktım. Kalabalık arasında birkaç erkeğin yanında babamı fark ettim ve beraber eve geldik. Babam yolda okulun ilk günün nasıl geçtiğini sordu, “İyi” dedim. Akşam anneme anlatacağımı söyledim.
Eve geldiğimde ağabeyim evdeydi ve “ödev” denilen bir şeyler yapıyordu. Ben hemen üzerimdeki siyah panda kostümüne benzettiğim önlüğümü çıkarıp sokağa fırladım. Arkadaşlarımla günü uzun uzun konuştuk fakat onlar daha okula başlamadığı için hiçbirinden bir bilgi alamadım. Bizden büyük olanlarla da kavgalı olduğumuz için okul hakkında hiçbir şey soramadım. Kaçırdığım çizgi film bölümlerinden konuştuk. Annelerinin bağırmalarıyla hepsi evlerine döndü. Ben de sokakta tek başıma durmak istemedim eve döndüm.
Annem akşam eve geldiğinde yorgun görünüyordu. Yine de hemen boynuna sarıldım ve okulda başıma neler geldiğini anlatmaya başladım. Yorgunluğuna rağmen sabırla dinledi. En çok da çocukların önlükleri ile pandalara benzediklerini söylediğimde evde bir kahkaha tufanı koptu. Akşam yemeği boyunca bu duruma güldük. Annem, çocukları pandaya benzetmemin ayıp olduğunu söyledi. Babam bu duruma kayıtsız kaldı. Ama benim fikrimi değiştirmelerine izin vermedim. Siyah önlük ve beyaz yakaları ile o çocukların hepsi, gözlerimi biraz kısarsam panda gibi göründüğü gerçeğini değiştiremezdi. Yemek sonunda okula tek başıma gidecek kadar büyüdüğümü fark ettim ve bunu bütün eğitim hayatım boyunca sürdürmeye karar verdim.
Merhabalar ve siz de seçkiye hoş geldiniz. Gerçekçi ve gayet eğlenceli bir öyküydü. Panda benzetmesi güzel bir fikir olmuş ve tebessüm ettirdi. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umarak elinize sağlık diyorum.
Sonra dayanamayıp “Naber lan?” dedim; demez olaydım. 🙂
Merhaba 🙂 Seçkideki ilk öykün sanırım? Aramıza hoş geldin 🙂
Öykünle ilgili fikirlerimi, okudukça yazacağım. Bu yüzden, biraz “gereksiz geveleme”ye girebilirim. Şimdiden özür dilerim.
Karakterine ilginç bir yaş seçmişsin. 6,5. Fakat, daha ilk cümlelerden şöyle bir düşünce geldi aklıma: Altı buçuk yaşındaki bir çocuk bu kadar karmaşık cümlelerle düşünemez ve yaşını virgüllü sayılarla ifade edemez. Elbette, ileride bir sürpriz ile karşılaşabilirim. Mesela, anlatıcı aslında altı buçuk yaşındaki bir bedende kısılı kalmış bir başka ruhtur? Ya da, daha karmaşık bir şey… Olabilir. Yine de, okuyucuda bu anlatımın ne tarz bir hissiyat yarattığını bil istedim. Anlatım dilin karakter ile uyumlu olmak zorunda olmasa da, uyumlu olsa çok hoş olur bence.
“Bir nevi özel korumam gibi mahallede yaptığı gibi görevine devam edecekti.” bu tarz minik şeyler hemen hepimizde vardır ve bir “anlatımsal sorun” olup olmadığı hala tartışmalıdır. “gibi” kelimesinin aşırı sık kullanımından bahsediyorum. Kimileri bunu yazarın kelimelere yeterince hakim olamadığı için yaptığı bir hata olarak görse de ben, “gerçekten de herkesin yapabileceği basit bir gözden kaçma” olarak niteliyorum.
Imm. İlk paragraftaki durumu anlamakta biraz zorlandım sanırım. Başta, karakter okula henüz başlamış (veya ilk günlerini anlatıyormuş) da orada normalden daha az sıkıntı yaşayacağı için içi rahatmış gibi gelmişti. Sonra, kayıt öncesi aşamaya geldi anlatım ve bu defa, sanki okula gitmek istemiyormuş gibi, bir takım evrakları kaçırmaktan veya yok etmekten bahsetti. Bilemiyorum, belki de ben bir şeyleri kaçırıyorumdur.
“ben olsam şimdi 1111 isterdim ya da 1234, 1919, 1923.” Imm. O yaşlardaki bir çocuğun elbette ki “en sevdiği” sayılar olabilir. Bu tarz dört basamaklıları da “özel anlamları” olduğu için, o anlamı kavramasa bile sevebilir. Güzel bir ayrıntı.
Az önce bitirdim öykünü. Bu tarz anlatımlara pek aşina değilim. Haliyle, okurken biraz dikkat toplama sorunu yaşadığımı söylemeliyim.
Bunun “bence” sebepleri arasında, öykünün anlattığı olayın ve olayın etkilerinin “sıra dışı” bir şey sunmaması vardı. Bazı yazarlar böylesi anlatımları, “hayattan bir kesit”i anlatmayı veya o kesitin içinde, hemen hepimizin yaşadığı için artık “sıradan” görmeye başladığı travmaları göstermeyi tercih ederler elbette ama ben, biraz daha… Nasıl desem, “takip ettirici olaylar ve merak ettirici gelişmeler” barındırmasını tercih ederim.
Panda benzetmesi hoş. Bir çocuğun bu tarz benzetmelere, özellikle beğenilmelerinin ardından takılı kalması ve onu sık sık tekrarlaması da muhtemel fakat bana biraz fazla sık söylenmiş gibi geldi. Bu benzetmeden yola çıkarak çocuğun davranışlarının değişmesi, diğer öğrencilere karşı mizacı vs. gibi konuların da işlenmesini dilerdim.
Bir seçkideki ilk öykü için fena değil. Bence, biraz daha fazla kurgu ve biraz daha fazla “odaklanmış” anlatım ile güzel işler çıkartabilirsin.
Sonraki aylarda görüşme dileğiyle.
Merhaba, öncelikle seçkiye hoş geldiniz.
Panda ve önlüklü öğrenci benzetimi enteresan olmuş. Çocuk dilinden anlatıldığı için sıcak, samimi bir öyküydü.
Emeğinize sağlık.
Merhabalar. Anlatılan hikaye, zaman zaman beni de çocukluğuma götüren sanki bir anı yazısı gibi olmuş. Klasik bir öykü gibi değil. Ama fazla hatası olmayan, akıcı, kendini okutan bir metin.
Öyküye bir çatışma unsuru koyulmamış. Belirgin bir giriş, gelişme, sonuç tercih edilmemiş. Dediğim gibi bu bir üslup da olabilir. Sanırım bir durum hikayesi yazmak istenmiş. Fena da olmamış ama, özellikle bu tarz bir öykü için konuşuyorum, sanki metni biraz daha yoğurup, biraz daha yoğun bir anlatıma ulaşırsabilseniz, öykü dağınık halinden kurtulur, ortaya daha leziz bir şey çıkabilirmiş. Elinize sağlık..